Giriş Sahnesi: Tersane
“Sjötorp”u IKEA’nın kitaplık serisinin adı sanırsak yanılırız. Yine İsveççe, fakat ülkenin en büyük gölü Vänern üzerindeki küçük bir kasabadır Sjötorp… Buradaki bir tersanede bundan 116 yıl evvel güzeller güzeli bir “kız” dünyaya gelir, adını Hulda koyarlar. Pagan dönemi İskandinav folkloründe “Hulda” bir Kuzey Avrupa tanrıçası, Elflerin Kraliçesi’dir. Kuş tüyü yatağını salladığında dünyaya kar yağdığına, çamaşırlarının durulama suyunun yağmur olup aktığına inanılır. Bizim hikayemizdeki Hulda ise yaklaşık 25 metre boyunda, 7 metre eninde, meşe ve çamdan inşa edilmiş iki direkli, yelkenli bir yük gemisidir. Gemiyi inşa eden Kuzeyli denizciler ona büyükannelerinin ismini vermişlerdir. 1940’larda motor takılan Hulda M/S, Vänern sularında bir kargo gemisi olarak çalışır; tam 60 yıl…Dış Mekan Çekim: Brüksel
II. Dünya Savaşı’nın korkunç günleri sona ermiş, uluslararası çapta büyük bir fuar düzenlemesine sıra ancak gelmiştir; Brüksel EXPO’58! “Barış” temalı fuarın sloganı “Dünyaya insanlığını geri vermek” olarak belirlenir. Olağanüstü bir mimarlık eseri olan “Atomium” strüktürü serginin sembolü haline gelmiş, ünlü mimar Le Corbusier’nin teknolojik donatılarla inşa ettiği Philips Pavyonu* büyük alkış toplamıştır. Tüm dünyanın gözü Brüksel’deyken Türkiye Pavyonu’nun tasarımı dönemin dört parlak genç mimarına emanet edilir: Muhlis Türkmen, Utarit İzgi, Hamdi Şensoy ve İlhan Türegün. İki yıl çalışan ekip o kadar yaratıcı bir iş ortaya çıkarır ki, sadece fuara gelen 18 milyon ziyaretçinin ilgisini çekecek bir pavyon hazırlamakla kalmaz, Türkiye’de çağdaş mimarlık uygulamalarının en önemli örneklerinden birine de imzalarını atmış olurlar. Sihirli dokunuşları, mimarlıkla sanatı birleştirip, Türk sanatçılardan pavyonda sergilenmek üzere yeni eserler istemeleridir. Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan Füreya Koral’a, Sabri Berkel’den Zerrin Bölükbaşı’ya kadar pek çok sanatçı bir araya gelerek Brüksel’deki Türkiye pavyonunu tam bir “sanatlar sentezi”ne dönüştürür. (Şimdi nerede bu muhteşem yapı ve eserler derseniz trenle Türkiye’ye getirildikten sonra en son Gülhane Parkı’nda çürümeye bırakıldığı bilgisine sahibiz; Eyüboğlu’nun bir milyon taştan hazırladığı dev mozaik duvarının bir kısmı da 52 yıl sonra KKTC’de ortaya çıkar, ama gerisini bilmiyoruz.)- Pavyon: Fransızca pavillon. Bir kuruluş veya bir kurumun, bir bahçe içindeki yapılarından her biri.

İlhan Koman ki tıraşsız bir heykeltıraş/Uçmağa doğru sakallı/Elinde bombalarla bebekler/Heykel gibi olmayan heykeller/Taşınırdı garip maacir /Güneyinden Kuzeyine Kutupların/Battı batacak teknesiyle/Varmak için Edirne’ye/Selimiye’ye.. - Can Yücel (Fotoğraf: Piri Koman)
Yakın Plan: İlhan Koman
Brüksel EXPO’58 Türkiye Pavyonu, iki çelik prizmatik kütlenin birleşmesinden oluşan geniş, yatay bir dikdörtgendir. Tasarımı yapan dört mimar da bu kadar yataylığa bir dikey hareket katma ihtiyacı duyarlar. Kapısını çaldıkları sanatçı 37 yaşında, Güzel Sanatlar’da öğretim üyesi olarak çalışan İlhan Koman olur. O zamana kadar neler yapmıştır Koman? Bir kere İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde ünlü Alman heykeltıraş Prof. Rudolph Belling’in tedrisatından geçmiştir. Heykel bölümünü birincilikle bitirdiği için bursla Paris’e gönderilmiş, 1947-51 yılları arasında L’Académie Julian ve L’École du Louvre’de çalışıp, ilk kişisel sergisini burada açmıştır. Yurda döndükten sonra Anıtkabir’in Doğu kanadındaki Sakarya Meydan Muharebesi rölyeflerini yapan da İlhan Koman olmuştur, Sadi Öziş ve Şadi Çalık’la Türkiye’nin ilk modern metal mobilyalarını tasarlayan da… Artık sanat hayatının “taş” devrini geride bırakmış, “demir”e şekil ve hacim vermeye çalıştığı yeni bir çağını yaşıyordur. Üstelik tam da André Bloc’un “Groupe Espace” manifestosuna katılarak “mimariyle sanatın” birleşip topluma uygun yeni bir çevrenin yaratılması gerektiğini savunduğu günlerindedir. Koman teklifi memnuniyetle kabul