24 Kasım 2024, Pazar Gazete Oksijen
05.08.2022 04:30

'Aysu Olayı'ndan notlar...

Geçen cumadan beri hep birlikte tanıklık ettiğimiz, Oksijen gazetesi adına benim de kendimi bizzat ortasında, hatta sevk ve idare ederken bulduğum bir “Aysu Olayı”ndan aklımda kalan notları sizle paylaşmak istiyorum. Bu konuda daha fazla tekrara düşmemek ve sıkmamak adına pek çoğunu eleyerek sadece bazılarını aktaracağım:

Birincisi bir bilgiyi düzeltmekle başlayalım: Aysu Türkoğlu 34 km yüzmedi. Aysu 42 km de yüzmedi. Aysu 60 km yüzdü. 34: İngiltere’yle Fransa arasındaki Kanal’ın kuş uçuşu mesafesi. 42: Nispeten iyi bir gününde geçiş yaparken Kanal’da yüzülen ortalama uzunluk. 60: Aysu’nun şansına 29 Temmuz’da başlayıp 30 Temmuz’da biten 16.5 saat boyunca yüzmek zorunda kaldığı uzunluk.

Niye bu kadar yüzdü, çok sorulduğu için onu da bir daha açıklayalım: Çünkü Manş’ta ilk kulaç atmaya başladığı saat 10.02’den itibaren karşısına gelen dalgalar, akıntı ve medcezir Aysu’yu sürekli geriye, sağa sola atıyordu. Aysu saatte 3 km hızla yüzüyorsa o sırada akıntı belki de 4 km hızında üzerine geliyordu. Kendisine eşlik eden “Pathfinder” teknesinin geçiş sırasında yılan gibi bir S hareketi çizmesinin nedeni de buydu. Kaptan Eric Hartley akıntının yönüne göre Aysu’nun yönünü ayarlıyordu. Aksi takdirde Fransa sahilinde karaya çıkacağı aralığı kaçırıp, başka bir noktaya savrulabilirdi, ki o zaman da kurallar gereği bu geçiş iptal edilirdi.

İşte Aysu’nun dalgalar ve akıntıyla boğuştuğu 16.5 saatin resmi. Geçiş boyunca ona eşlik eden İngiliz hakem ve kaptanın ortak sözü şuydu: “Bazen Aysu gibi çok iyi bir yüzücü geliyor ama şansına Manş patlıyor.”

O 16.5 saat boyunca bir yandan GPS sistemi sayesinde teknenin rotasını internetten izlerken bir yandan da WhatsApp üzerinden Manş’ı daha önce geçmiş iki yüzücüyle yazışıyordum. Biri zaten o an teknede bulunan, Manş’ı 4 yıl önce yüzmüş Aysu’nun antrenörü Bengisu Avcı Erdoğan, diğeri de 43 yıl önce aynı kanalı 15 saat 47 dakikada geçen Nesrin Olgun Arslan.

10’uncu saatin içindeyken Arslan’a “Teknenin çizdiği bu yay normal mi?” diye sordum. Oklarla çizdiği mesajında şunu anlattı:

“Siyah oklar medcezir ve enine akıntılar. Beyazlar boyuna akıntılar. Benim bu çizdiğim akıntılar hava şartlarına göre değişiyor. 12. saatte medcezir kıyıya doğru akmaya başlayacak ve belli ki ancak ondan sonra bitirebilecek. Normal bir deniz olsa 20 dakikada bitireceği mesafe için iki üç saat fazla yüzmek zorunda. Sahili görüyor, çok yakında ama akıntıyı yenemiyor, çok moral bozucu. Ama rahat ol her şey yolunda gidecek. Ben de o 20 dakika için 4 saat 47 dakika fazladan yüzmüştüm. İnat sabır, inat sabır, başka çare yok. Aysu da yapacak!” 

Manş’ı 43 yıl önce geçen Arslan’ın çizip cepten gönderdiği akıntı yönleri.


