"... O belki de son hezarfendir (bin fenden anlayan kişi). Balıkçı’dır, bahçıvandır, doğayı denizi yeniden üretir. Balıkçı’dır, turist rehberidir, yaratıcı geziyi yeniden üretir. Ressamdır. Romanı, öyküsü hem çetin çekirdekli bir şiir barındırır; hem de bu duyarlık derin bir kültür ve tarih bilinciyle sarılmış sarmalanmıştır. Onda sonsuz “ilk”ler bulacaksınız. O “son bin fen”in yaşam izlerine, onun kocaman dünyasına hoş geldiniz!” (Hulki Aktunç, “Son Bin Fen” kitabından)
Caruso konseri
Babıali’de çalıştığı dönemdir. Yazıişlerinde konu her nasılsa müzikte erkek seslerinden açılır. Bas, bariton, tenor derken Cevat Şakir, “Ben Enrico Caruso’yu severim” der. Kimse böyle bir adı duymamıştır. “Hani şu ünlü İtalyan tenor, aryaları var” diye hatırlatmaya çalışsa da bilen çıkmaz. Şakir’in huyudur, söyleyerek anlatamadığını çizmeye başlar, çizmek de yetmezse sesiyle, vücut hareketleriyle canlandırma yapar; ama mutlaka anlatır. O anda da kafası atar Cevat Şakir’in, “Bakın işte böyle” diye başlar Caruso’nun aryalarını söylemeye… Yakın arkadaşı Sabahattin Eyüboğlu’nun dediği gibi “sanki mağarada hapsedilmiş de birden serbest bırakılmış” sesiyle inletir ortalığı. Tam da yaz günü, yazıişlerinin bütün pencereleri açıktır. Arya dinletisi bitince birden dışarıdan müthiş bir alkış kopar. Meğer caddeden geçenler duydukları davudi sesten etkilenip durmuşlar, bu küçük konseri alkışlıyorlardır.İn aşağıya komunist!
Ne demişler Balıkçı için, “Eloğlu bahçeyi alır çekirdek vermez, Balıkçı çekirdeği alır bahçe verir.” Bunu kendi de söyler; “Ben bulunduğum yerle imanıma dek meşgul olurum”. Gerçekten de özellikle Halikarnas Balıkçısı olduktan sonra aklı fikri yaradılışla bir olup Bodrum’u cennete çevirmektir. Büyükada’da olduğu bir gün değişik bir palmiye ile karşılaşır. Hemen Bodrum aşkıyla tırmanıp tohumlarını toplamaya başlar. Tohum toplayıp başka yerlere yaymak en büyük zevklerinden biri olduğu için öyle doymaz bir iştahla işine dalmıştır ki polisin geldiğini fark etmez bile. Polis “Ne yapıyorsun orada” diye bağırır yukarı. Balıkçı, “Tohum topluyorum, görmüyor musun” der. Polis: “Sen onu külahıma anlat. 14 yıllık polisim ben. Sen komünistlerle haberleşiyorsun. Çabuk in aşağı, seni suçüstü yakaladım.” Artık mecbur iner aşağıya. Bileklerine kelepçe vurulur, tohum dolu ceplerle karakola giderler. “Anan yahşi baban yahşi” faslından sonra güçlükle derdini anlatıp kurtulur, ama gerçekten de izahı zor bir durumdadır. Ağacına çıktığı evde Stalin’in Rusya’dan sürdüğü ünlü Marksist teorisyen Troçki oturuyordur.Amerikalı komutan
Tahminen 1946 yılıdır. Bodrum Limanı’na irili ufaklı Amerikan gemileri gelip demir atmıştır. Kaymakamla, belediye başkanı hemen bir zevat oluşturup görüşmeye gidelim diye düşünür, ama bu işi tercümansız yapmaları mümkün değildir. Tabii hemen akıllarına yedi dil bilen Balıkçı gelir. Peki nerededir Balıkçı? Toprakla uğraşmıyorsa mutlaka denizdedir. Koşarlar iskeleye. Tam da Balıkçı rıhtıma yanaşmak üzeredir. Koca koca adamlar ellerini megafon gibi yaparak “Kurtar bizi Cevat Bey” diye bağırıyorlardır. Karaya çıkınca durumu hemen anlar Balıkçı, ama üstü başı bir zırhlıya gitmek için hiç uygun değildir. Israr ederler, “Peki” deyip birlikte gemiye çıkarlar. Geminin komutanı bizim pejmürde Balıkçı’mıza “gemimde ne işin var” diyen bir ifadeyle bakmaktadır. Sohbete geçilir, Balıkçı tercümeye başlar, yabancı heyet şaşkınlık içinde kalır. Dayanamayıp komutan sorar: “Ben Amerikalıyım siz benden daha akıcı İngilizceyle konuşuyorsunuz, nerede okudunuz?” Yanıt “Oxford” olunca gemidekiler hayretler içinde ayağa kalkıp Halikarnas Balıkçısı’nı alkışlamaya başlar.Hiç şiir yazmayan şair
