Yavaş yavaş bohem havası bittiğinde eski Bodrum’un kalbi olan Çarşı’nın da ismi anılmaz oldu. İkinci evi Yarımada’da bulunmasına karşın pek çok Bodrumseverin henüz adımını dahi atmadığı Çarşı mahallesinde küçük bir gezi yapacağız. Siz büyük olasılıkla çizdiğim rotadan çıkıp yeni sokaklar keşfedeceğiniz bir tura dönüştüreceksiniz bu geziyi...
İster minibüsle ister kendi aracımızla Bodrum Otogarı’na kadar geldik. Tercihimiz açık otoparksa hemen otogarın karşısındaki park yerine girdik. Yok, Cevat Şakir Caddesi’nin kalabalığında biraz daha az yürüyelim dersek otogarı geçip, yaklaşık bir 150 metre sonra, yine sol kolda kalan Kültür Derneği’nin kapalı otoparkına aracımızı park ettik. Çantamızda bu yazının olduğu Oksijen gazetesi, bir küçük su, yüzümüzde maske, kendimizi Cevat Şakir’den aşağıya bıraktık. Zaten çok değil, iki üç dakika sonra yolumuzu Kale Caddesi’nin sonundaki Merkez Adliye Camii kesecek. Ramazan ayı vesilesiyle eski Bodrum camilerini bu sayfada hep birlikte bir bir gezeceğiz, ama şimdi bir saniye durup çilek taşından yapılmış yapının şu şirinliğine, sadeliğine bir bakalım. Tabii önündeki reklam raketiyle klima dış ünitesini görmezden gelerek… Geldik ve tam geçerken solumuzda Müftü Hilmi Konday Sokak tabelasını okuduk. Kim biliyor musunuz Müftü Konday? Bodrum’un 1900’lü yıllardaki aslen Hopalı müftüsü, ama asıl Otokar’ın kurucusu İzzet Ünver’in dedesi. 1909 doğumlu olan İzzet Ünver önce dayısı Hasip Konday’ın yanında terzilik öğrenir. “Dimitri” takma adıyla İstanbul, Paris deneyimleri derken müşterileri arasında İnönü ve Menderes’in de bulunduğu çok ünlü bir terzi olur. Siyasilerle ilişkiler gün gelir ona sanayiciliğin de kapılarını açar. Bodrumlu İzzet Ünver 1964’te Türkiye’nin ilk otobüsünü üretir. Hızla büyüyen Otokar’ın 1976’dan itibaren büyük ortağı Koç Holding olur. Bu arada para çekmeniz gerekiyorsa Kale Caddesi’ni bitirmeden işinizi halledebilirsiniz, pek çok bankanın ATM’si var. Gerçi para harcayacak bir gezi yapmıyoruz; elinizi kirlettiğinize değmez, hadi devam edelim.
Aksona Mehmet...
Sol kolda tarihi Hacı Molla Han’ı görüyoruz. Tam 250 yaşındaki han vaktiyle Uslu ailesinin mülkiyetine geçmiş. Babalarının adı Bodrum eşrafından çok sevilen Hacı Molla Hasan. Bodrumlu Hacı’nın bir oğlu Yardımada’ya sinemayı ilk getiren Salih Uslu; bir oğlu ilk eczaneyi açan Halil Uslu; diğer çocukları doktor, mühendis ve biri de okul yaptırmış. Ama hanın asıl ünü Zeki Müren’in yazları her akşam geldiği Han Restoran’ın burada olmasından… İki yıldır kapalı, yakında bir kafe açılacakmış. Bu arada hanın Emrah Tezer tarafından drone’la çekilmiş kısa videosunu internetten bir izleyin derim. O görüntülere bakınca hem hanı daha güzel bulacaksınız, hem de Bodrum limanını… Kale Caddesi eski Bodrum’un can damarı… Kısacık, ama her köşesi için edecek iki çift laf var. İşte şimdi de eski meyhaneler, yeni tekilacılar sokağının önünden geçiyoruz. Geçen ocak ayında söyleşi