eder. Hemen Brüksel’e gidip Pavyon’un girişine çelik borulardan yapacağı 30 metre yüksekliğindeki pilon kulesine çalışmaya başlar. Aslında Koman mimariyle sanatın birleşmesinden de başka bir noktada, “sanatla matematik ve fiziği” buluşturmanın çabasındadır. İleriki yıllarında tüm dünya tarafından “Türk da Vinci” olarak anılacak olan Koman daha o fuar işinde bile statik hesaplara dayalı, hareketli bir kule yapma peşindedir. Ünlü statikçi Serge Ketoff’la çalışır. Üzerine bir de sergi binasının içine büyük bir Hitit Kursu yapar. Hitit Güneşi ilk defa sembol olarak bu fuarda kullanılmış olur. (Bu arada Koman’ın eserleri de diğerlerinin akıbetinden kurtulamaz. Türkiye Pavyonu’nda sanat-mimarlık ilişkisini üstlenen pilon en son Ankara istikametindeki açık bir tren vagonunda, ucunda kırmızı bezi sallana sallana giderken görülür.)İç Mekan Çekimi: Ankara
Mimarlık tarihçilerinin “Türkiye’nin Batı kulübüne kabulü” olarak değerlendirdiği Brüksel’deki sergi İlhan Koman’ın da dünyaya açılmasının dönüm noktası olur. Sonraki yıllarında “Sanat hayatımdaki en önemli dönem Brüksel’deki o altı aydı” diyen Koman için sanat “bilinmeyene doğru çıkılan küçük bir maceradır.” Ancak dünyada sanat ve bilim alanlarında büyük bir hareketlilik yaşanırken Türkiye’deki siyasi ortam yaratıcılığı beslemenin çok gerisindedir. Brüksel’deki etkileşimi gördükten sonra “dışarıda istediğim gibi para kazanabilirim” diye düşünür. Ne demektir Koman için “istediği gibi” para kazanmak; kimseye temanna çakmadan, tavizde bulunmadan, küfretmeden, küfür dinlemeden para kazanmaktır. Çıktığı bu yeni “macera” onu İsveç’e götürür. 1958 yılında İsveç hiç de öyle “sanat ülkesi” olarak ünlenmiş bir merkez değildir, ama rahatsız edilmeden, özgürce, sessizlik ve sakinlik içinde çalışabileceği bir fanus gibidir.
Yeni Mekan Çekimi: İsveç
İsveç’e geldiğinde ilk bulduğu ev Drottnigholm’dedir. Ev değil aslında ahırdır burası, üstelik bir duvarı yıkık. Ancak Koman’ın“her şeyi yapabilme” gibi bir yeteneği olduğundan evin lağımından kaloriferine kadar tüm eksiklerini kendi tamamlar. O kadar sempatik bir hale getirir ki, sonunda ev sahibi kirayı neredeyse beş katına çıkarır. İşte o noktada bir “ayrılık” kararı daha vermesi gerekir İlhan Koman’ın. Eşi Melda Kaptana’dan ayrılmış -ki kendisi Türkiye’nin ilk profesyonel sanat galerisinin yaratıcısı ve modern sanat koleksiyoncularının öncüsüdür- 7 yaşındaki oğulları Ahmet’ten uzaklarda yaşamayı göze almış; Misak-ı Milli metnini kürsüden bizzat dedesinin okuduğu ülkesini geride bırakmış; şimdi bir de dünyanın “kara parçası”ndan ayrılma aşamasına gelmiştir. Yeni bir ev aramak, yeni bir ev sahibi, yeni sözleşme, yeni prosedürler… Bunların hiçbiri artık onun ruhuna göre değildir. İsveç’e geleli yedi yıl oluyordur, ama o özgürlüğün daha dibine, en dibine gitmek istiyordur. Kararını verir.Geçmişe Dönüş Sahnesi: İstanbul
Otelin tuvalet penceresi Haliç ve Galata Köprüsü’ne bakıyordur. 4-5 yaşlarında bir çocuk klozet kapağını kapamış, üzerine çıkıp pencereden çatanaların köprüden bacasını indirip kaldırarak geçişini büyük bir hayranlıkla izlemektedir. İstanbul’a dedesi, Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Aykut Şeref’i ziyarete gelen o Edirneli çocuk İlhan Koman’dır. Gemi mühendisi olmayı ilk o zaman hayal eder. Çocukluğu boyunca mütemadiyen gemi modelleri yapar, mahallede herkes bilye oynarken o kağıtlarla, cıvatalarla boğuşur. Ancak doktor olan babası, Koman’ın geçirdiği ağır tüberküloz yüzünden gemi mühendisliği gibi ağır bir meslek seçmesine müsaade etmez. O da çizgisinin kuvvetli olması nedeniyle Güzel Sanatlar’ın resim bölümüne başlar, fakat çamurdan öyle harika modülajlar yapıyordur ki, hocaları Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu, İlhan Koman’ı heykel bölümüne alırlar. Hayat Koman’ı gemi mühendisliğinden çok daha ağır çalışacağı bir sanatın içine sokmuştur, ama onun aklının bir köşesi hep çatanaların mekaniğinde ve denizde kalır.VE PERDE!..
