Merhaba... Şu an okumakta olduğunuz Oksijen’in belki de en ruh uyumunun olduğu kentlerden biri Bodrum’dur... Bodrum... Tarihteki adı bile “Rüzgar” olan kent... Aslında Bodrum denilince akla ilk gelmesi gereken de denizi güneşinden ziyade Bodrum’un insanı iyi eden, bol oksijenli, kendine has güzellikteki havası olmalıdır. Oksijen gazetesi Bodrum’un hem temiz hem özgür, hem kadim hem de samimi havasını çok önemsiyor. Umarız Bodrumlular da Oksijen’lerine sahip çıkar ve her hafta sonu burada buluşuruz. Kaldı ki biliyorsunuz, Bodrum sadece burada doğup burada yaşayanların değil; Vanlı’yla Aksaraylı’nın, Giritli’yle Hemşinli’nin, İstanbullu’yla Ankaralı’nın hatta Türkiye’yle dünyanın buluşma noktasıdır. Biz ilk yazımız için Bodrum’un inanılmaz zenginlikteki çeyiz sandığından şimdilik sadece 10 güzel hikayeyi seçip çıkardık. Bodrum’a bir mandalina fidesi dahi diken herkesin Bodrum için çok kıymetli olduğunu bilerek... Hepsine ve herkese koca bir Cevat Şakir Merhaba’sı! Devrim Devecioğlu
1. LOKANTASI
1940’lı yıllardır. Bodrum’u ziyaret eden Rodos Belediye Başkanı öğle yemeği için Lezzet’e (Bugünkü Körfez) gelir. Giritli aşçı Ali Subaşı her zamanki gibi güzel yemeklerinden yapar, küçük oğlu Hasan da servis eder. Bir anda öyle sıcak bir atmosfer oluşur ki lokantada bulunanlar Başkanın şerefine şarkılar söyler. Başkan da bu güzel sıcak Bodrum insanına teşekkür etmek için beraberindeki genç kızı göstererek “Benim kızım da size şarkı söylesin” der. Gerçekten genç kız kalkar, bir arya okuyup oturur. Lokantadakiler kızı alkışlar, ama aslında biraz da ayıp olmasın diyedir. Yıllar geçer, birgün ünlü müzik adamı Ahmet Ertegün yanında Yunan misafirlerle lokantaya gelir. Masadaki kadınlardan biri “Aaaa” der, “Ben yıllar önce burada şarkı söyledim.” Hasan Subaşı hemen hatırlar; “Evet, orada ben de vardım, size servis yapmıştım.” Kadın, Maria Callas’tır. Bu arada Körfez’in bir meşhuru daha vardır; iskorpit çorbası. Tarifini de hiç çekinmeden paylaşırlar: Ayıklanmış balık, üzerine soğan koyarak haşlanır, sonra etleri irili ufaklı parçalara ayrılır. Tereyağı biraz unla kavrulup balığın haşlama suyuna katılır. Havuç, püf noktası kereviz, istenirse patates küçük küçük doğranıp içine atılır. Sebzeler pişince balık parçaları eklenir. Tencere ateşten alındıktan sonra yumurta ve limonla terbiyesi yapılır.