Brüksel’den çok ilginç bir davet alır Halikarnas Balıkçısı, “Dünya Şairler Kongresi”ne çağrılmaktadır. “Her iki Türk’ten üçü şairdir, ama ben değilim” demesine karşın ısrarla beklediklerini söylerler. Dünyanın dört bir yanından şairlerin katıldığı kongreye Balıkçı da gider. 75 yaşındadır. “Kesin beni yanlışlıkla çağırdıkları ortaya çıkıp geri gönderecekler” diye beklerken salonda bir takdim duyulur: “İlk olarak Türkiye’nin önemli şairlerinden Halikarnas Balıkçısı’nı çağırıyorum. Bildiğiniz gibi her şair için konuşma süresi 10 dakikadır.” İçinden “Hapı yuttuk, rezil olacağız” diye geçirir Balıkçı; alkışlar eşliğinde mikrofonun başına gelip, aklına gelen ilk cümleyi söyleyiverir: “Tarih üç büyük şair yazmıştır: Homeros bir, Dante iki!” Susar. Salondan “Peki üçüncü?” diye sorular gelir, “Ben nereden bileyim, herkesin üçüncü şairi başka, belki de kendisidir!” yanıtını verince salonda inanılmaz bir etkileşim olur, alkış başlar. Balıkçı’nın cesareti yerine gelir, Sappho’dan girip Ahmet Yesevi’den çıkar, bir Anakreon’dan bir Yunus’tan bir Nazım’dan şiirler okur. O sırada kongre başkanı söze girmek zorunda kalır: “Değerli şairler, şu ana dek elime ulaşan beş yazıda, bunları gönderen şairler kendi haklarından vazgeçtiklerini, bu sürenin de Balıkçı’ya verilmesini istiyor. Kabul edenler, etmeyenler?” Oylama yapılır, Balıkçı kürsüden bir saat sonra iner.Koçzade Vehbi Bey
51 model Mercury marka otomobil İzmir’den Söke’ye gidiyordur. Şoför koltuğunda Can Kıraç, beraberinde Vehbi Koç ve eşi Sadberk Hanım. Öğle molası için Kuşadası’nda dururlar. İmbat otelinin lobisinde birden kocaman sesiyle bir “Merhaba” işitirler; bir bakarlar Halikarnas Balıkçısı. Masalarına davet ederler Balıkçı’yı, kırmaz oturur. Gezdirdiği turist kafilesi dinlenmeye çekilmiş, üç saat boş zamanı vardır. Can Kıraç, o gün için “Olağanüstü bir üç saat yaşamıştık” der. Balıkçı’nın rehberliğinde mitoloji dünyasında ilginç olaylarla dolu sanal bir gezintiye çıkmışlardır. Batı uygarlığının Anadolu asıllı olduğunu kanıtlayan mitolojik olayları anlatırken Balıkçı kah rüzgâr gibi esiyor, kah şimşek gibi çakıyordur. Tam bu coşkuya kapılmış giderlerken Balıkçı, “Ey Koçzade sen Paris’in Koç’unu bilir misin?” der. Başlar Truvalı çoban Paris’in koçunu anlatmaya. Vehbi Koç, bu renkli, heyecanlı anlatımın etkisi altına girip, “Cevat Bey! Bunları yaşamış gibi anlatıyorsun! Sen ne müthiş adammışsın yahu!” demekten kendini alamaz. Sonra konu “Apollon ile Dafnis”in aşk hikayesine gelir. Balıkçı zaman zaman ayağa kalkıyor, kol hareketleriyle öyle bir görsel şölen sunuyordur ki otelin lobisi tiyatro sahnesine dönüşmüştür. Sonunda Balıkçı, Dafnis’in nasıl bir defne fidesine dönüştüğünün hüzünlü hikayesini şu sözlerle bitirir: “Defne fidanının iki dalı Apollon’un sarı bukleli başını, biri soldan öbürü