Yıl 1965. Hulda 60 yaşına gelmiş, artık yük taşımaktan yorgun, Vänern gölünün bir kenarında dinlenmeye çekilmeyi bekliyordur. Fakat tam, benim bu dünyadaki vazifem bitti, derken yeni bir karar arifesindeki İlhan Koman görür onu. “Bir evde temelli oturacağıma kafam kızdı mı keserim halatları, açılırım denize…” der Koman. Zaten bir süre birlikte çalıştığı mimar Ralph Erskine’in ofisi de Drottningholm’de bağlı, eski bir mavnadan bozmadır. Hulda’da yaşama fikri aklına yatar, ama önce oturulacak hale getirmesi gerekir. Sjötorp’taki vaktiyle inşa edildiği tersaneye götürür Hulda’yı. Bir buçuk yıl uğraşır. Başlangıçta tersanedeki işçiler şüpheyle bakar Koman’a, tek başına bir Türk gelmiş gemi tamir ediyordur… Üstelik yanında da bir kadın; Koman’ın İsveçli eşi Kerstin… Motoruna kadar Hulda’nın her şeyini elden geçirir Heykeltıraş… Tam ayrılma vakitleri gelmiştir, tersanenin yaşlı ustası Holm ona şöyle der: “Bak adam! Buraya geldin, yarın da gidiyorsun. Yalnız sana şunu söyleyeyim ki, belki bizim torunlarımızın torunları diyecekler ki, buraya çılgın bir Türk geldi. Tek başına gemisini donattı, çekti gitti. Bunu kimse unutmayacak!”17 Haziran’da 100 yaşına girdi
İlhan Koman gemisine “ev” denmesine kızıyordur, ama görenler “Burası ev gibi” demekten de kendini alamaz. Kaloriferinden elektrik sistemine, telefonundan piyanosuna kadar Hulda’nın içi tam bir yaşam alanına çevrilmiştir. Güverteden aşağıya indiğinizde ortası bir ambardır. Burası salon olarak kullanılır ve yemekler ortasındaki büyük sofrada yeniyordur. Mutfak, salonun dibinde burna doğru, yanlarda ise ranzalar vardır. Ranzalarda da dört çocuk: Kerstin’in ilk evliliğinden kızı Catrin, birlikte olan çocukları Elif, Defne, Korhan ve zaman zaman onlara katılıp üniversiteyi İsveç’te okuyan Ahmet. Kışları Hulda’yı Drottningholm’de İsveç Kraliyet ailesinin de yazlığının bulunduğu kanala demirleyen Koman ailesi, yazları İskandinav fiyortlarını geziyorlardır. Bu arada atölyesini de teknenin bağlı olduğu yerde kurmuştur. Atölyeden kastımız malzemelerini saklamak için kullandığı sarayın eski harp sığınağı olan bir mağaradır. O mağara ve önündeki çalışma tezgahında bilimle sanatı buluşturduğu eşsiz eserler verir İlhan Koman… Biz en fazla kollarını açmış “Akdeniz” heykelini biliriz, ama dünya onu daha çok Pi serisi, Sonsuzluk serisi, Hyperform’ları, Derviş’i, Leonardo’su ve patenti alınmış eser-buluşlarıyla tanır. İlhan Koman ülkesini her zaman dert edinmiş, teknesi ve hatta tüm tanıdıklarının evlerini Türkiye’den gelen siyasi mültecilere, 12 Mart mağdurlarına açmış; sofrasında Abidin Dino, Can Yücel, Mihri Belli, Demir Özlü, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Tuncel Kurtiz, Aşık Nesimi, Aşık Daimi ve daha nicelerini ağırlamış; sevdiklerine hep “evliya” diye hitap eden, ama asıl kendisi öyle olan bir evliyadır. Bu arada İsveç Parlamentosu’ndaki Kraliyet Arması rölyefini yapıp, arkasına Kuzeyli ırkçıların kullandığı “svartskallen” lafına atıfla şu notu bırakacak kadar da hem protest hem de muzip: “Hayatın cilvesi; sizin devletin alamet-i farikasını bir karakafalı yaptı.” 100’üncü yaşını, önceki hafta 17 Haziran’da kutladığımız İlhan Koman 1986 yılında “daha yetiştirmem gereken çok işim var” derken İsveç’te hayata gözlerini kapar. Vasiyeti gereği külleri Baltık denizinde, ailesiyle hep balık tutmaya gittiği yerde, derin mavi sulara bırakılır. Koman’ın çocukları bugün her 17 Haziran’da babalarının şerefine kendileri birer kadeh şarap içip, bir kadehi de denizle paylaşırlar; arada bazen bir parça da Camembert peyniriyle…