TÜSİAD Ekim ayında “Yeni Bir Anlayışla Geleceğin İnşası” başlıklı raporunu açıkladı. TÜSİAD’ın 50’inci projesi olarak duyurulan bu raporda atılması gereken adımlar özetlendi. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, yeni ekonomi politikaları, toplumsal cinsiyet eşitliği, bilim, inovasyon, iklim krizi gibi konularda öneriler sıralandı.
TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski ile rapor ve etkileri üzerine konuştuk. Simone Bey, Geleceğin İnşası başlığıyla yeni yol haritası açıkladınız Ekim ayında. TÜSİAD‘ın seslenişi duyuldu mu? Geleceği İnşa raporumuz gelişmiş, saygın, adil ve çevreci bir Türkiye’yi yeni bir anlayışla inşa etmek için toplumun tüm kesimlerine bir çağrı. Geçmiş çalışmalarımızdan ve 50 yıllık birikimimizden de yararlanarak Türkiye’nin geleceği için bir yol haritası hazırladık. Raporumuz iki yıllık bir çalışmanın ürünü. Güncel siyasi tartışmalar veya konjonktürel unsurlara değil, ilkelere dayanıyor, uzun vadeli bir perspektif getiriyor. Bu çalışmayı ülkemizin geleceği için fikir üreten, çalışan herkesin tartışmasına ve geliştirmesine açtık. Çalışmaya yönelik ilgiden memnunuz. Tüm politika yapıcılar, akademi, sivil toplum örgütleri ve gençlerle raporun bulgularını ele almaya devam edeceğiz. Siz Geleceğin İnşası’na giden yolda 3 maddede seferberlik ilan edilmesinin gerekliliğini işaret ettiniz. İnsani gelişme, yetkinlikler, siyasal, ekonomik kurumların güçlendirilmesi ve bilim, teknoloji, inovasyon. Hepsi bir bütünün parçaları. Türkiye ne zaman geri düşmeye başladı? 1999 sonunda Türkiye’nin AB adaylığının kabulünü takip eden sekiz yıllık dönemde siyasal ve ekonomik alanda bir dizi reform hayata geçirildi. Ancak daha sonra reform ivmesi maalesef sürdürülemedi. Bugün kişi başına gelirimizin 2007 seviyesinin dahi altında olduğunu, hukukun üstünlüğü, eğitimin kalitesi, yüksek teknolojili ürün ihracatı gibi çeşitli göstergelerde gelişmiş ülkelerde aramızda halen önemli farklar olduğunu görüyoruz. Siyasi ve ekonomik reformlara ihtiyaç olduğunu vurguladınız geçmişten de örnek vererek. Türkiye’nin bunu hayata geçirmesi nasıl mümkün olacak? Günümüzde refahın asıl belirleyicisi ne yer altı kaynakları, ne de fiziksel sermaye. Refahın en önemli belirleyicisi artık maddi olmayan kaynaklar. Gelişmiş ülkelerde refah insana, insanın geliştirdiği teknolojiye ve kurumlara dayanıyor. O nedenle “insan, bilim, kurumlar” vurgusunu yapıyoruz. Bu üç unsurun güçlendirilmesi üzerine kurulu yeni bir kalkınma anlayışını hayata geçirmeliyiz. İnsani gelişme alanında ilerlemek için, eğitimde kalite ve kapsayıcılık, çalışma yaşamında yüksek standartlar ve kadınların hayatın her alanında eşitliği olmazsa olmazımız. Bilimsel özgürlük ve özerklik, araştırmaya daha fazla odaklanma bizi teknoloji ve inovasyonda daha iyi bir noktaya getirecek. Türkiye’nin kalkınmasında vazgeçilmez unsur kurumlar ve kurallardır. Hukuk devletini, çoğulcu demokrasiyi, kuvvetler ayrılığını en iyi şekilde sağlamalıyız. Bu adımları kararlılıkla atarsak, ekonomik, sosyal ve demokratik açıdan gelişmişlik düzeyini dünyada üst sıralara yükseltebiliriz. OECD ülkeleri arasında sıralamalarda neredeyse her konuda geride Türkiye. Siz 20 yıllık bir öngörü koydunuz ortaya. İlk adımda ne yapılmalı?