sağdan sardı ve bir çelenk olarak tanrıyı taçlandırdı. Apollon, Dafnis’in defnesinden aldığı bu armağana şu dileğini sundu: Ey Peri Kızı! Bu geceden sonra bütün insanlar senden bir dal ve çelenk isteyecekler. Çelenkler, senin için göğe yükselen duygularımın ölümsüzleşen ilâhileri olsun!” Koç ailesi dahil lobide ne kadar dinleyici toplanmışsa hepsi birden duygu dolu bu aşk hikayesinin etkisiyle sessizliğe bürünür. Tabii sessizliği bozan yine Balıkçı olur, üstelik çok enteresan bir sözle: “Koçzade Vehbi Bey! Cenaze törenlerine gönderilen defne dallı çelenklerin hikayesidir bu. Ölümümden sonra bana çelenk gönderirsen defne dalları unutulmasın!” Bu konuşmadan dört yıl sonra, Ekim 1971’de, Türk Eğitim Vakfı “Defne Dallı” çelenk bağışı kampanyası başlatır. Ve Ekim 1973’te bir çelenk de Bodrum’a gönderilir. Vehbi Koç özel olarak arayıp Can Kıraç’tan rica eder: “Halikarnas Balıkçısı’nın cenazesine, benim adıma, en seçme yapraklı defnelerden oluşan bir çelenk gönderilsin!” (Türk Eğitim Vakfı’nın defne yapraklı bağış çelenk kampanyası 41 yıldır hala devam etmektedir.)Yatağan'ın adı nereden geldi
Bugün termik santraliyle anmak zorunda kaldığımız Muğla’nın Yatağan ilçesi eskiden “Ahiköy” adında bir bucaktır. Bir gün Ahiköy’ün adının değiştirilmesine karar verilince bucağın müdürü Bodrum’a gelip Halikarnas Balıkçısı’yla görüşmek ister. Meğer Balıkçı’nın kayığına verdiği “Yatağan” adını çok severmiş, bu ismi bucağa koyabilir miyiz, diye sorar. Balıkçı’nın çok hoşuna gider bu fikir, ama “sakıncalı” biri olduğu için müdürün başına iş açılmasından çekinir. Ona “İstersen gerekçe olarak Yatağan’ın Osmanlıya nice zaferler kazandıran bir savaş bıçağı olduğunu söyle” tavsiyesinde bulunur. Oysa kendisi kayığına bu adı hem okunuşundaki şiirsellik hem de gerçekten kayığını yatağı gibi kullandığı için koymuştur. Yatağan Balıkçı’nın üçüncü kayığıdır. Girit yapımı, yedi metrelik, motorsuz, sakoleva armalı bir tırhandildir. Kayığıyla tek başına Cova’ya (Gökova) açılır, günlerce dönmez, Bodrumlular başına bir şey mi geldi diye endişelenir, neden sonra denizde açık bir kestane gibi kayığını görünce rahatlarlar. Balıkçı yere uzanıp dolu dizgin yazmayı seviyordur. Bernard Shaw’ın “İnsan ve Üstün İnsan”ın çevirisini, “Aganta Burina Burinata”nın çoğunu evinde ya da Yatağan’da uzanıp yazmıştır. Yanında biraz su, biraz İstanköy peksimeti, biraz da peynir, zeytin ve bolca kağıt kalemle açılır, bir yandan ayağıyla dümeni idare edip bir yandan da durmaksızın yazar… Bodrum’dan taşınacağı zaman ona en çok Yatağan’ından ayrılmak dokunur. Son gece pruvasına sarılıp, öperek der ki, “Seninle milyonlarca dalga aştık, şimdi ayrılma zamanı.”Bir uçtan bir uca 83 yıl
17 Nisan 1890: Cevat Musa Şakir Girit’te doğdu. Annesi Giritli Sare İsmet Hanım, babası yaver Şakir Paşa, amcası Girit vali ve komutanı Cevad Paşa idi. 1891-1895: Girit’teki başarılarından dolayı amcası Sadrazam, babası Atina sefiri yapılınca 5 yaşına kadar Atina’da büyüdü. “Orada yanağıma bir tokat yemişim gibi Akdeniz’in büyüsüyle çarpıldım” dediği Faleron kıyısındaki bir evde yaşadı. 