Artık 13’üncü saate girerken “Tekne bir türlü kıyıya dönemedi, korkmaya başladık, ne diyorsun?” diye sorduğum Bengisu da “Hayırrr korkmayın. Bekliyoruz, eğer erken dönersek bir yay daha yapmak zorunda kalır Aysu” yanıtını verdi.

İşte Aysu’nun “Karadaki fenerin ışığını görüyordum, bana 200 metre kaldı diyorlardı, ama o andan sonra 3 saat daha yüzmek zorunda kaldım” dediği akıntıyı bekleme yüzüşü buydu. Oradaki kıyıya paralel akıntıyı yavaş yavaş çıkabildi Aysu. Geçmek bilmeyen saatlerdi onlar. Yazışırken annesi Yurdagül Türkoğu’nun “Ben bayılacağım, artık bitsin” dediği saatlerdi. Çünkü bir ara Aysu’ya bağlı sürüş yapan teknenin hızı 0.7 knot’a kadar düştü. Derken 1’leri gördük, sonra 1.8’ler, 2’ler, 3.1’ler ve sonunda 4.1’lere kadar çıktı sürati. Ve birden tak dedi durdu Pathfinder. İşte o an teknenin sürüşü bırakıp Aysu’nun tek başına karaya çıktığı andı. Bizim de “BİTTİ” dediğimiz an: Saat 04.30.

Algıda “seçmeyecilik”

Yaklaşık üç aydır zaman zaman Aysu’yla ilgili birileriyle yazışmalar, konuşmalar yapmak durumundaydım. Hele son 15 günüm full Aysu’ydu. Bu süre içinde fark ettim ki sık sık şu düzeltmeyi yapmak zorunda kalıyorum: “Hayır, Aysu geçiş yapacak/yapan en genç Türk yüzücü.” Çünkü tanık olduğum cümleler hep şöyle kuruluyordu: “Aysu Manş’ı geçecek/geçen en genç kadın yüzücü.” Yani tercümesi; en genç geçiş yapan yüzücü nasılsa bir erkektir, o yüzden Aysu olsa olsa en genç geçen Türk kadını olacaktır.

Aslında hiçbir art niyeti olmayan, kadını asla ikinci sınıf insan görmeyen, son derece medeni kadın ve erkekler tarafından duyduğum, kendiliğinden kurulan cümlelerdi bunlar. Bunu söylerken tercümesinin farkında dahi değillerdi. Çünkü sanırım bizim kendimizi beyanımıza değil, ama bilinçaltımıza yerleşmiş bir ön kabuldü bu sıralama. O nedenle de her seferinde “Hayır en genç kadın değil, kadınların ve erkeklerin toplamında en genç yüzücü” diye düzeltmek zorunda kaldım cümleyi.

Bunu ayıplanacak bir şey olarak yazmıyorum, sadece bir algımızı fark edelim diye altını çiziyorum. Ve Aysu’ya bunu fark etmemizin vesilesi olduğu için de bir kez daha teşekkür ediyorum. Evet, biz kadınlar mesela 16.5 saat aralıksız konuşma gücüne sahip olduğumuz gibi 16.5 saat aralıksız yüzebiliriz de…

Üstelik bunu da erkeklerden daha genç yaşta yapabiliriz. Malum atomu parçalamaktan daha zor, ama Aysu’lar arttıkça ve biz onları alkışladıkça bilinçaltımız da böyle ufak ufak değişmeye devam edecek.
(Son bir düzeltme: Aysu “milli” yüzücümüz değil, bir Spor Bilimleri Fakültesi öğrencisi ve solo açık su yüzücüsü. Ama kim bilir belki de bundan sonra böyle bir davet alır. Sonuçta şu son bir hafta itibarıyla Türkiye’nin en çok konuşulan sporcusu.)