2. İNCİRİ Bodrum inciri küçük ve lezzetlidir. 60’lı yıllarda Bekir Aras (Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras'ındedesi) inciri toplar, kosterlerle İstanbul, Samsun ve Trabzon’a gönderirdi. O zamanlar liman olmadığından koster gelir, ama kıyıya yanaşamaz, açığa demirlerdi. Süngerci kayıklarıyla çuval çuval incir kostere taşınırdı. Bir gün yine bu nakliyat sırasında tekne tam limanıniçinde alabora olur. Ne kadar incir çuvalı varsa denizin dibini boylar. Oğlu Kaptan Kemal Aras, “Biz dalar çıkarırız onları” der. Mancorna’lar hemen atlar denize, gangavayla çıkarıp kurtarırlar incirleri... Kale’nin önü eskiden bomboş arazi... O meydana serilir incirler. Kuruduktan sonra yine çuvallayıp kosterle İstanbul, Samsun, Trabzon’a gönderirler. Birkaç hafta sonra bir telgraf gelir, “O son gönderdiğiniz partiden, birkaç ton daha gönderir misiniz” diye... İşte incirin tuzlu suya bandırılması meselesi böyle çıkar ortaya! Bodrumlular artık inciri deniz suyunda kaynatıp tenekeye öyle basarlar. Şekerlenmeyen incir bir anda endüstriyel bir ürüne dönüşür.*
3. DEVESİ
Deve, Antalya’dan Aydın’a kadar Yörük insanı için bir tutku, adeta evin oğlu gibidir. Bodrum’un 1950’li yıllarda efsane olmuş devesi Kara Tülü’dür. Tülü, makbul bir deve cinsi, bizim Kara Tülü de bütün develerin en yakışıklısıdır. Bodrum’da yapılan deve güreşlerinde onun kadar cesuru, onun kadar iyi çengel atanı yoktur. O da bilir Bodrumluların gözdesi olduğunu, ona göre muamele bekler. Kayalı Ali Dayı’nın Türkkuyusu’ndaki evinden davul zurna çalmadan çıkmaz. Güreş sahasına kadar da aynı davul zurnayla ve kalabalık bir grupla gider. Yolda arada bir durup arka ayaklarını ayırıp ağzındaki tulumu bir çıkarışı vardır ki dünyaya meydana okur sanki. Meydana vardığında ise peşrevi kısa tutar. Diğer develer gibi gidip yoklamalar yapmadan direkt rakibin üzerine koşar. Daha ilk anda gardını indirir. Sonra başını rakip devenin ön ayaklarına uzatıp, o meşhur çengelini atmasıyla yüklendiği deveyi düşürür. Hemen devenin başını iki ön ayakları arasına alıp üzerine çöker Kara Tülü ve güreşi bitirir. Seyirciler ayağa fırlar, Kara Tülü’yle fotoğraf çektirenler, yularını tutmaya çalışanlar, rengarenk havutundan sevenler sıraya girer. Bodrum’un Kara Tülü’sü o kadar meşhurdur ki, bir gün Söke’den iyi fiyat teklifi gelir sahibine. Satılır Kara Tülü. En son haberi gelir Bodrum’a... Sahibi tarafından terk edilip satıldığı için küserduru’muş Kara Tülü, artık eskisi gibi de güreşmezmiş.
4. SÜNGERİ Robert Kolej’de iki arkadaş: Tosun Sezen ve Baskın Sokullu. İkisinin de elinde bir başka Robertli’nin, Halikarnas Balıkçısı’nın kitapları... O kitaplarda süngercileri, dalgıçları okudukça denizin diplerdeki dünyası bu iki genci kendine çeker. 1956’da Bodrum’a gelirler. Aynı o okudukları süngercileri, vurgun yiyip sakat kalanları kendi gözleriyle görürler. Fark ederler ki Bodrumlu dalgıçlar hala kocaman başlıklarla dalıyor, üstelik vurgun yedikleri zaman basınç odasında iyileşebileceklerini dahi bilmiyorlardır. Modern dalgıçlık teknikleriyle ilgili ne biliyorlarsa anlatırlar süngercilere ama onlara tek itibar eden 60 yaşını geçmiş Gavur Ali olur. Birlikte süngercilik yapmaya karar verirler. Tosun pul koleksiyonunu 3 bin liraya satar. Baskın babasından kalan 5 bin lirayı ortaya koyar. 1961’de Sokullu-Sezen Deniz Dibi İşleri Kolektif Şirketi’ni kurarlar. İlk olarak Ayvansaray’da yaptırdıkları altı metrecik bir sandalla süngerciliğe başlarlar. Sünger yataklarını avucunun içi gibi bilen Gavur Ali onları süngere götürüyor, iki arkadaş da nargile yöntemiyle dalış yapıyordur. Hayatında ilk kez böyle bir şey gören Bodrumlu süngerciler hayretle bu üçlüyü izlemektedir. Kahvede konulan teşhis ise şöyledir: “İstanbul Bakırköy’deki tımarhane yanmış, deliler yurdun dört bir tarafına kaçışmış, iki tanesi de Bodrum’a düşmüş.” Bu laf Tosun’la Baskın’ın çok hoşuna gider. Teknelerinin adını “Tımarhane” koyup Bodrum Liman Başkanlığı’na da bu isimle tescil ettirirler. Bu arada Tımarhane’de işler alır başını gider. 1963’te aldıkları bir çektirme sayesinde ekibe katılan Sezen’in eşi Josette ve aşçı Minnoş Dayı’yla birlikte Libya’ya kadar giderler. Türk sularına dönerler ama artık burada sünger bir tür kansere yakalanmıştır. Sünger işi biter. İki arkadaş bu kez de Çanakkale muharebeleri sırasında batan zırhlıların peşine düşer.
