17 Mayıs 2024, Cuma Gazete Oksijen
10.02.2023 04:30

Bilime dönüş

Türkler bir önceki devletlerinin bilime asırlarca sırt dönmesinin bedelini 20. yüzyılın başlarında milyonlarca yurttaşının korkunç şekilde can verdiği berbat bir çöküş süreciyle ödemesinin ardından yeni bir şey denemeye karar verdi. Onları tarih sahnesinden silinmekten kurtaran bilge liderleri, 22 Eylül 1924’te şöyle demişti: “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşid ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.” Aklın yolu birdi. Doğanın işleyişini anlamanın, o anda eldeki veriye göre neyin gerçek, neyin uydurma göründüğünü, dolayısıyla neye inanmak gerektiğini saptayıp hareket tarzını belirlemenin, her zaman doğruya olabildiğince yakında durmanın en sağlam yöntemi çoktan keşfedilmiş, o atı alan uluslar Üsküdar’ı geçmişti. Bilime sarılmak bir ölüm kalım meselesiydi.

Sıfır noktasından yola çıkıldı

Yitirecek zaman yoktu. Bulaşıcı hastalıklar kol geziyordu. Okuma bilenler parmakla gösteriliyordu. Temel bilimlerin esamesi okunmuyordu. (İstanbul’daki gözlemevi 1909 Nisan’ındaki gerici ayaklanma sırasında içindeki gözlem aletleriyle birlikte tahrip edilmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk doktoralı gök bilimcisi Arakel Sivaslıyan da 1915’te Ermeni tehcirinde can vermişti.) Genç Cumhuriyet bu “sıfır noktası”ndan yola çıktı.

1927’de verem aşısı üretimi başladı. 1928’de Hıfzıssıhha Enstitüsü ile üretim merkezileştirildi. Kısa sürede kuduz, difteri, tetanos, çiçek vs. gibi hastalıkların aşılarında ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelindi. İstanbul Üniversitesi bilim yerine ideolojiyi rehber alıp kendi ayağına sıkan bir diğer imparatorluktan, Nazilerden kaçan bilim insanlarının da yardımıyla çok ihtiyaç duyduğu reformu yaşarken; Ankara’da yeni bir üniversitenin tohumları atıldı. Kız-erkek birçok zeki genç, bilim öğrenmek için yurt dışına gönderildi; tümü de yurttaşı olmaktan gurur duydukları bu yeni ülkeye dönüp sonraki kuşakları eğitmeye başladılar.

Bir kez savaşıp bırakamazsınız

Öykünün devamı biraz üzücü. Cehaletle savaş bir kez yapılıp bırakılabilecek bir şey değil. İfade özgürlüğü yalanların yayılması için kullanılabiliyor; demokrasiyi herkesin beş senede bir kez oy verdiği bir “en karizmatik adam” yarışmasından ibaret sanıp başka hiçbir ölçüt gözetmeden her şeyi kontrol etme gücünü o yarışın galibine teslim etmenin gerçek dünyada hayırlı bir sonuç verme olasılığı sıfır. Çoğunluğun uzmanlık gerektiren herhangi bir konuda “haklı” olmasının, uzmanların değil de en çok çıkan sesin dediğinin yapılmasının doğru seçim olma garantisi (o çoğunluk o konuda eğitilmiş, bilgili kişilerden oluşmuyorsa) hiç yok. Henrik Ibsen’in Bir Halk Düşmanı oyunundaki Dr. Thomas Stockmann’ın başına gelenleri hatırlayın.

Bir ülkenin düzgün çalışması, halkının sağlık, esenlik, uygarlık içinde yaşaması için gereken ortamı sağlayıp sürdürmesi beklenen kurumlarda hem bu ülküye inanmış hem de işlerini iyi bilen, liyakatli kişilerin söz sahibi olması zorunlu. Nüfusun yeterli bir oranı yeterince cahilse, belli kisvelere bürünmüş yalanlara otomatik olarak inanmalarına yol açan bir zayıf noktaları varsa, oy kaygısı içindeki politikacılar eğitim sistemini cehaleti örgütleyip demokratik sistemi “hack”lemek isteyenlere teslim ederse olabilecekleri tahmin etmek güç değil. Sanki eski raylar üzerinde treni hızlı sürmek daha önce kimsenin aklına gelmemiş harika bir fikirmiş gibi 4 Haziran 2004’te apar topar devreye sokulan “Hızlandırılmış Tren”in güvenli olmadığını “Ben bu trene binmem, sevdiklerimi de bindirmem!” diyerek haykıran Prof. Dr. Aydın Erel’in dikkate alınmamasının ardından 22 Temmuz 2004’te yaşanan Pamukova faciasında yitirilen 41 can. Demir yolunu kontrol etmekle görevli kişilerin işten çıkarılmasından sonra Edirne-İstanbul seferini yapan yolcu treninin 8 Temmuz 2018’de Çorlu’da devrilmesi sonucu yaşamını yitiren 25 masum insan. Ve tabii geçen pazartesi başımıza gelen felaket.

Haritası yıllar önce çıkarılmıştı

Erzincan’dan başlayan zincirleme depremlerin izinde arazide geçirdiği yılların ardından Kuzey Anadolu Fayı’nı keşfeden yer bilimci Prof. Dr. İhsan Ketin, şu sonuca varmıştı: Madem ülkemizin fayın güneyindeki dev bloku batıya doğru ilerliyordu, bu hareketin mümkün olabilmesi için daha aşağıda blokun sınırını oluşturan ikinci bir kırık bulunmalıydı. Ketin’in aklını kullanarak varlığını öngördüğü Doğu Anadolu Fayı 1971’de keşfedildi. Bilim size yarım asır önce bu kırık gibi daha önce varlığı bilinmeyen bir deprem makinesinin haritasını verdiyse, Prof. Dr. Naci Görür gibi uzmanlar yıllardır bu konuda feryat ediyorsa, kuzeydeki fayın yüzlerce yıllık uykudan sonra yarattığı felaketleri de gözünüzle gördüyseniz, o bölgede yapılaşırken, hastane, havaalanı filan inşa ederken dikkatli olursunuz, değil mi? “Burası Japonya mı!” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

100 yıl kadar önce bilim yolunu seçip çağ atlayan ülkemiz acaba bu sene ne yapacak? Ekonomi yönetiminde bilime dönülecek mi mesela? Ya da mantıksızlığını anlamak için doktora derecesi gerekmese de dayanaksızlığı Energy Reports dergisinin Kasım 2021 sayısında İngiliz, Türk ve Çin üniversitelerinden bilim insanları tarafından da gösterilmiş “Katar saati” saçmalığından kendi saat dilimimize dönebilecek miyiz? Göreceğiz artık.