Size değişik bir kare… Aysu’nun antrenman için gittiği Bodrum’un Mahfel plajında 9 Temmuz günü, sabah saat 7 suları… Mehmet Uyargil en güzel “Bodrum ve Aysu” karesini yakalama derdinde, ama ilgi büyük. Daha üç dört tanesi de benim yanımda.

Hepsinde aynı içgüdü var

Sayısı az olsa da şöyle yorumlara rastladım: “Ne yani Aysu bir buluş mu yaptı, insanlığa faydası mı oldu, niye bu kadar abartıyorsunuz bu başarıyı?” Böyle bir cümleye yanıt yine sosyal medyadan okuduğum gibi “Sen hiç hayatında 16.5 saat yüzdün mü?” diye verilebilir. Ya da “16.5 saat sürekli otursan bile yerinden kalkamazsın, bu kız 16.5 saat akıntıya karşı yüzdü” denebilir.

Ben biraz daha uzatmak istiyorum: Aysu’ya Manş’ı geçirttiren içgüdüyle Özlem Türeci ve Uğur Şahin’in senelerini bir laboratuvarda geçirmelerinin içgüdüsü aynı. Sonuçları bambaşka, ama onlara bu gücü veren içgüdü aynı. Veya denizleri aşıp dünyayı keşfetmekle denizin dibine metrelerce dalmanın ya da atmosferin kilometrelerce üzerine çıkmanın içgüdüleri aynı. Kişisel olarak hiçbir zorunluluğu yokken, biri gelip arkasından bile itmemişken, bu işin sonunda ne kazanacağı hatta bazı durumlarda hayatta kalıp kalmayacağı dahi belli değilken, tamamen kendi rızasıyla sabırla, disiplinle, bilgiyle, teknikle, üstelik bu yetilere sahip olabilmek için başka bir sürü şeyi hayatından çıkarıp, yerine sürekli çalışmayı koyan “insan”ın içgüdüsü hepsinde aynı: Kendini aşma isteği! Bu isteğe adanmışlık! Bilimde de sanatta da sporda da hep bu aynı motor çalışıyor. Dolayısıyla bakışımızı sadece fayda-değer hesabıyla sınırlamadığımızda diyebiliriz ki; James Watt’la Usain Bolt veya şu an kimsenin onu görmediği bir yamaçta bir blok daha yukarı tırmanmaya çalışan dağcıyla Ludwig van Beethoven hep aynı ruhlar aslında…

“Gönder gelsin” rahatlığı

Aysu’ya canı gönülden destek olanların içinde bile başlangıçta hep bir kuşku vardı: “Daha önce Manş’a ayağını sokmamış biri nasıl geçecek?” Oysa eğer benim gibi geçiş denemesinden bir süre önce Aysu, Bengisu ve Nesrin Olgun’la uzun uzun konuşma fırsatı bulmuş olsalardı, böyle bir soru akıllarına bile gelmezdi. Çünkü gerçekten sadece hedefine kilitlenmiş adanmışları dinlerken karşınızda öyle güçlü bir irade görüyorsunuz ki, o iradeye duyduğunuz saygı sonuca verdiğiniz önemi azaltıyor.

Bir de doğrusunu isterseniz ben Aysu’nun geçeceğini biliyordum. Yüzmekten anladığımdan değil, tamamen onun rahatlığından… İngiltere’den girecek ve Fransa’dan çıkacak; bu kadar netti onun için. Bu bir özgüven patlaması olsa kaygı bile verebilirdi, fakat hedefiyle arasında yakaladığı doğal uyumdan kaynaklanıyordu rahatlığı… Mesela “Niye Manş’ı çok istiyorsun” dediğimde hiç düşünmeden bana “Çünkü olay denizde geçiyor” dedi. Veya “Manş’ı görmedin bile” diye üstelediğimde, “Geçenlerin çoğu da daha önce görmemişti zaten” yanıtını verdi. Tam bir “Gönder gelsin” havası… Çünkü 4 yıl boyunca sadece deli gibi antrenmanlar yapmamıştı Aysu, kafasında da Manş’ı daha gitmeden geçmişti zaten.

