Son yılların en çok konuşulan dizisi olan Kızılcık Şerbeti’ndeki yönetmenliğiyle Altın Kelebek ödülü alan ve kariyerinde Romantik Komedi, Bu İşte Bir Yalnızlık Var, Müslüm ve Dilberay gibi popüler sinema filmlerinin yanısıra Netflix Türkiye’nin yurtdışında en çok izlenen filmlerinden biri olan Sen Yaşamaya Bak’ın yönetmeni olan Ketche (Hakan Kırvavaç) ile yıllara dayanan bir dostluğumuz vardır. Ortak arkadaşlarımız ve benzer kültür dünyalarımızın yanısıra birlikte çalışmışlığımız da olmuştur. Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ın senaryosunu yazdığımda aynı dilden konuştuğumuzu, benzer film, müzik ve kitapları sevdiğimizi keşfetmiş, daha önce hep aynı yerlerden geçmiş olmamıza rağmen yollarımızın nasıl da kesişmemiş olduğuna şaşırmıştık...
Ketche saatlerce konuşabileceğiniz; sohbetinden keyif alacağınız, dolu ve sıcakkanlı insanlardan biridir. 1980’lerin sonundan beri reklamlarla, müzik klipleriyle, dizisiyle filmiyle sektörün içinde büyüyen, ustalaşan bir yönetmendir. Setleri de genellikle sakin ve muhabbetlidir. Görebildiğim kadarıyla Kızılcık Şerbeti’nin seti de öyle. Bütün ekip sevilen ve samimi bir iş yaptıklarının bilinci ve rahatlığı içinde. Günde 11-15 sayfa senaryo çekiliyor, çok sıkışıldığı zaman bu sayı 17-18’lere çıkabiliyor.
Bu yoğun tempo içinde ekip 29 Aralık’ta yayınlanacak bölümü çekiyorken ne zamandır gitmek istediğim sete nihayet adımımı atıyorum. Benim olduğum birkaç saat içinde Kıvılcım, Ömer, Metehan, Mihriban, Ertuğrul karakterlerinin sahneleri var. Onları canlandıran oyuncularla küçük sohbetler ediyoruz. Herkes işini severek, eğlenerek yapıyor. Espriler, gülüşmeler hiç eksik olmuyor. Paydos verilince biz de Ketche’yle bir kenara çekiliyoruz. Birbirimizi özlemişiz doğrusu. En son yine benim bir senaryom üzerine konuşmuştuk pandeminin sonlarına doğru, çok zaman olmuş. Özellikle bu popüler ve sosyolojik olarak değerli bulduğum diziyle ilgili çok sorum var...
Genelde herkesin ilk tanıştığında merak ettiği ve sormak istediği o soruyu hemen bir çıkaralım aradan diye düşündüm. Neden “Ketche” deniyor sana?
1988 senesinden beri kaldı. O zamanlar Gırgır dergisinde çizen Oky (karikatürist arkadaşımız) taktı bu ismi. Metallica’nın And Justice For All albümü çıktığında Türkiye’de henüz distortion pedal’ler olmadığından ‘adam çok keçeliyor’ diye bir espri yapmıştım. Sürekli de Gırgır’da takıldığım için Oky, Ketche ismini yapıştırdı o günlerde... Başka bir şey dediklerinde üstüme almıyorum ancak Keçe dediklerinde dönüp bakıyorum öyle kaldı üstümde. (gülüyor)
Reklam ve klip yönetmenlikleri yaparak girdin sektöre ama nihai bir dizi ve sinema hedefi var mıydı daha o zamanlardan?
Bir kere bulaşınca bu işin en taçlandığın kısmı sinemayla geliyor. Hayal ve hedef hep sinemaydı tabi başlangıçtan beri. Ben hem şanslıydım hem de çok çalıştım. Yaş aldıkça dram hikayeler ağırlık basıyor ama hâlâ bir korku filmi çekmek istiyorum, hatta çocuk filmi de çekmek istiyorum bir tane. Tabi keşke fantastik bir hikaye de anlatabilsek ama biliyorsun işte bütçelerimiz, hikayelerimiz biraz hapishaneye girmiş gibiler bu anlamda, uçup kaçamıyoruz o kadar...