“İnsan, Bilim, Kurumlar” unsurlarındaki adımları eş zamanlı atmalıyız. Çalışmamızda bu konuda bir ekonometrik analiz var. Eğer bu 3 alanda mevcut eğilimle devam edilirse, kişi başı milli gelir 20 yılda ancak 14 bin dolara çıkabilir. Oysa insan, bilim ve kurum alanlarında atılacak adımlarla OECD ortalamalarını yakaladığımızda kişi başı milli gelirimizi 30 bin dolara yükseltebiliriz. Burada amaç sadece kişi başı geliri artırmak değil, sadece ekonomik gelişmeyi sağlamakla kalmayacağız. Toplumsal açıdan eşitsizlikleri gidermeyi, uluslararası sistemde saygın bir konum elde etmeyi ve yeşil dönüşümü başarmayı hedefliyoruz. Ekonomi yönetiminde de sorunlar katlanarak büyüyor. Ekonominin doğru yönetildiğini düşünüyor musunuz? Aslında iktisadi anlamda pandemi döneminde Türkiye ekonomisi daralmadı. 2020 tamamında reel bazda yüzde 2 büyüdük; bu yıl da reel yüzde 9 büyüyeceğimizi hesaplıyoruz. Bu performansta o dönem enflasyonu yükseltmek pahasına, ucuz kredi sağlayıp, kredi arzını bollaştırmamız rol oynadı. Yan etkisi çok yüksek enflasyon ve azalan kredi arzı oldu. Bu sarmaldan çıkamayışımızın temelinde, yüksek büyüme uğruna attığımız ucuz kredi sağlama adımları rol oynuyor. Her geçen gün enflasyon ile mücadelemiz zorlaşıyor. Faiz indirimi yapılsa dahi artık bu süreç istediğimiz ölçüde uzun vadeli kredi faizine yansımamakta. Bu da büyümenin sürdürülebilir olmadığını, kaynak ihtiyacı olduğunu ve o kaynağın maliyetli olduğunu gösteriyor. Esas mühim olan büyümenin sürdürülebilir olması, istihdama katkı sağlaması ve hane halkına yansıması. Büyüme olsa dahi bu her kesime eşit yansımıyor ve kapsayıcı değil. Gelir dağılımı eşitsizliği artıyor. Günü kurtarmak değil uzun vadeye odaklanmak lazım.
Artık dünyada da enflasyon var
Ekonominin iyi yönetilmesinden anladığımız ne olmalı? Öncelikle, ekonomi yönetiminin yol haritasının anlaşılabilir olması. Bu yolun da son derece istikrarlı, tutarlı olması lazım. Git-geller olmamalı. Yatırım kararları sağlıklı alınabiliyor mu, öngörülebilir mi, verimlilik artışı var mı, büyüme kalıcı mı... Dikkat ederseniz bunların hiçbiri direkt faizle ilgili sorular da değil. Daha kapsamlı stratejik süreçler oluşturmalıyız. Bunlar temelde kurumların politika inşa etme kapasitesi ile ilgili sorunlar. Geleceği İnşa raporumuzda da bu sürece değinmekteyiz. Bir ekonominin iyi yönetildiğine kani olabilmek için öncelikle görüş mesafenizin uzaması gerekir. Ancak bu şekilde kalıcı yatırım, üretim kararları alınabilir. Hukukun üstünlüğü, regülasyon ortamı, yatırım ortamı gibi uzun vadeli konularımız mevcut. Buralarda ilerleme sağlayabildiğimiz noktada ekonomi iyi yönetiliyor diyebiliriz.
Enflasyon artışı ortada. Merkez Bankası “enflasyonla mücadeleden vazgeçti” mi? Bu kapsamda atılan adımların, tercihlerin enflasyonla mücadelede başarılı olacağını düşünmüyoruz. Var olan yöntemle de, konulan kısa vadeli hedeflere erişilebileceği görüşünde değiliz. Kur üzerinde yaşanan baskı ve finansal istikrara halihazırda gelen zarar zaten bunu da net ortaya koymakta. Üstelik bu yalnızca son dönemin problemi de değil. Türkiye’de enflasyon dinamikleri 2015’ten itibaren bozuluyor. Bazı dönemler doğru politikalara dönme çabamız olsa da buralarda sabırlı davranamıyoruz. Sürekli olarak faiz indirimlerinde aceleci davranıyoruz. Şimdiki sürecin geçtiğimiz 5-6 yıldan en önemli farkı şu ki, artık dünyada da enflasyon var. Rüzgâr arkamızdan esmiyor. Bu mücadelede önümüze gelen her fırsatı kaçırdık maalesef. Şimdi de global koşullar bizi çok daha zorlu enflasyonist bir ortama sokuyor. Fiyat istikrarı olmadan büyüme sağlayamayız. Cümlelerimizde fiyat istikrarı olsa da, buraya giden yöntemlerimiz sürekli başarısız olmakta. Bu da ülkemizde alım gücünü belirgin düşürmekte. Sürdürülebilir bir tüketici talebinin alım gücünün olmadığı bir ortamda, yatırım ve üretim kararı almak ne kadar mümkün olabilir? Piyasayı canlandırmanın yolunun maalesef sadece faizi düşürerek olamayacağını artık hepimiz görmüş olmalıyız.