Biz yüzmeyi sevmiyoruz!

8 yıldır yaz kış Bodrum’un bir köyünde yaşıyorum. Bizim köyün kadınını da erkeğini de balık tutarken gördüm. Kayık kullanırken gördüm. Zıpkınla dalarken gördüm. Ama daha bir kez yüzerken görmedim. Mutlaka olmuştur, ama bu kadar zamandır bana hiç denk gelmedi.

Bu bir kültür ve disiplin meselesi. Hatta aynı kitap okumak gibi; ilk görüşte aşk olmasa bile eğer bir şans verirseniz bünyenizin zamanla alışıp müptelası olacağı bir alışkanlık. Ki Bodrum, mübadele zamanı ve öncesinde Girit’ten gelen Türklerin sayesinde bu kültüre daha açık bir kent, üstelik bir yarımada, üç tarafı denizlerle kaplı, ama ona rağmen genel durum diğer pek çok kıyı şehriyle aynı: Biz yüzmeyi sevmiyoruz. Denizdekilerimizin de çoğu ya teknesinin içinde ya da 10 dakika ıslanıp çıkanlardan.

Oysa böylesi güzelim bir denizde yüzme imkanı bu coğrafyaya bahşedilmiş bir nimet. Beden sağlığı, ruh sağlığı hatta akıl sağlığı için… Buraya taşınmadan bir hafta önce gittiğim nöroşirürji doktoru “Böyle devam edersen bir dahaki gelişine beline vida takmak zorunda kalırız. Madem Bodrum’a gidiyorsun denize gir, ama biz Türkler gibi girme. Üşüyene kadar yüz” dedi. Sadece bir yıl sonra gittiğimde ameliyatlık bir durum görmediğini söyledi.


Yine buraya gelmeden önce eşime yapılan kötü bir sinüs ameliyatı bütün içerideki anatomiyi değiştirmişti. İkinci bir ameliyat tehlikeliydi. Sık sık ağır antibiyotik ve kortizonlu ilaçlar kullanması gerekiyordu. Tanıştığımız tecrübeli bir doktorun tavsiyesi şu oldu: “Yılın mümkün olan en erken zamanı denize gir, en geç dönemine kadar çıkma.” Bu şekilde yıllardır idare ediyor. En iyi nefes alabildiği ay Kasım, en zorlandığı ay Nisan.

Birazdan Annette Kellermann’ı da okuyacaksınız, ama tüm bu faydaları bir yana; girmediğimiz, dahil olmadığımız, sevmediğimiz bir şeye sahip de çıkmıyoruz. “Aman da bu deniz şeritleri neymiş” deyip her yere iskele kuruyoruz. Denizin dibini tarıyoruz. Bütün pisliğimizi onun içine deşarj ediyoruz. Ama o şeritlerin yağmur ormanlarından bile daha fazla oksijen ürettiğini bilmiyoruz.

“Mavi Vatan” demeyi çok seviyoruz da denizlerin içi nasıl korunur, onun kavgasını hiç vermiyoruz. Denizin içindeki hayat bitmek üzere, ama umurumuzda değil. Topla oynanan sporlara duyduğumuz ilginin yarısının yarısı kadar bile su sporlarıyla ilgilenmiyoruz. Dalgıçlara astronot gözüyle bakıyor, denizle ilgili hep aynı yazıyı okuyoruz: Kağıtta levrek tarifi. Hani lakerda yapmak, ipe çiroz dizmek, balık tütsülemek falan da yok… Bir öğrenmişiz kağıtta levrek, tavada hamsi. Çünkü denizle tam olarak tanışmamışız. Bilmiyoruz. (Not: Ben bu deniz kültürü işine meraklandım diyen varsa Kırmızı Kedi’den çıkan aylık Deniz Mecmuası’nı takip edin derim.)