Bir tane de çok emek verdiğin bir projen vardı bir dönem?
Halid Bin Velid. Fida Film henüz batmamışken onu çalışıyorduk, çok araştırdık emek verdik, Fas’ta bir ay kaldık çalıştık, Ridley Scott’la çalışmış ekiplerle bir araya geldik. Çekemedik sonuçta ama çok şey öğrendim o süreçte kendi adıma.
O film olmayınca kendine iyice dizilere verdin. Özellikle sinemacı yönetmenler için Türkiye’de dizi çekmek hırpalayıcı bir süreç değil mi?
Tabi kirlendiğin bir süreç.
Sinema dilinin bozulduğunu hissediyor musun, bu kadar uzatılmış sahneleri hızlı çekmek zorundayken?
Pek zannetmiyorum. İçgüdüler farklılaşıyor. Biraz sanatçı kısmından çıkıp işçilik gibi düşünürsek; eğer şoförsem ben, bazen bu yola girmek bazen de diğer yolda sürmek zorundayım. Dizi ‘yetiştirdiğin bir iş’ haline geliyor ne yaparsan yap, çünkü her hafta bir film çekiyorsun. Her şeyine müdahil olamadığın noktaları oluyor. Türkiye’de dizi mantığı biraz soap operadan yürüdüğü için kendi içinde tekrarları çok olan dramatürjiler kuruluyor. Tabi sinemacıyı biraz bıktırıyor bu tekrarlar. Bir de dizide günde 11-12 sayfa çekiyorsun, sinemada o kadar sayfayı yeri geliyor bir haftada çekiyorsun. TV draması ile sinema draması da farklı oluyor haliyle. Profesyonel durmaya çalışıyoruz açıkçası.
İlk bölümde iki ailenin Kıvılcım’ların evinin kapısında karşı karşıya kaldıkları sahne ikonik ve hayli sinematografik bir sahneydi bence. Mesela Nursema’nın o sahnedeki duruşu akıldan çıkacak gibi değildi. Ama bölümler ilerledikçe hızlı da olmak gerektiği için böyle sinematografik sahneler ister istemez azaldı değil mi?
Önemli bir sahneydi. Herkesin vücut dillerine çok dikkat ettim. Nursema’yı oynayan Ceren (Yalazoğlu) deneme çekiminde keşfettiğim çok iyi bir oyuncu. Çanakkale konservatuardan ve psikodramaya yatkın, altmetinleri oyununa verebilen bir oyuncu. Onun da karaktere çok katkısı var ama o sahnedeki duruşunu ben buldum evet. (gülüyor)
Açıkçası beni diziye ilk bağlayan da Nursema karakteri oldu, biraz da o sahne sayesinde...
Tabi Nursema karakterinde bir sinema üçkağıdı var. Sinema gösterme sanatıdır ya hani, seyirci gösterileni kendi keşfedince film daha güzel bir yere gidiyor ya, Nursema’da karakter buna çok yatkındı. Ben bu karaktere oynayacağım dedim Ceren’e en başında. Hatta ceza yediğimiz, pencereden atılma sahnesini çekmeden önce de Nursema’ya (ben ona Nurfena diyorum genelde sette) bu sahnede biraz sinematografik yürüyeceğiz ve galiba bu geceden sonra kariyerinde çok iyi şeyler olacak dedim. Zaman varsa elimizden geldiğince sinematografik numaralar yapıyoruz o sahnede de olduğu gibi.
Sence Kızılcık Şerbeti’nin en iyi işleyen kısımları, özellikleri nereler?