5. EFSANESİ
1970’lerin bir yaz günü her zamanki gibi Zeki Müren Bardakçı Koyu’na gelir ve sakin bir köşede dinlenmeye çekilir. O yıllar “Haftanın Sesi” gazetesinde mevsimlik Ege muhabiri olan Güfran Erkılıç, bir fırsatını bulup Müren’e “Paşam, sizinle bir röportaj yapmak istiyorum. Mümkün mü acaba?” der. Gazetenin patronunu sevdiğinden ricayı kırmaz Zeki Müren. Yaklaşık bir saatlik bir söyleşi yaparlar. Fotoğraflar da çekildikten sonra tam Erkılıç ayrılacaktır ki aklına bir şey takılır: “Paşam” der, “Özür dilerim, bu belki de röportaj dışı bir soru olacak ama merakıma mucip oldu da son bir soru daha sormak istiyorum.” Biraz sinirlenir Bodrum’un Paşa’sı. “Yalnız bak bu kesinlikle son olsun” diye buyurur. Gazetecinin sorusu şudur: “Siz düzenli olarak her sabah Bardakçı koyuna geliyor ve Bodrum’da sadece burada denize giriyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?” Kahkaha atar Zeki Müren. “Ahh” der, “Genç adam kimselere cevap vermedim bu konuda. Zaten söylesem de anlayabileceğini zannetmiyorum.” Erkılıç kolej mezunu bir muhabirdir. Bu laf ağrına gider. “Peki paşam bu sorunun cevabını ilk fırsatta size ben vereceğim. Buna yemin ediyorum” deyince Zeki Müren gülerek “O gün hemen Han Restorana gel. Eğer cevabın doğru olursa bütün gece masamda davetlim olursun” diye cevaplar. Gerçekten de Erkılıç iki hafta sonra İstanbul’a gittiğinde Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne girip araştırmaya başlar. Ve karşısına Bardakçı koyunda geçen muazzam bir mitolojik efsane çıkar. Efsanenin sırrına vakıf olduktan sonra hemen Bodrum’a döner. Fotoğraf çantasını omzuna asıp Han Restoran’dan girer içeri. Paşa her zaman olduğu gibi baş köşeye kurulmuş, 20 kişilik bir grupla yemek yiyordur. Muhabire gelmesini işaret eder. Yanında oturan kerli ferli bir beyi “Biraz müsaade eder misiniz?” deyip başka bir iskemleye gönderir. “Eee otur bakalım anlat, sanırım bana anlatacakların olsa gerek” der. Erkılıç Bardakçı koyu mitosunu anlatıp, bu mitosun Paşa’yı çok etkilediğini, bunun için her gün buradan denize girdiğini iddia eder. Sanat Güneşimizin yanıtı şöyle gelir: “Bravo! Bugüne kadar bunu bana çok soran oldu, ama gerçek araştırmasını sen yapmışsın. Şimdi masanın uygun bir köşesinde yerini al ve sabaha kadar dile benden ne dilersen.” (Bkz. Salmakis efsanesi. Haydi eller Google’a)
6. KAHVELERİ Bunu pek kimseler bilmez, ama İkinci Dünya Savaşı’nı Bodrum adeta iliklerinde hissederek yaşar. İngilizler Almanya’ya karşı Gökova ve Çökertme limanlarıyla Bodrum’u üs olarak kullanır. Türk 61. Dağ Alayı ve 2. Alay Bodrum’da halen askeriyeye ait olan eski tersanenin arkasındaki tepeye yerleşir. Saldırıya uğrayan Yunan adalarından pek çok insan Bodrum’a sığınır. En büyük can kaybı ise 1943’te Alman uçaklarının tam Bodrum limanı açıklarındayken İngiliz HMS Dulverton gemisini batırdığı saldırıda yaşanır. Yaklaşık 100 askerini kaybeder İngilizler... Böylesi ağır tablolara tanıklık eder Bodrum. Hatta rivayet bu ya, o günlerden kalma şöyle bir köy kahvesi hikayesi anlatılır: Turgutreis’ten elini uzatsan tutacakmışsın gibi duran İstanköy ve çevresindeki İngiliz askeri deniz araçları Almanlar tarafından zaman zaman fena bombalanmaktadır. Saldırılarda ölen askerlerin cesetleri Karabağ’ın sahillerine vurur. Köyün bekçisi cesetleri kumsalda bulduğu yerde gömerken, zavallıların üzerinden çıkan giysi ve eşyayı da yoksul köylüler paylaşır. Köylüler artık kış gününde yabancı asker kaputlarını giyerek kahveye geliyordur. Bir süre sonra aralarında rütbelere göre oturma adeti başlar. Albaylar yarbaylar baş köşeye, rütbesiz askerler girişe yakın bir yere derken tartışmalar çıkar. Durum Kaymakamın kulağına kadar gider. Çok sinirlenir Kaymakam. Bir gün kahveye gelip omuzlardaki tüm rütbeleri söküp, gider. Gider, ama o rütbeler lakap olur, yıllarca Karabağ köylülerinin arasında kullanılmaya devam eder.