O yüzden Aysu’nun başarısının köpüğünün hala erimemesi çok önemli. Kahramanın bu kez denizden çıkması, bir yüzücünün en tepedeki siyasetçilerden sosyal medyaya kadar bu kadar sahiplenilmesi, sevilmesi ve gündemde kalması inanın denizle aramızdaki ilişkiyi de tazeliyor. Aysu’ya kaç gündür yaşıtları ya da çocuklardan nasıl bir merak ve ilgi olduğunu görseniz sanırım siz de şimdi benim gibi şunu merak ediyor olurdunuz: Acaba bu ay itibarıyla su sporlarına başvuru kayıtlarında bir artış olacak mı? (Lütfen sakın yazın ortasını geçtik, ne başvurusu demeyin. Su sporları kışın da yapılan bir spordur ve bu sporu yapan çocuklar çok sağlıklı büyür.)

Bir Adana filmi şart

Mutlaka bir “Kanal” filmi çekilmeli, ama İngiliz Kanalı değil, Seyhan Baraj Gölü’nün kanalları… Çukurova’nın mucizelerinden biri bu kanallar. Neden Türkiye’nin, hatta bir dönem dünyanın Manş rekorunu elinde tutan Erdal Acet Adana’dan çıktı? Neden Manş’ı geçen ilk Türk kadını Nesrin Olgun Arslan Adanalı? Neden “Manş’ın şifrelerini çözen antrenör” Kutal Özülkü Adanalı? Muharrem Gülergin kim? Meşhur “Yenilmez Armada”lılar kim? Aslında denizle hiç alakası olmayan bir memleketin bu başarı hikayesinin sebeb-i hikmeti ne? Bir olay var Adana’da. İster belgesel ister sinema filmi, isterse de dizi, ama bunun mutlaka anlatılması lazım.

Denizyıldızlarını okyanusa kavuşturmak

Herkesin sayesinde öyle güzel bir dalga oluştu ki, Aysu’nun sadece geçen pazartesi akşamı yaşadıklarına bakalım: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Aysu için “Gurur abidemiz oldu” dediği dakikalarda Fazıl Say Bodrum’daki konser sahnesine bir iskemle koydurtup Aysu’yu da o sandalyeye oturtup yanında ona çok sevdiği “Nocturne”ü çaldı. Konser bitiminde eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Aysu’yla bir fotoğraf çektirmek istedi. Ertesi sabah kalktığında bir büyük kulüpten ve bir büyükşehir belediyesinden tanışma-sohbet daveti aldı. en.wikipedia.org bile dalgaya gelmiş olmalı ki, hemen “First Swims” çizelgesine Aysu’yu da ekleyip yanına “Manş’ı geçen ilk Türk kadını” dedi. (Nesrin Abla’nın hakkını yeme Wiki!)
Aman bu dalga Aysu’yu gelebileceği en faydalı noktaya getirmeden bitmesin. Çünkü belli ki Aysu başka denizyıldızları yetiştirecek. Veya hayatın başka alanlarındaki başka denizyıldızları için ilham kaynağı olacak. Oksijen gazetesi olarak Aysu’yla ilk tanıştığımızda yola “Manş’a bir denizyıldızı atıyoruz!” diye çıkmıştık biz de… Malum hikayedir: Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, kıyıya vurmuş denizyıldızlarını hızla tekrar denize atan bir adamla karşılaşır. Yürüyüş yapan adam, “İyi de burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunları atmanız neyi değiştirecek ki?” der. Yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atan kişi, “Bak onun için çok şey değişti ama” karşılığını verir. 

Şahin, Kellermann ve Tarzi 

Manş’la geçen bir haftayı üç ismi anarak kapatalım:

Doğan Şahin: Büyükada vapurunda giderken birden yakınlarınızda bir jet motoru gördüğünüzü hatırlıyorsanız eğer, her halinden çok eğlendiği belli olan o beyaz saçlı adam Doğan Şahin’di. Bu ocak ayında vefat eden Şahin 1931, İstanbul doğumlu. İnşaat yüksek mühendisi. Ünlü şekerci Ali Muhiddin Hacıbekir’in damadı ve Hacı Bekir Lokumları’nın eski yönetim kurulu başkanı.

