20 Nisan 2024, Cumartesi
19.11.2021 04:30

Hep bir “Beyaz Zambaklar Ülkesi” yaratmayı hayal ettim

24 Kasım Öğretmenler Günü öncesi Bodrum’un en sevilen, sayılan öğretmenlerinden Hatice Yücel ve Ali İhsan Yücel’le konuştuk. Bu sohbette sadece “bir öğretmen nasıl olunur”un yanıtını değil, bir Türkiye hikayesini de okuyacaksınız

Yıl 1956. Muğla’nın Bodrum ilçesinde, terzi Zarife Hanım ile kunduracı Hüseyin Bey’in kızları 11 yaşındaki Hatice, tıpkı okulundaki Safiye Öğretmeni gibi kendi ayakları üzerinde duran, başı dik bir Cumhuriyet öğretmeni olmaya karar veriyor.  Yıl 1956. Diyarbakır’ın Lice ilçesinde, Köy Enstitüsü’nden yetişme Fethiyeli Ali İhsan Öğretmen, 11 yaşındaki 10 kız çocuğunun 2 bin 500’er liraya satılmasını en azından birkaç yıl geciktirmek için babalarıyla pazarlık yapmaya uğraşıyor. 24 Kasım Öğretmenler Günü öncesi işte o Hatice Öğretmen (77) ve o Ali İhsan Öğretmen’le (85) konuştuk. Kendilerinden hem “öğretmen nasıl olunur”un en yürekten gelen yanıtını aldık, hem de aslında hiç akılda yokken çok çarpıcı bir dönem fotoğrafıyla karşılaştık. O fotoğrafı görmeden Türkiye’yi anlamak mümkün değil.  Önce Hatice Yücel Öğretmenimizle başlıyoruz sohbete:  -İlk sorum “Hocam” mı, “Öğretmenim” mi? “Öğretmen” kökeni itibarıyla Türkçe bir kelimedir, ben de bir Türkçe öğretmeni olarak tabii ki “öğretmenim”i tercih ederim. Bir de ilkokul 5’inci sınıfı bitirdiğimde beni Kuran kursuna göndermişlerdi, “hocam” dendiğinde ben hep o kurstaki hocayı hatırlarım. O hoca dini öğretiye hiçbir şey katmadan, ne okuyorsa aynen onu aktaran kişiydi. Oysa öğretmenden “m”yi çıkarın, “öğreten”dir aslı. Ama o da eksik bence, aynı zamanda sürekli “öğrenen” de olması gerekir. Öğretenle öğrenen ikisi birbirini tamamladığı zaman işte benim anladığım anlamda öğretmen olur. 

Hatice Yücel’in öğretmenliği kadar gurur duyduğu bir başka şey de oğlu Op. Dr. Erdem Yücel ve kızı mimar Doç. Dr. Devrim Yücel Besim. (Fotoğraf: Mehmet Uyargil)
Hatice Yücel’in öğretmenliği kadar gurur duyduğu bir başka şey de oğlu Op. Dr. Erdem Yücel ve kızı mimar Doç. Dr. Devrim Yücel Besim. (Fotoğraf: Mehmet Uyargil)
-Şöyle de bir ayrım yapılabilir mi acaba; uzmanlık alanına danışılan kişilere, bir işin üstadı veya erbabına “hoca”; temel eğitim ve öğretim bilgileri verene “öğretmen”?  Doğru, kızım Devrim ODTÜ’ye giderken bir kez arabalarına binmiştim, hepsinin birbirine “Hocam” diye seslenişinden gurur duymuştum mesela, o beni hiç yadırgatmamıştı. Diğer yanda ise anaokulundan itibaren çocuklar hep öğretmenim der, ama ilkokul bittikten sonra işler yavaş yavaş bozulur, gider. Yani ben de hocam diyeni terslemiyorum, ama öğretmenim dendi de mi içim mutlulukla dolar. Hele hiç okutmadığım, köylü kadınları bana “öğretmenim” dediği zaman sanki içinde ulaşamadığı yere benimle ulaşıyormuş gibi hissederim, çok severim o “öğretmenim” deyişlerini… -Peki Hatice Öğretmenim, kızına kim “Devrim” adını verir; nasıl bir öğretmendir o sizce?..  Aydın bir öğretmen tabii, devrimci bir öğretmen… Ama ne yalan söyleyeyim o zamanlar ben devrim nedir, sol nedir o kadar bilmiyorum. Atatürkçüyüm, aydınlanmacıyım, ama meselenin diğer yönleriyle ilgim yok. Asıl benim kız kardeşim, o da matematik öğretmeni, Isparta’da görevliydi. 1970’te kızımız doğduğu zaman bize gönderdiği kutlama telgrafında “Devrim’imiz hayırlı olsun” demiş. Bizim de hoşumuza gitti, adı öyle kondu. 