Nursema aksı çok iyi işliyor bence de, Pembe hanım aksı da öyle. Aslında bizden önce de başka dizilerde mutaassıp kızlarımızı izledik ama oralardaki kızkardeşlerimizin çok hayalleri yoktu. Sıkışık bir hayat yaşıyorlardı. Ama bugün Türkiye’ye bakınca dolu Nursema var. Resim yapıyorlar, sergi açmak istiyorlar, müzik yapıyorlar, yurt dışına gidiyorlar. Nursema aslında toplumda pek görmediğimiz ama çok fazla olan o genç kadınların yansıması oldu. O yüzden mutaassıp tarafın ‘Süperkız’ı gibi çıktı. Pembe ise Türkiye’nin yedi bölgesindeki Türk kadınlarının bir anlamda bir yansıması gibi geliyor bana. Tam bir Türk kadını ve Sibel (Taşçıoğlu) o karakteri inanılmaz oynuyor, ders veriyor resmen. Kıvılcım da çok iyi çıktı ilerledikçe. Çok rasyonel bir kadın tipinin güçlü temsilcisi oldu. Evrim (Alasya) de harika bir seçim oldu o karakter için.
Dizinin asıl gücü bu sınırları iyi çizilmiş, derin kadın karakterlerden geliyor sanki?
Kadın karakterler dramı çok doyuruyor burada. Erkekler biraz arada kaldı hikayede. Dinamolar kadınlara döndü. Gizli kodlarımız vardı bizim ilk sezondanberi. Sahnelere küçük küçük dağıttığımız minik taşlar vardı. Seyircinin gözüne sokmadığımız ama bir şekilde hissettikleri küçük hareketlerdi. Abdullah karakteri ilk 3-4 bölüm evli olmayan kadınlarla göz göze gelmiyordu mesela.
Apo karakterinin sakinliği ve gerekmedikçe konuşmaması bütün diziler içinde onu farklı bir karakter haline getiriyor bence..
Settar abinin güzel sesi olsa da, sessizliği iyi kullanan bir oyuncu. Hikaye gereği bağıran-çağıran anlar çok olunca onun sessizliği güzel bir denge kurmam için çok işe yarıyor. Hem onun da yükseldiği ya da bağırdığı anlar o zaman daha değerli oluyor.
Dizinin teması ve konsepti gereği laik ve seküler bir aile ile dindar ve muhafazakar bir ailenin birlikte yaşamaya çalışmasını izliyoruz. Aslında ünlü klasik Kaynanalar dizisinin çok daha sert bir hali şu an karşımızda. Orada doğulu-batılı aileler arasındaki çatışma üzerine kurulu bir yapı vardı...
Kaynanalar harika bir diziydi bu arada. İnanılmazdı.
Ancak o zamanın Türkiye’siyle şimdiki arasında ciddi fark var. Arayı bulmak, komedisini-dramını ayarlamak çok daha zor. Dolayısıyla Kızılcık Şerbeti bunu yaparken ister istemez ağır bir sorumluluğun altına girmiş oluyor. Sanki arayı bulmak zorundaymışsınız gibi hissediyor musun?
Benim amacım daha çok tarafsız kalmak aslında. Bir yandan da ben daha önce mütedeyyin insanlarla da çalıştım, dolayısıyla biraz bildiğim de bir deniz. Seküler kesimde de olduğu gibi doğrularını da yanlışlarını da biliyorum. Bu yüzden derdim hep tarafsız kalabilmekte...
Tarafsız kalabildiğini düşünüyor musun peki?
Çok denedim (gülüyor) İlk sezon süpervizör danışmanlarım vardı. Ekipte çok inançlı arkadaşlarım da var onlar da zaman zaman ‘hocam bu böyle olmaz’ diyebiliyorlar. Bazen bir sahne önümüze geldiğinde ‘bir dakika bu biraz fazla, bunu bir daha gözden geçirelim’ de diyebiliyoruz. Çünkü inancın da, sekülerliğin de yanlış anlaşılmaması gerekiyor. Yanlış bir şeyde büyük bir çatışma yaratmak çok kolay şu ortamda.
Bazen gelen bu sorumluluk, dizide kendisini sosyal mesajını apaçık veren sahnelerle su yüzüne çıkarıyor. Milli bayram kutlanması, dini geleneklerin altının çizilmesi, ailelerin kız çocuklarının eğitimlerini daha çok önemsemesi gerektiği gibi mesajlar biraz fazla didaktik gelmiyor mu sana da?