7. NEFERLERİ Turizm, Kos’ta almış başını gitmiş olmasına rağmen Bodrum’da ancak 1960’lara girerken, o da kentin bir avuç yerlisi tarafından keşfedilir. Akıl hocaları Cevat Şakir ve arkadaşlarıdır. Kale’nin ilk müdürü Haluk Elbe, Bodrumlu’nun adeta ayaklı ansiklopedisi gibi hizmet verir. Turizm ve Tanıtma Derneği’nin gönüllü ilk sekreteri de dört yabancı dil bilen Todori Süngerci’dir. Dernek 24 saat açıktır. Nöbetleşe kalarak Bodrum’a gelen her yabancının derdine koşar, bir yandan da Osmanlı’dan kalma mevzuatların değiştirilmesine uğraşırlar. Ama işleri kolay değildir. Karşılarına turistleri taşıyan develer için “‘Müslüman’ı Hıristiyan’a peşkeş çekiyorsunuz’’ diyen de çıkar, mevzuatta olmamasına rağmen “Neden çiftlerden evlilik cüzdanı istemiyorsunuz” diyen emniyet müdürü de... Veya dönemin belediyesi saat 00.00 oldu mu kentin elektriğini keser, mecburen dernek para toplayıp açtırır. Bu kadar çabanın karşılığında bekledikleri bir “aferin”i ise 1967’de Süleyman Demirel’den duyarlar. Demirel Başbakan’dır. Deniz yoluyla Bodrum’a gelir. Öğle yemeği için Körfez’de ağırlanması planlanmıştır. Ancak Hasan ve Ramazan Subaşı’nın eli ayağına dolaşmış, ikisi de kilitlenmiş gibidir. Tesadüf tam da o günlerde Bodrum’da kızlı erkekli Fransız gençlerden oluşan bir grup vardır. Yaklaşık bir aydır burada kalıyorlardır ve hem onlar Bodrumlular’ı çok sevmiş hem de Bodrumlular onlara çok alışmıştır. Gençler ortada bir kriz olduğunu fark edip hemen lokantaya giderler. Kızların üzerinde mini etekleri, hepsi tiril tiril giyinmişlerdir. Aşçıların ellerinden tabakları alıp öğle yemeği boyunca Başbakana servisi onlar yapar. Demirel gördüğü manzara karşısında çok etkilenir, dönüp Bodrumlular’a “İşte turizm bu, aferin size” der.
8. VELİ’Sİ
Veli Turan, yetiştirme yurtlarında büyümüş, müziği çok sevmiş ve hep Bodrum’da özel bir yer açmayı hayal etmiş genç bir adamdır. 1977 yılında hayaline kavuşur ve Bodrum’un 001 sayılı ilk bar ruhsatını alır: Pina Bar! Kısa sürede müdavimleri olur Pina’nın. Onlardan biri de gazete patronu Erol Simavi’dir. Simavi, Bodrum’u en erken keşfedip en çok tadını çıkaranlardandır. Kumbahçe sahilinin en güzel evlerinden biri olan eski Belediye Başkanı Mümtaz Ataman’dan satın aldığı konakta yaşar. (Ki daha sonra Ataman’ın oğlu Ural Ataman tekrar geri satın alır evi.) Ayrıca Konacık’ta, Güvercinlik’te de evleri vardır. Zaman zaman Bodrum kahvelerine oturup, ihtiyacı olanlara para dağıttığı görülmüş işitilmiş şeylerdir. Erol Bey, akşamları ekseriyetle Pina’ya gider. Fakat bu Pina adını pek anlamlı bulmaz. Bir gün Veli Turan’a der ki, “Bak kapıdan giren ilk 10 kişiye nereye geldiklerini soralım.” Tahmin ettiği gibi 10 kişiden 9’u “Veli’ye geldik” der. Barın adı olur “Veli Bar. Artık uzun yıllar Bodrum’da yaz akşamları demek Veli Bar demek haline gelir. O kadar ki bir gün müdavimlerinden Vitali Hakko “Gel Beyoğlu’ndaki Vakko’nun üst katına Veli Bar açalım” bile der. Bar açılır, ama eski Melek Sineması’nın sokağına. Derken Veli 2009’da ölür. Aile İstanbul’u kapatıp Bodrum’da yaz kış açık olma kararı alır. Bodrum severlerin gönlünde Hadi Gari ve Mavi’nin de hatırası büyüktür ama Veli Bar kapısına 44 yıl önce takılmış tabelasıyla hala Barlar Sokağı’nın Abi’sidir.