Gençler demokrasisi güçlü ülkelere gidiyor
Öncelikle Türkiye yeterli yetkin insan yetiştirebiliyor mu? İkincisi de bunları bu ortamda nasıl tutacak? Türkiye’de kalsalar bile gençlerin çoğu uzaktan çalışma olanakları sayesinde örneğin ‘en başarılı yazılımcılar’ yurt dışındaki şirketler için çalışıyor... Yetkin yeni nesiller yetiştirebilmek için eğitimin kalitesi ve kaliteli eğitime eşit erişimde kat etmemiz gereken önemli bir mesafe var. Son dönemde geleceklerini bu ülkede hayal edemeyen insanların sayısında artış yaşandığını üzülerek gözlemliyoruz. Türkiye’den yurt dışına göç edenlerin sayısındaki artış ve göç edenlerin en büyük bölümünü 25-29 yaş arası gençlerin oluşturması beyin göçünün önüne geçilmesinin önemine işaret ediyor. Yurt dışına göçün sadece ekonomik nedenlerle olmadığını, kurumsal yapıları ve demokrasisi güçlü ülkelere doğru bir göçün yaşandığını ise göz ardı etmemeliyiz. Bu durum aslında bize atmamız gereken adımları da işaret ediyor. Yeni nesillere bilimi ön planda tutan, yaratıcılığı ve özgür düşünmeyi destekleyen bir ülke ortamı sunabilmek gerekiyor.
TÜSİAD’ın kötü gidişatla ilgili uzun dönem sessiz kalması eleştirilerine ne diyorsunuz? TÜSİAD bağımsız ve tarafsız biçimde, Türkiye’nin kalkınmasını ve ilerlemesini ilgilendiren tüm konularda görüşlerini açıklıyor. Hukuk devleti, laiklik, demokratik kurumlar, ekonomi, toplumsal cinsiyet eşitliği, eğitim gibi konular TÜSİAD’ın her zaman görüş, eleştiri ve önerilerini ifade ettiği alanlar oldu. Kuruluşumuzun 50. yılında da ülke olarak birikimlerimizin bizi ekonomik ve toplumsal olarak çok daha iyi seviyelere getirebileceğine inanıyoruz. Geleceği İnşa Raporumuz da bir yol haritası niteliğinde.
Yeşil dönüşümde kararlılık şart
Dünyanın gündeminde iklim krizi var. Birçok ülke kömürden çıkacağını, 2030-2050 hedefleri açıkladı. Türkiye yeterli adımları atıyor mu? TÜSİAD olarak uzun bir süredir iklim değişikliği ile mücadelenin ve Paris Anlaşması’na taraf olunmasının önceliğini vurguluyoruz. Anlaşmanın onaylanması ve 2053 karbon-nötr hedefinin açıklanmasıyla çok önemli bir adım attık. Geleceği İnşa raporumuzda da vurguladığımız gibi şimdi önümüzde kararlılıkla devam ettirmemiz gereken bir yeşil dönüşüm süreci var. Sektörel yeşil dönüşüm hedeflerini ve iklim değişikliğinin etkilerine karşı direnci destekleyen kısa ve orta vadeli somut tedbirler belirlemeliyiz. İş dünyası dahil ilgili tüm tarafların katılımını sağlamalıyız. Paris Anlaşması çerçevesinde açıklayacağımız Ulusal Niyet Beyanı’nı da bu yol haritasını temel alarak güncellemeliyiz. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın çalışmaları bu hedefe ulaşmak için önemli adımlar. Yeşil ve çevreci hayata geçmek için, iklim krizinin etkilerini fonlayacak gücü var mı Türkiye’nin ve iş dünyasının? Yatırım planlamalarımızı sürdürülebilirlik temelinde yapmalı ve uluslararası fon kaynaklarına erişim kanallarını çeşitlendirmeliyiz. Ulusal düzeyde finansman ve destek mekanizmalarını da güçlendirmemiz gerekiyor. Teşviklerin bu süreçleri destekleyecek şekilde kurgulanması önemli. Finans ve bankacılık sektörünün sürdürülebilir finans araçlarını çeşitlendirecek adımları atması da sürece hız verecek. Bir diğer önemli adım ise karbon fiyatlandırmasına yönelik mekanizmalar kanalıyla oluşan kaynağın, AB’deki gibi, iklim yatırımlarına aktarılması olacak.
İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmeli
Maalesef Türkiye’de eril söylem hakim oldukça kadına yönelik taciz, şiddette de artış yaşandı, yaşanıyor. Neredeyse her gün bir kadın cinayetinin yaşandığı bir ülke olduk. Siz konuşmanızda İstanbul Sözleşmesi’ne de vurgu yaptınız. Bu erkek egemen zihniyeti değiştirmek için iş dünyasının çabaları nasıl arttırılabilir?
Kadına yönelik şiddetin her türü bir insanlık suçu. İstanbul Sözleşmesi şiddet mağdurunu korumak için var. Uzun vadede şiddetin ortadan kalkması için atılacak adımlarda ise önemli bir referans. Türkiye'nin sözleşmeye geri dönmesi gerektiğini vurguluyor, bunu şiddetle etkili mücadele için son derece kritik buluyoruz. Diğer taraftan iş dünyası da kadına yönelik şiddetle mücadeleye destek veriyor. Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu’nun başlattığı, UNFPA ve Sabancı Vakfı'nın da paydaşı olduğu “İş Dünyası Aile İçi Şiddete Karşı” projesine 6 yıldır destek veriyoruz. Projede şirketler çalışanlarının şiddetten korunması için kurumsal politikalarını oluşturuyor ve uyguluyor.