yaptığımız Belediye Başkanı Ahmet Aras’ın “Eskiden çok güzel bir meyhaneler sokağımız vardı, oralar tekilacılara dönüştü, birden bire kabuk değiştirdi” diye dert yandığı yer. Çok eskiden de tornacı, contacı, camcı, berberin olduğu bir sokakmış burası. İlk kez 1973’te Tek Tek adında bir koltuk meyhanesi açılmış. Sonra basketbolcu Orhan Özbatur’un No 7’si, tiyatro sanatçısı Güzin Özipek’in Rastgele’si ve diğerleri gelmiş. Evet, artık Barış (İskele) Meydanı’ndayız. Meydanda kocaman bir Sünger Heykeli var. Sanatçı Halil İbrahim Sever’in traverten taşından yaptığı heykel, mermer alt kaidesiyle birlikte 17 ton. Eserin modeli, Bodrum’un “son süngercisi” Aksona* Mehmet’in bundan 10 yıl önce Gökova Körfezi’nde 60 metre derinden çıkarttığı, hani banyolarda da kullanılan Melat süngeri. Orijinali Rahmi Koç Deniz Müzesi’nde olan sünger için Aksona Mehmet, “Her gözeneğinde bir sünger avcısının ruhu var” diyor. Hepsinin ruhuna bir Cevat Şakir “Merhaba”sı gönderip, yüzümüzü şimdi de tarihi Kızılhisarlı Mustafa Paşa Camii’ne çeviriyoruz. (*Aksona: Vurgun yiyen süngercilere aynı derinliklerde uygulanan bir tedavi yöntemi.) Burası Bodrum’un inşa edilmiş ilk camisi, yıl 1724. Ondan önce cemaat 150 metre uzaktaki Bodrum Kalesi’nde şapelden bozma bir camiyi kullanırmış. Ne zaman ki Kaptan-ı Derya Mustafa Paşa Eğriboz’dan kalkıp Bodrum’a gelmiş, sadece cami değil, medrese, hamam ve tersane de yaptırmış. Bundan tam 350 yıl önce Evliya Çelebi’nin geçerken uğrayıp özetle “Kale’den başka bir yerde hayat yok” dediği Bodrum’da bir imar ve iskan hareketi başlatmış. Daha sonra oğlu ile kahyası da ona katılmış ve öldüklerinde Bodrum Tersanesi’ndeki türbeye gömülmüşler.
Alim Bey’e büyük sevgi
Şimdi caminin önünden Çarşı’ya doğru adım attığımız caddenin adı Dr. Alim Bey. Bazı isimler sokaklara caddelere boşuna verilmiyor. Bodrumluların hala sevgiyle andığı harika bir insanmış Alim Ekinci… Bodrum’un ilk Devlet Hastanesi 1950’lerin ortasında açılıyor, yanılmıyorsam halen Eskiçeşme’de hizmet veren 2 numaralı Sağlık Ocağı’nın olduğu yerde… O yıllar hastanede çalışan bir doktor, iki ebe hemşire, iki de hasta bakıcı var. Alim Ekinci buraya atanan üçüncü hükümet tabibi. 1952 İstanbul Tıp mezunu, idealist bir genç. Bodrum’a geldiği ilk andan itibaren gece gündüz çalışıyor. Koyduğu teşhis ve tedaviler çok başarılı olunca Bodrumlunun yüzü gülüyor. Kısa sürede hastaların hamisi, Bodrumluların sevgilisi bir efsaneye dönüşüyor. O kadar ki 1985 yılında vefat ettiğinde Bodrum, gördüğü en kalabalık cenaze törenlerinden birini yaşıyor. Yürümeye devam ederken solda Barlar Sokağı’nın önünden de geçmiş bulunduk bu arada… “Ah bir dili olsa da anlatsa” denecek sokağın “eski Bodrum” adeti Veli Bar’dan başlayıp dolaşa dolaşa Hadi Gari ve Mavi’de geceyi bitirmekti; ya da tersi istikamet. Tıpkı Sevilla’nın tapas barlarında yapılan turlar gibi; her birinde biraz… İnsanın aklına hemen o güzel filmin adı geliyor: Akdeniz Akdeniz!