Ama didaktizm galiba Türk dizilerinin tümünde var. Hissetmesi gereken duygular seyirciye hep dikte ediliyor. Senaryoda uygun bir durum olunca biz de bazen köpürtüyoruz doğrusu. Bazı mesajları didaktik olsa da göstermekte sorun yok bence. Mesela kız çocukları meselesi, benim de bir kızım olduğu için belki de sık sık hatırlatmak gerek diye düşünüyorum. Buradaki dert Türkiye’de televizyonun hep bir eğitim aracı olarak görülmesi. Televizyonda ne görüyorsak gerçek zannediyoruz biz. Bu ortamda onca didaktik mesajın arasında kız çocuklarıyla ilgili yine didaktik bir mesaj veriyorsam bu beni çok rahatsız etmez. Sonu iyiliğe varıyor çünkü.
Bu dizinin toplumdaki karşılığını nasıl görüyorsun ve değerlendiriyorsun?
Bir kere herkesin hayatında ne kadar seküler olursa olsun mutaassıp taraftan gördüğü küçük bir baskı var. O yüzden özellikle ilk sezonda kimle konuşsam, ‘abi aynısı değil ama çok yakını bizim başımıza da geldi’ gibi cümleler duydum. Evet, insanlar bazen alkollü kolonyalarla ilgili bir şeyler yaşıyor olabiliyorlar yani (gülüyor) Belki sen ben yaşamıyoruz ama yaşayanlar var. Bunun sosyoekonomik bir sınırı da yok. Çok zengin bir ailenin kızı mesela bana dedesiyle yaşadığı problemleri anlattı. Aynı şeyleri dizide işlemişsiniz, gözlerim doldu resmen dedi. Bu tip sahneleri çekerken bazen ben de emin olamıyordum ama ilerledikçe fanlardan, seyircilerden ‘şurası bana çok dokundu’, ‘bunu aynen ben de yaşadım’ tepkileri giderek çoğaldı. Bunları duymak da hoşuma gidiyor. O zaman o didaktiklikler de daha az rahatsız eder hale geliyor.
Çekim yaptığınız yerlerde neler yaşıyorsunuz?
Çok fazla dış çekimlerimiz yok ama ilk başlarda Nişantaşı’nda çekim yaparken ‘eeeh çekilin’ falan diyorlardı şimdi Nişantaşı’nda çekerken 300-400 kişi toplanıyor, fotoğraflar filan... Ukrayna’dan, Amerika’dan, Rusya’dan fanlar geliyor bazen sete çiçeklerle... Garip bir şekilde Rusya’da raytinglerde üst sıralardayız; İspanya’da, İsrail’de, Güney Amerika’da çok izleniyoruz. Ben işin bu tarafıyla çok ilgilenemiyorum ama İspanya’dan üç haftada bir fan kafileleri geliyor sete.
Kızılcık Şerbeti ikinci sezona eleştirilerek girdi. En başta ürün yerleştirmeler çoğaldı. Elbette dizilerde bunlar ekonomik olarak güç veren öğeler ancak son zamanlarda biraz fazla olmuyor mu artık?
Bana soracak olursan, evet ekonomik olarak kanalı ve yapımcıyı rahatlatan bir şey ama sinemacı açısından güzel bir şey değil. Ama oluyor işte sektörün gerçeği. Alan mutlu, veren mutlu durumu. Ekip memnun ama, herkesin o sahnedeki kaşesi artıyor sonuçta (gülüyor)
Kaynanalar’dan Dallas’a doğru bir geçiş hissediliyordu ki iki hafta önceki bölümde bir karakter Dallas dizisinin ismini geçirdi diyaloğunda... Çünkü bu iki aile her ne kadar birbirinden farklı olsa da birbirlerine çekiliyorlar ve ilişkilerinden yeni çiftler çıkarmaya devam edip duruyorlar. Bu gidişat en baştan belli miydi, oraya mı sürüklendi yazarlar?
Kıvılcım-Ömer ve Alev-Apo ikilileri daha ilk bölümden itibaren planlıydı. Alev-Apo’yu uzun süre beklettiler şimdiki bölümlerde patladı işte. Kıvılcım-Ömer ikilisine de Ertuğrul faktörünü soktular. Yani düşününce evet iki aile de biraz fazla birbirleriyle beraberler. Hazır tutmuş karakterler var diye biraz aralarındaki ilişkiler gelişiyor o yönde. Bir de küçük bir alanda yaşıyorlar her iki aile de. Sanki onun da getirdiği bir durum bu...