9. MAVİSİ Ankara’da 1945 yazının ilk günleridir... 2. Dünya Savaşı bitip Türkiye’nin çok partili seçimi tartışmaya başladığı güzel, umutlu bir dönemdir. Yazar Erol Güney, Milli Eğitim’in Tercümeler Bölümü’ndeki odasında oturmuş klasiklerden birinin çevirisiyle meşguldür. Birden kapıdan bölüm şefi Sabahattin Eyüboğlu girer: - Sana bir teklifim var. - Hayrola, nedir acaba? - Bodrum’dan, Cevat Şakir’den bir mektup aldım. Diyor ki; birkaç arkadaşını topla, güneye gelin, güzelliğin ne olduğunu iyice anlayın. Bedri ile konuştum, o çoktan razı. Bir ressam nasıl olmasın ki? Şimdi soruyorum sen de gelir misin? - Tabii ki, hem güneyi görmek hem de Balıkçı ile yakından tanışmak fırsatını kaçırır mıyım? - Yaşa, öyleyse bir kişi daha bul, sekiz on kişi olursak iyi olur, masrafları paylaşırız, herkese daha ucuza gelir. Bodrum’dan yaklaşık 700 kilo- metre uzakta, bozkırın ortasında karar verilir ilk Mavi Yolculuk’a... Bedri Rahmi, Sabahattin Eyüboğlu, Sabahattin Ali, Erol Güney, arkadaşı Benya, Necati Cumalı, şair Fuat Ömer Keskinoğlu ve tabii Cevat Şakir... Cüzdanları boş ama yürekleri, kafaları dolu bir ekip olurlar. İzmir’de buluşup Balıkçı’nın ahtapot avcısı dostu Paluko’nun yelkeniyle açılırlar Gökova’ya... Mavi Anadolu’nun ilk hacılarıdır onlar:
10. ROMANI
Selim İleri’nin 45 yıldır hala en çok ilgi gören eseridir. Sırf bu romanı okuduktan sonra merakından Bodrum’a gelen, Bodrum’u artık başka bir gözle değerlendiren çok olmuştur. Aslında adını “Bu Gece ve Her Gece” koyacaktır İleri, ancak Attila İlhan’ın önerisiyle “Her Gece Bodrum” olarak yayınlanır. Roman 1977’de dönemin en ciddi ödüllerinden biri olanTürk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanır. Yazarın hedonizmden nihilizme kadar uzanan şehir insanın varoluş problemlerini anlattığı romanında Bodrum bir dekor değil, tamamıyla baş karakter gibidir. Selim İleri’nin “O kitabı yazabilmek için sürekli Virginia Woolf’un Deniz Feneri’ni okuyordum” dediği roman öyle büyük bir etki yaratır ki, bir Bodrum kültü haline gelir. İlkini takiben yazdığı Ölüm İlişkileri, Cehennem Kraliçesi ve Bir Akşam Alacası ile İleri Bodrum Dörtlemesi’ni tamamlar. Bu arada ilginç bir not, Selim İleri 1973’ten beri her yıl yaklaşık bir ay Bodrum’da kalır, ama buradan hiçbir zaman ev almaz. NOT: Bu yazıda çok değerli blog yazıları, gazete makalesi ve haberlerinin yanı sıra Rüştü Gür, Hüseyin Yeter Şakar ve Güngör Uras’ın Bodrum kitaplarından faydalanılmıştır. İyi ki zamanında yazmışlar...