Anadolu’yu kız okulları kurtardı

-Öğretmen olma fikri aklınıza ilk ne zaman girdi, niye istediniz öğretmenliği? Bizim sınıfın, bizim halkın çocukları zaten hep “öğretmen olacaksın”, “orada bir köy olacak uzakta”, gitsen de gitmesen de… Hep bu duygularla büyümüş bir nesildik. Ben de hep öğretmen olmayı istedim, hatta şimdi daha bile çok seviyorum öğretmenliği… İyi ki öğretmen olmuşum diyorum, yoksa bu kadar insan kazanamazdım.  -Ama ilk fotoğraf ne? Onu merak ediyorum… O zaman makarayı geriye sarıp Bodrum’un 1956’lı yıllarından başlamak lazım. Anadolu’da o zamanlar başı açık, modern giyimli, okumuş bir kadını ilk defa okulda görüyorsun. O Safiye Öğretmen’in kokusu bile bugün var içimde… (Birden gözleri doluyor) Cumhuriyet İlkokulu’nda… Hani seçeneklerin yok ki zaten, görmüşlüğün yok ki başka… O bir rol model önümde. Rol model derken, rolünü bile görmüyorsun aslında o yaşında. Öyle bir aklım yok, bilgim yok. Ama o Safiye Öğretmen’in giyimi kuşamı, küpesi, saçını yapış şekli… Bak kır saçları kalmış aklımda, ama ben küçük bir kız olmama rağmen yine de onu kendime o kır saçlarıyla model seçmişim. Çünkü bakıyorsun sana dokunuyor; seviyor, öğretiyor, yaşatıyor… Modelim karşımda işte… -Nasıl başardınız peki bunu; hala bile Anadolu’da her isteyen kız çocuğu öğretmen olamazken… Bizim şansımız üç yıllık Muğla Öğretmen Okulu’nun açılmasıdır. O okul açılmasaydı, mahallemdeki diğer kadınlardan hiçbir farkım ol-maz-dı! Onun için Cumhuriyet okullarını “sevmek zorundayız” değil, zaten sevmeden yapamayız biz. Biz Anadolu’dan öğretmen olanları kurtaran, kaderimizi değiştiren, o “parasız-yatılı-kız öğretmen okulları”dır. Çünkü hem parasız; paralı olsa kimse gönderemezdi. Hem yatılı; dar görüşlü bir toplumuz, daha arabaya bile binmemiş bir kızı aileler bırakamazdı. Hem de 18 yaşında öğretmen çıkıyorsun, hemen ay başı oldu mu tıkır tıkır maaşını alıyorsun. Genç bir kıza bundan güzel bir fırsat verilebilir mi? -Annenizin Bodrum’da çok iyi bir terzi, babanızın kunduracı olduğunu biliyorum; acaba ilk maaşınız onların kazandığına yakın mıydı, yoksa geçiyor muydu bile? Yakındır, çünkü o zamanlar o meslekler de önemliydi. Terzilik, kunduracılık… Biz üç kardeşin okumasına ve bu gördüğün bahçeye annemin o kollu el makinesinde diktikleriyle sahip olduk. Şimdi biz üç öğretmeniz, üçümüzün de durumu kötü değil, ama bu bahçenin onda birini alamayız arsa olarak. Öyle kıyaslayın. -Peki “Ben öğretmen olmak için yatılı okula gideceğim” dediğinizde hiç itiraz eden olmadı mı; aile büyüklerinden, komşulardan… 60-65 yıl öncesinin Bodrum’undan bahsediyoruz… Hayır hayır, hiç kimse… Herkes çok mutlu oldu. Onun için ellerinden öpüyorum