Fısıltılı bir çadır
Sağımızda Trafo’yu görüyoruz. Burası Bodrum’a ilk kez 24 saat kesintisiz elektrik veren jeneratörlerin bulunduğu yermiş. Şimdi belediyenin deniz manzaralı güzel bir kafesi var. Hakan Aykan Kültür ve Sanat Merkezi’nde sergi, konser, tiyatro gibi birçok etkinlik düzenleniyor. Şu an onları olmasa bile içinde mutlaka görmemiz gereken bir anıt duruyor; bir ağaç. Üstat siz anlatın: “Dünyanın en güzel gölge ağacı, Brezilyalı Bella Sombra tohumları getirttim. Bu ağaçlarda sık bir yaprak kubbesi oluyor. Dallar uzadıktan sonra uçları yere dokunuyor. İnsan, serin ve fısıltılı bir çadırın içindeymiş gibi, güneşin tabanca sıkarcasına vuran ışığından kurtuluyor.” Cevat Şakir bu ağacın tohumunu 1938’de dikmiş buraya. Demek Mustafa Kemal’in yokluğu kadar büyümüş canım Bella Sombra…
Yaz-kış sergi var
Yürümeye devam… Çarşı’nın malum dükkanları başladı… Yine Aras’ın o söyleşimizdeki cümlesini alalım buraya: “Çerçi’lerin, Hızma’ların, halı, deri satanların, süngerciler, sandaletçiler, buldancılar, boncukçuların güzelim Çarşı’sı turistlerin zorla kolundan çekildiği sahte marka pazarına döndü.” Biz de hızla geçtik burayı ve birden burnumuza döner kokusu geldi. İddiaya göre sebzeli dönerin 1984’te icat edildiği ilk yer Nokta Döner’miş. Etin arasına patates, domates, kırmızı, yeşil biber dizmek bir Egeli’nin işi mi yoksa bir Kayserili’nin mi bilemedim, ama denemek isteyenler burada takılsın, biz hemen karşı çaprazdaki Bodrum Belediyesi’nin Mausolos Sergi Salonu’na geçelim. Bu bina eski Fora’nın olduğu yer. Yine eski Kortan’ın Cumhuriyet Caddesi No: 28’deki yeri de I.Artemisia Sergi Salonu yapıldı. Bodrum’u yönetmiş olan Mausolos’la Artemisia hem kardeş hem karı koca ve tabii ki yıl MÖ 370’ler. Bugün adlarını taşıyan her iki salon da yaz kış açık. 40 günde bir yeni sergi geliyor. Sergilerin yöneticisi eski bir resim öğretmeni olan Handan Cinoğlu hayatından çok memnun: “Hep özel okullarda çalıştım ve o yaka kartlarından nefret ettim, ama şu an gururla taşıyorum. Çünkü Bodrum Belediyesi bana burada çok güzel bir mekan verdi. Burada sergi yapmak harika.” Sergi salonundan çıktıktan sonra ayağımızı attığımız meydanın adı Hilmi Uran. Önemli bir şahsiyet; iki dakika durup Oksijen’deki şu bilgi notunu okuyalım: Hilmi Uran 1886’da Bodrum’da doğuyor, Adana’dan milletvekili seçiliyor; tam beş dönem. Bu süre içinde sırasıyla Bayındırlık, Adalet ve İçişleri bakanlığı yapıyor. İsmet İnönü’nün tercihiyle 1947’de geniş yetkilerle donatılmış CHP Genel Başkan Vekili seçiliyor. 1950 seçimlerinde CHP’nin muhalefete düşmesi üzerine siyaseti bırakıp, Pendik’teki evine çekiliyor. Anılarını kaleme aldığı kitabını* tamamladıktan kısa bir süre sonra 1957’de vefat ediyor. (*Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım/İş Kültür Yayınları)
Dinamit bile yıkamadı