İTÜ’de okuduğu yıllarda yelken, kürek ve futbolla ilgilendi, ama asıl aşkı yüzmeydi. Bu alanda pek çok rekoru ve madalyası bulanan Şahin, Ekim 1961’de Manş’ı Fransa-İngiltere yönünde, 14 saat 21 dakikada geçti. (Manş’ı ilk geçen Türk yüzücü 1954’te Murat Güler oldu.) Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi üyesi ve Avrupa Fair Play Birliği’nin verdiği “Chain of Merit” nişanı sahibi olan Doğan Şahin için channelswimmingassociation.com’un açılış sayfasında hala güzel bir anma yazısı bulunuyor.

Annette Kellermann: Esther Williams’ın 1952’de çevirdiği “Milyon Dolarlık Deniz Kızı” filminde hayatı anlatılan Kellermann yüzme tarihinin en renkli kadınıydı. 1887’de Avustralya’da doğdu. Bacaklarındaki bir hastalık nedeniyle 6 yaşında çelik teller kullanmak zorunda kaldı. Ancak bir gelgit havuzunda gördüğü tedavi 13 yaşında sonuç verdi. Dahası 15 yaşında katıldığı ilk yüzme yarışını kazandı. Giderek rekorlar kırmaya başlayan Kellermann, 1905’te Manş’ı geçmek istedi.

Üç başarısız denemeden sonra ”Dayanıklılığım vardı ama kaba kuvvete sahip değildim” diyerek denemeyi bıraktı. (Amerikalı Gertrude Caroline Ederle 1926’da kanalı geçen ilk kadın oldu.) Milo Venüsü’ne benzerliği nedeniyle “Mükemmel Kadın” denilen Annette Kellermann pek çok Hollywood filminde deniz kızını canlandırdı. Aynı zamanda ilk kez su balesini yapan, senkronize yüzmeyi popülerleştiren, bir filmde ilk kez çıplak görünen, ilk kez tek parça mayo giyme modasını başlatan, adına mayolar üretilen kişiydi. Sağlıklı, zinde yaşam üzerine çok sayıda kitap yazdı. 88 yaşında vefat etmesinden kısa bir süre öncesine kadar da yüzmeyi hiç bırakmadı.

Pakize İzzet Tarzi: Bizim için ilklerin kadını. Türkiye’nin ilk jinekoloğu, ilk özel kadın doğum kliniği kurucusu ve İstanbul Boğazı’nı yüzerek geçen ilk kadın. 1910’da Halep’te doğdu, 2004’te İstanbul’da öldü. Muazzam bir hayat hikayesi var: İngilizlerin Şam’ı işgali üzerine ailesiyle birlikte Konya’ya taşınıyor. Konya’da Delibaş isyanında ablası ölüyor, komutan olan amcası esir düşüyor. Darülfünun’da fizik ve kimya okuyabilmek adına mahkeme kararıyla yaşını büyütüyor.

Mustafa Kemal istediği için bir tıp öğrencisi olarak bir süre Anadolu’da çalışıyor. Afgan Kralı Emanullah Han’ın yeğeni Fettah Tarzi ile evleniyor. Roma’da doktorluk yapıyor. 1948’de İstanbul Soroptimist Derneği (en iyiyi amaçlayan kadınlar) kurucularından oluyor. Şişli’de kadın doğum kliniğini açıyor. Kızı Zeynep Tarzi, Sultan II. Abdülhamit’in torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu’yla evleniyor. Ve tüm bunların arasında 1932’de İstanbul Boğazı’nı yüzerek geçen ilk kadın oluyor. Yani yine hep o güçlü aşma içgüdüsü, yine o aynı ruh…