1895: Ağabeyi Cevad’ın haksızlıklara uğrayıp genç yaşta ölümünden çok etkilenen Şakir Paşa devlet görevlerinden ayrıldı, “ağabeyinin İstanbul’da hiç ayak basmadığı yer olan” Büyükada’ya taşındı. Köşkün tavan arası sürekli resim çizen küçük Cevat Şakir’in atölyesi olarak düzenlendi. İngiliz ve Fransız iki ayrı mürebbiyesi vardı. Herkesin en az iki yabancı dil bildiği, bir müzik aletini çok iyi kullandığı, bir ucunda büyük başarılara imza atmış askerler, diğer bir ucunda ilkleri başarmış sanatçıların yetiştiği, Türkiye’nin en renkli ve “en çılgın” ailesinin, imkanlarını en fazla kullanan, en gözde çocuğu olarak yetiştirildi. 1900: Robert Kolej’e başladı. Neredeyse tüm zamanını okuyarak geçirdiği için okul yönetimi tarafından kütüphane yasaklandı, o da arkadaşlarına sipariş verip el feneriyle yatağın içinde okumaya devam etti. 1904: İlk çevirisi İstanbul’da İkdam gazetesinde çıktı. 1904-1908: Portsmouth’taki İngiliz denizcilik okuluna gitmek istiyordu, ama babasının kararıyla Oxford’ta Yakın Çağlar Tarihi okudu. Aslında çoğu zamanını Oxford yerine başta İtalya olmak üzere İspanya ve Fransa’da geçiriyor, gittiği her yerde sanat çevreleriyle tanışıyor, resim kurslarına katılıyordu. Kurslarda “müthiş empresyonist Türk” diye tanınıyordu. “İlk sevdiğim kadın” dediği İspanyol sanatçı Pilar’dan oğlu oldu. Sonraki yıllarda oğlunun daha çiçeği burnundayken İspanya İç Savaşı’nda öldüğünü öğrendi. 1912: Roma Güzel Sanatlar Akademisi’ndeyken akademide modellik yapan Agnesia Kafiera’ya aşık oldu. Evlendiler ve hamile eşiyle birlikte Büyükada’ya Köşk’e döndü. Kızları Mutahhara doğdu. Bu arada bir yandan İstanbul Güzel Sanatlar’da minyatür, gravür, tezhip eğitimi alıyor bir yandan da gazete, dergilere çeviri ve yazılarına devam ediyordu. 1914: Afyonkarahisar’daki Kabaağaçlı çiftliğinde yaşanan bir tartışma sırasında Şakir Paşa, oğlunun elindeki tabacadan çıkan tek kurşunla öldü. Bu büyük trajedi sonucu 15 yıl hapis cezası aldı. 1921-1925: Hapishanede verem oldu, o yıl çıkan genel afla 6 buçuk yıl sonra serbest bırakıldı. Dayısının kızı, Çapa Öğretmen Okulu mezunu Hamdiye Hanım’la evlenip Üsküdar’a yerleşti. 1924’te oğulları Sina doğdu. Babıali’de özellikle Anadolu’daki kurtuluş hareketini destekleyen Güleryüz, Resimli Ay, Resimli Gazete gibi dergi ve gazetelere yazılar yazıp resim, tezhip, illüstrasyon ve karikatürler çizdi. Türk medyasının ilk resimli dergi kapağını yapmasının yanı sıra ilk grafik tasarımcılarından biriydi. O yıllarında en huzur bulduğu yer ise bir Rufai tekkesi olan Molla Gürani Dergahı’ydı. 1925: Asker kaçaklarının İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılanmasını eleştiren bir yazısı nedeniyle Resimli Hafta dergisinin genel yayın yönetmeni Zekeriya Sertel’le birlikte İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Üçer yıl sürgün cezası verildi. Sertel Sinop’a, Şakir Bodrum’a gönderildi. Ekim 1925: Ankara’dan Bodrum’a teslim edilmek üzere Haziran’da başlayan, jandarma erleriyle birlikte tren, otobüs, araba, at ve yayan olarak devam eden zorlu yolculuğu üç buçuk ay sürdü. Sonunda Bodrum’a varıp karanlığın içinden kendisine gelen köpüklü dalgalarla baş başa kaldığı o ilk gecesinde denizin önünde dizlerinin üzerine çöküp hıçkıra hıçkıra ağladı. Oradaki diz üstü düşmek aslında bir çeşit fırlamak, havalanmak gibiydi. İçinde bir anda bir milyar kuşun sevinçle cıvıldadığını