Ve işte şimdi de meydanın orta yerinde tam karşımızda o duruyor: Bodrum’un masmavi denizine bakan, 370 metrekarecik yeşil bir bahçenin içinde, kubbesi bordo, duvarları soluk turuncu, Bodrum Çarşı’nın silüeti olmuş tarihi Aya Nikola Kilisesi… Ya 1780 ya 1873 yılında, Osmanlı’nın izniyle ve Bodrum’daki Hıristiyan cemaatin paralarıyla yapılmış tam Akdeniz tipi bir ibadet evi… Dalga geçmiyorum: Orada, Hilmi Uran meydanında yarım asır öncesine kadar böyle bir kilise vardı. Mübadele zamanı içindeki çanı, ikonayı Girit’e götürdü Rumlar… Sonra da günah olmasın diye mihrabını yıkıp sünger deposu ve sinema salonu olarak kullandı Türkler… Hatta bir zat içinde tekne yapıp, çıkarabilmek için bir sütununu parçaladı, ama yine de 1969’a kadar duruyordu o tarihi bina yerinde. Ne zaman ki çıktı biri “Burayı Halk Eğitimi Merkezi’nin yeni binası yapalım” dedi, ne zaman ki tuttu biri “Çökme tehlikesi vardır” raporu verdi, o gün işte ellere kazma kürekler alındı. Vurdular duvarlarına yıkılmadı, vurdular yıkılmadı. Sonunda içinde dinamit patlattılar. Ve ana kolonlar yine yıkılmadı. Mecburen dökülen duvarların üzerine inşa edildi yeni merkez. Ama kimse sevmedi binayı. 2013 yılında yıktırıldı ve işte şimdi bu halde. İki yıl önce restore edilecek deniyordu, ama bakalım Balıkçıların Aziz’i kim bilir daha neler görecek Bodrum’da… Biraz acıkır gibi olduk değil mi? Şöyle sahilden Cumhuriyet Caddesi’ne doğru kokuyu takip edin, bakın bizi nereye götürecek. Tarihi Yunuslar Fırını! Aslına bakarsanız adı ve yeri tarihi, ama burası “modernleştirirken değiştirilmiş” bildiğiniz şirin bir pastane. Girelim içeri; ben bir küçük otlu poğaça isterim, siz de ne isterseniz söyleyin, hemen o arada şu satırları okuyalım:
İstanköy altı Bodurum/ İki dükkan bi furun/ Peynir ekmek yiye yiye/ Ni ağız galdı ni burun
Bodrum’un o yıllardaki yoksulluğunu tam Bodrumca anlatan bu meşhur dörtlükte geçen “furun” işte burası. 1876’da Rumlar kuruyor. Taş fırında nefis francalalar yapıyorlar. 1911’de Giritli Yunus ve Yusuf Gözen’e satılınca adı “Yunuslar” oluyor. Yusuf Bey Demokrat Partili ve lakabı “Başbakan”. Giritçe söylediği kinayeli laflarıyla meşhur. Onlardan biri de yetinmesini bilmeyen birini gördüğünde hemen yapıştırdığı beyti: Othyağolos stu koludu; kuça tumayerevyi! Yani “Kim ki hali vakti yerinde olup da daha fazlasını ararsa şeytan onun kıçında bakla pişirir.” Yunuslar, Bodrum’da sevilen bir aile, ama fırın onlarda da kalmıyor. Biliyorsunuz, pastacılığı yüzyıl önce çalışmaya gittikleri Macaristan, Polonya ve Rusya’da öğrenen Çamlıhemşinliler yurda döndüklerinde en iyi pasta ustaları oluyor. İçlerinden biri de Bodrum’a düşüyor: Yakup Hoştan. 1968’te Yunuslar’ı alıp, adına “Karadeniz”i ekliyor. Aynı dönem başka hemşerileri de eski Bodrum’un meşhur Penguen pastanesini açıyor. Tam biz bir kenara ilişmiş bu satırların üzerinden geçerken içeri beyaz saçlı, hafif cüsseli biri giriyor. Şöyle bir gözlerinin mavisine bakıyorum, biraz hırçın bir mavi…“Haçen yoksa sen buranin ortağu Talat Arıcı misun?” diyorum içimden; doğruymuş. 84’te ortak olmuş. O güzel şivesiyle “Rus çarına pasta yapmış Mehmet Amca’yla aynı memleketin çocuğuz. Burada pasta işini de ben icat ettim. Ben gelene kadar yoktu” diyor. Güzel de yapıyorlar pastaları, ama yine içimden şöyle geçiriyorum: “Madem markaya 1876’yı yazdınız, o zaman keşke mazinin hatırına tam tarifiyle gevrek de satsanız; ama üzerine ‘kuluraça’ yazarak…”