Bizim ana akım dizilerde cinsel çekim illa ki vardır ve hikayelerin temelleri içinde çok belirleyicidir ama seks yoktur hiç.
Yok evet, öpüşmede kalıyoruz.
Buna karşın ilk sezonda Kızılcık Şerbeti bu konuda da biraz cüretkardı bence. Mesela Kıvılcım-Ömer ilişkisinde vardı. Sonra giderek biraz grafik olarak geri çekildi bu anlamda. RTÜK krizi mi biraz etkiledi acaba?
Evet öyle bir durum vardı ama RTÜK bize bu anlamda hiçbir uyarı yapmadı. Bence yine de birçok dizi bu anlamda sınırları zorluyor. Ben sinema yönetmeni olarak da şunu söyleyebilirim bir yandan: sevişme sahneleri çekerken kimse mutlu olmuyor Türkiye’de (Gülüyor) Beş dakkada bitirelim de herkes hemen eve gitsin derdinde bu sahnelerde... İlginç bir çekingenlik var hep. Ben çektim tabi ki öyle sahneler ama daha ‘rahat’ olanını hiç çekmedim. Herkes rahatsızdı hep.
Dijital platformlardaki dizilerde biraz rahatlandı belki de bu konuda?
Rahatlandı biraz evet ama ben kendi adıma romantizme varım ama çok sekse yaslanan bir yönetmenlik anlayışım yoktur.
İkinci sezonda seyirci Apo ve Alev arasındaki yakınlaşmayı çok da tasvip etmediğini sıkça belli etmekte. Normalde yapımcılar seyircilerin neyi daha çok isteyip istemediğine göre şekillendiriyorlar hikayenin gidişatını. Ama burada ilk kez bir ısrar var sanki. Bu konuyu bir de yönetmeninden dinlemek isterim ben...
Evet seyirci biraz yadsıyor, yadırgıyor gibi... Ama kendi iç sesim şu; Abdullah çok gençken zorla evlendirilmiş bir adam, ilk defa aşık oluyor ve bunun cümlesini bile kuramıyor. Çok da sıkışık, hâlâ beyefendiliğini bozmadan ailesini de korumaya çalışıyor. Başka bir kadınla da hiç olmamış büyük olasılıkla bu yüzden Alev’in çekim alanına girdi. Alev bekar, İstanbul’un modern havalı kızıydı tabi. Kimsenin yapamadığı çılgınlıkları o yapar konumundaydı. Çam deviren, biraz da patavatsız bir genç kadın.
Seküler ailenin Nilay’ı gibi mi?
Evet, ama Nilay onu daha getto bir yerden alıyor tabi. Patavatsızlığı Alev’den farklı bu anlamda. Alev’inki özgüven kaynaklı, Nilay’ınki cahillikten. Alev’in fazla özgüveni onu buralara getirdi ama zaten sanki önceki ilişkilerinde de problemler yaşamış gibi bir hali de var. Bir baba figürüne de ihtiyacı var gibi hep benim için.
İkinci sezon biraz ağır başladı ama 43. bölümde bir patlama yaşandı Alev-Apo ikilisinin hikayesinin ortaya çıkışıyla... Geri dönülemez bir manevra oldu, şimdi daha da karışacak sanırım olaylar...
Şu an 45-46’dayız biz, sular durulmuyor. Olaylar büyüyecek giderek.
Dizi sektörünün en iyi başardığı şey ile en büyük sorunu ne sence?
En iyi başardığı şey sinema sektörünü de ayakta tutuyor olması. Teknik ekipler çok iyileşti. Türkiye ekonomisine de çok getirileri var. Tüm dünyaya satılıyor bu diziler. Ayrıca kültürel bir etkisi de oluyor tabi ki. Türk dizileri Türk sinemasından daha çok biliniyor şu an. Sektörün en kötü tarafı ise tabi ki dizi bölümlerinin uzunlukları. 140 dakika çok uzun. Çekiyoruz ediyoruz ama hayatımızı da yaşayamıyoruz aslında.