İncirler, üzümler dallarda sallanır; sarı buğdaylar uçsuz bucaksız tarlalarda salınır; fıstık çamları, serviler yol kenarlarında sincaplara gölge olur; zeytin ağaçları daha ne görüp yaşayacağız kim bilir diye yılları birbiri ardına dizerken, kelebekler ve nice türlü kuşlar İzmir yarımadasından Toskana’ya, Toskana’dan Roma’ya, Roma’dan İzmir’e uçup dururmuş. Yıllar önce, İzmir’de ressam bir anne ile mühendis bir babanın heyecanla bekledikleri bebeğin hayata katılmak için öyle acelesi varmış ki, annesinin hastaneye gitmesine dahi izin vermeden, normal doğum vaktinden haftalar önce, evlerinin misafir salonunda adeta kendisi doğuvermiş. Annesinin şaşkınlıkla kucağına aldığı bu erkek bebeğin adı Mete olmuş. Öbür yandan, dünyanın bir diğer ucunda, Londra’da, İtalyanların ünlü bir yazarı bir doğumhane kapısında heyecanla beklemekteymiş. Çok âşık olduğu güzeller güzeli bir İtalyan aktristen doğan bebeğin annesine benzediğini söylemiş doğumu haber veren hemşire. O güzel kiraz dudaklı kız bebeğin adını Alexandra koymuşlar.

Elmanın iki yarısı
Hayatın içinde paylarına düşen acı ve sevinci avuç avuç içmişler, yaşarken kırıldıkça, kaybettikçe daha da güçlenmişlerİnsan bazen başkalarını duyamaz, bazen kendini anlatamaz. Küser.Kendine kızar. Vazgeçer. Hayatın zorluğunu, başkalarının cehennemini ve etrafındakilerin karmaşıklığını çözmeye çalışmaktan yorulur.Onlar da yorulmuş. Ah keşke insan, o elmanın yarısını görür görmez tanısa, bilse, bilebilseBütün bu çılgın akış, kaos bir yerde durmalıYeni bir yol olmalı. Yeni bir hayat var mutlaka. Yeni bir başlangıç, kalbimi kuşatacak, ayağımı yerden kesecek, hatalarımdan çıkan doğrularla inşa edebileceğim yeni bir aşk olmalı. Biliyorum, inanıyorum bu yeni başlangıç Alexandra ile olacak