Bodrum’un Edison’u
Fırından çıktık, Cumhuriyet Caddesi’nde devam etmeyelim. Bir gün Kumbahçe gezisi de yaparız, ama şimdi Hilmi Uran’a dönelim. Ticaret Bakanlığı’nın deniz tarafındaki küçük binasını sağımıza alıp sola doğru yürüyelim. Burası taa yukarıda kalan Atatürk Caddesi’ne kadar Taşlık Sokak. Taşlık’ta iki adım yürüdük mü hemen karşımıza bir çatal çıkıyor. Soldan devam edersek yine Taşlık, sağdan gidersek Makinist Nusret Yeprem Sokak. Nusret Yeprem, Bodrum’un Edison’u, Tesla’sı… 1926 yılında elektriği ilk bağlayan makinist! Bunu yaptığı yer de az önce girdiğimiz Mousolos Sergi Salonu’nun binası. Nusret Yeprem, çok nazik, çok aydın bir kişi olarak tanınıyor Bodrum’da… Cevat Şakir’in en değer verdiği insanlardan biri. Aya Nikola’nın sinema salonu olarak kullanıldığı 50’li yıllarda makinistlik de yapıyor. Oğlu Burhan Yeprem ise Bodrum’un ilk radyo tamircisi oluyor. Nusret Yeprem sokağının dar koridorlarından döndükten sonra Şehit Yusuf Cansevdi Sokağa varıyoruz. Yusuf, Bodrum’un ilk lokantalarından biri olan Yıldız’ın ahçısı Çilli Mehmet’in oğlu. Kıbrıs Barış Harekatı sırasında kendi gibi Bodrumlu Gaffur, Zafer ve Uğur’la birlikte Kocatepe Muhribi’nde görevli. 20 Temmuz 1974 günü Kocatepe Türk pilotları tarafından yanlışlıkla bombalanıyor. Bu kazanın suçlusu denizciler mi havacılar mı hala net değil, ancak o gün o gemide 67 asker yaşamını yitiriyor. Ölümleri Bodrum’da büyük üzüntüyle karşılanan dört gencin adı da yaşadıkları mahallelerdeki sokaklara veriliyor. Genç Yusuf’un sokağı hafif dik, soluklanmak için elimizi dayadığımız duvar Hanende Mey Lokantası’nın. İçeriden güler yüzlü bir hanım çıkıyor; Nuray Hanım, “Kapattık artık lokantayı, ama gelin bir kahve ikram edeyim” diyor. Tipik bir Bodrumlu işte… Yok, çok sağolun diyorum, ben şu Taşlık’ın çooookkk eski zamanlardaki kadersiz kadınlarının hikayesini merak ediyorum. O hanımların yaşadığı birkaç ev varmış burada, sonra yanmış? “Doğru” diyor Nuray Hanım, “Neredeyse 80 yıl öncesinden kalma bir hikaye. Hatta onların evlerinin önüne taş bir set yapılmış. Çünkü sokakta aynı zamanda aileler de yaşıyormuş.” Niye Taşlık demişler acaba diye merak ediyorum: “Çünkü dağ gibi bir yermiş, bir tek çobanlar yaşarmış, sokaklar, evler ancak kayalar oyularak yapılmış. Taşlık o zamanki Giritli Türklerin mahallesiyle aramızda sınırdı, cahil aklımızla onlar bizi biz onları sınırdan geçirmezdik.” Nasıl değiştiniz sonra? “Turizm birleştirdi bizi. 60’lı yıllardan önce iki kamp gibiydik, ama turizmden sonra iç içe geçtik ve özellikle yeni nesil bunların çok saçma şeyler olduğunu anladı.”