duydu, irkildi, dikilip ayağa kalktı. Cevat Şakir olarak çöktüğü yerden ayağa kalkan o adam artık Halikarnas Balıkçısı’ydı. 1925-1928: Eşi ve oğlu da yanına geldi. Hamdiye hanım Bodrum’un başında bir örtüsü olmadan dolaşan ilk kadınıydı. Başöğretmen olarak çalışmaya başladı. Bu arada Balıkçı’nın cezasının son bir buçuk yılını İstanbul’da çekmesi kararı verildi. Bodrum’da öyle büyük bir dönüşüm yaşamıştı ki onun için gerçek sürgün İstanbul günleri oldu. 1929-1946: Girit-İstanbul göçmeni bir ailenin kızı olan Hamdiye hanımdan boşanıp bu kez Girit-Bodrum göçmeni olan Hatice hanımla evlendi. Hatice hanımla üç çocukları oldu ve onlara hep aile fertlerinin isimlerini verdi: İsmet Ayşe, Aliye ve Suat. Bodrum’daki hayatı boyunca ya keşif ve balıkçılık için denize açıldı ya da Bodrum’un doğası, toprağıyla uğraştı. Bu arada gazete ve dergiler için yazılarına, resim ve çevirilerine devam etti. Aralarında Türk edebiyatını çok etkilemiş eserlerin de bulunduğu 7 roman, 9 öykü, 10 inceleme, birer anı ve mektup, iki çocuk, 13 çeviri kitabı yayınlandı. Ama onun asıl başyapıtı özellikle Bodrum’daki yaşamı oldu. 1945: Aydın ve yazar arkadaşlarıyla birlikte ilk Mavi Yolculuk gezisini başlattı. 1946-1973: Çocuklarının eğitimlerine devam edebilmeleri için İzmir’in o zamanki adıyla Hatay mahallesine taşındı. Taşınma günü Yokuşbaşı’ndan Arşipel’e baktığı sırada omzunda çocukları, ayağında tabanı yırtık telle tutturulmuş bir ayakkabısı vardı. İzmir’deki ilk döneminde yine doğayla uğraşıp fuar alanını ve yollarını cennete çevirdi. Daha sonra kendi icat ettiği bir stilde rehberliğe başlayarak Türkiye’nin Pir-i Rehberan’ı oldu. Bodrum’la bağını hiçbir zaman koparmadı. 1972 yılında kemik kanseri teşhisi kondu. Son nefesine kadar kalemini sağ eline koyup sol eliyle ittirerek de olsa yazmaya devam etti. 13 Ekim 1973 günü saatler 15.15’i gösterirken son sözlerinden biri de “Koku duyuyorum. Çiçek kokusu…” oldu. Sabırlık Sokak, Gönül Tepesi: Bodrum’da muazzam bir film sahnesi gibi yaşanan, Gülriz Sururi’nin “Yaşamım boyunca benzerini göremeyeceğim bir törendi. Tiyatro dışı ama çok teatral” dediği cenaze törenini altı ay sonra tam da bu kaldığımız yerden devam ederek anlatacağız. Ayrıca başka bir gün “Mavi Anadoluculuk”u, “Harika Çılgınlar Şakir Paşa Ailesi”ni ve babasının öldüğü o meşhur “fatal geceyi” de konuşacağız. Ama bugün onun doğumgünü. Sözü müsaadenizle burada kesip şimdi biz Bodrumlular için Gümbet’te parkın içindeki o esintili tepeye doğru bir uzanmanın ve tam da onun şu vasiyetini yerine getirmenin zamanı: “Mezarımın başında saygı duruşu istemem, bana bir merhaba yeter!”Cevat Şakir için güzel bir “merhaba” da Bodrum Belediyesi’nden geldi. Belediye Başkanı Ahmet Aras, Balıkçı’nın ölümünün 50’inci yılı olan 2023’ün “Halikarnas Balıkçısı Anma Yılı” olarak kabul edilmesi için UNESCO’ya resmi başvuruda bulundu. Bu perşembe günü Bodrum Deniz Müzesi’nde imzalanan başvuru metni çeşitli odalardan alınan referans mektupları ve imzalarla birlikte UNESCO’ya gönderilecek. Ama asıl önemlisi başvuru metni Bodrum halkının imzasına açılacak. Başta Bodrum Deniz Müzesi olmak üzere belirlenecek noktalarda pandemi koşullarına uygun bir şekilde, ama hızla ve onbinlerce imza toplanması bekleniyor.