Uzun kaktüslü ev
Taşlık tam bir Bodrum sokağı… Giritli Zarife Teyze şu evde kilim dokurmuş, Papaz’ın evi üzerinde arması olan şu evmiş, bu evde de düğünlerde tef çalan Çakır Fatma yaşarmış. Derken karşımıza halihazırda ofis olarak kullanılan ve önünden geçen hemen herkesin fotoğrafını çektiği “uzun kaktüslü ev” çıkıyor. Uğraşanın ellerine sağlık, ama benim asıl bayıldığım sokak buradan dönünce; İnci Sokak. Sokağın sağına soluna hayranlıkla bakınırken 18 yıldır burada yaşayan İstanbullu Veliye hanımefendiyle karşılaşıyoruz, “Ah eski halini görecektiniz. Yerler hep kayrak taşıydı, sonra geldi belediye bu taşları kapladı.” Sağolsun o da kahveye buyur ediyor, ama bizim artık bir an önce varmamız gereken bir yer var. Aksi halde eli boş dönebiliriz.
Girit’ten Kos’a, Kos’tan Bodrum’a Sakallı Ali Doksan’ın hikayesi...
Solumuzda Merkez Turgutreis Ortaokulu’nu bırakarak İnci’den aşağıya iniyoruz. Sağda aktar dükkanını geçip devam et, işte Sakallı Ali Doksan! Hemen İbrahim Bey’e klasik köfte siparişimizi verip, o da kaldıysa tabii, bir yandan da Oksijen’i çıkarıp kaldığımız yerden okumaya devam ediyoruz: Mustafa Akçaalan’nın lakabı yüzündeki siyah çember sakalı nedeniyle Sakallı. 1945’te o da kayınpederi ve Bodrum’un ilk lokantacısı Ali Subaşı gibi Kale Caddesi’nde bir lokanta açıyor: Şiş köftesi meşhur, ama sabahları yaptığı yağda ciğer kızartmasının da çorbasının da müdavimi çok. İşleri yoğunlaşınca yanına yeğeni Ali Doksan’ı alıyor. Ali Doksan 1933 doğumlu. Babası Doksanaki, Girit’ten Kos’a, Kos’tan Bodrum’a geliyor. Babası öldüğünde Ali daha 11 yaşında. Dayısı Sakallı’yı babası gibi belliyor, gece gündüz demeden yardım ediyor. Sakallı çoktan vefat etmiş, Ali Doksan da şimdi evinde istirahatte, lokantayı yeğeni İbrahim beyle torunları işletiyor.
Meşhur köftenin sırrı
Bu arada İbrahim beye köftelerin sırrını soruyorum: “Dana kıyması döşten, döş yağsızsa biraz kuzu sıyrıntısı, ama kuyruk değil, o koku yapar, bunu bir kez çekiyorum. Sonra elimi hafif ıslatarak tuzla kıymayı bir beş dakika karıyorum. Ardından bir daha çekiyorum. Bitti gitti.” Tabii orada bitmiyor, o kıyma şişe çekilip közün üzerinde yellenerek pişiriliyor. Aynı esnada ekmek de kızartılıyor. Arasına köfte, bir de maydanozlu soğanla domates… Gelmesiyle bitmesi iki dakika sürmüyor. “Bir tane daha” demeyip tutuyoruz kendimizi, nasılsa yine geleceğiz. Daha tam karşımızda bize göz kırpan Bodrum Deniz Müzesi var. Orayı da bir gün hep birlikte gezeceğiz, ama bu sayfa için artık 100 metre ilerideki kapalı otoparka ya da hemen az ilerisindeki otogara gitme vakti. Farkındaysanız, sizi döndürüp dolaştırdım ama tura başladığımız yerin iki adım uzağına kadar da çıkardım. Şimdi gitmeden son bir ritüel: Müzeyle köftecinin arasında kalan şu her bir dalı bir ağaç kalınlığındaki Okaliptüs’e boylu boyunca bakalım. Onu da buraya 83 yıl önce Cevat Şakir dikmiş; MERHABA! DD:Bu yazı için pek çok kaynaktan alıntılar yaptım, ama birini özellikle anmak isterim; Hüseyin Y. Şakar’ın “Mazimdeki Bodrum ve Bodrumlular.” Bir Bodrumlunun kaleminden, çok faydalı bir eser.