onların. Bana ilk bu şansı tanıyan zaten ailemdir. Eğitimde ilk mayayı atacak da ailedir. Hem özümde hem sözümde, hem dünümde hem bugünümde hep ailemin mayası var, ellerinden öpüyorum onların. Alınlarından öpüyorum hatta. Başka keşke hiçbir şey vermeselerdi yani… Bilmiyorum, çok çok önemli… (Bu kez ikimizin de gözleri…) Ama şunu söyleyeyim, annemin o dikişlerinin teğellerinde ben de varım. Babamın ayakkabıcı dükkanının boyasını alıp gelmede, suyunu değiştirmede ben de varım. Yani onun için saygım çok büyük zaten. Bugün bu ailemden kalan bahçeyi koruyorsam, ki bu bahçeyi korumak öğretmenliğim kadar önemlidir benim için, burada beşimizin de emeği olduğu için. Bu bir çocuğun yetişmesinde o kadar önemli ki. Bizlerin gerek mesleğimizde, gerek toplumsal sorunlarda hep daha dirençli, daha çözücü ve yapıcı olmamızın nedeni çocukluğumuzda bu toprakta bu havada bu suda bizim de elimizin olmasındandır.  -Babanız sizin için dükkanını kapatmış; o neden oldu? Evet, Muğla Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra ilk Kumköy’e atadılar beni. Bodrum’a 20 kilometre uzakta, o zamanlar 20-25 haneli bir köy. Yol yok, iletişim yok… “Orada bir köy var uzakta”nın ille Doğu’da olması gerekmiyor, Kumköy de aynı derecedeydi o zamanlar. Bir okul bir de ben varım; müdür de ben olacağım öğretmen de… Daha 18 yaşındayım. Babam “Ben de geleceğim seninle, gidemezmişin yalnız başına oraya” dedi. Başkaları demiş ona da yani, ama niye olduğunu bilmiyorum. Gerçekten de meslek hayatını bitirdi, dükkanını kapattı, benimle Kumköy’e geldi. Meğer o zamanlar daha ziyade Alevi köyüymüş Kumköy. Ama nasıl yanlış bir düşünceymiş bu, sadece orada affetmiyorum kendimi. Keşke karşı koyabilseydim. Hem babam daha çalışırdı, hem de öyle güzel insanlardı ki o Kumköylüler, beni el üstünde tuttular. İnsanlar nasıl böyle yanlış yönlendirilebiliyorlar, değil mi? Ta oralardan başlayan bir ötekileştirme işte bu… -Kumköy’den sonrası? O zamanlar Öğretmen Okulu’ndan sonra iki yıllık branş eğitimi almak için Eğitim Enstitüsü’ne gidiyordunuz. Üniversite statüsünde değildi, ama öğretmen yetiştiren tek okuldu. Öğretmenlik formasyonu almış gerçek öğretmenler yetişirdi, ama 70’lerde kapatıldı maalesef.  -Prof. Dr. İlber Ortaylı da çok kızar kapatılmasına… Çok haklı tabii. Yine parasız ve yatılı okullardı onlar da. Kumköy’e gittikten bir ay sonra İzmir Buca Eğitim Enstitüsü’ne başvurumun kabul edildiği haberi geldi. Hemen oraya başladım ve Türkçe öğretmeni oldum. İlk staj yerim de Bodrum Ortaokulu’ydu.  -Sonra da hep Bodrum’da kalmışsınız… Çünkü evlendim. Aslında İngiltere Kralı gelse evlenmeye niyetim yoktu. Daha yeni Türkçe öğretmeni olmuşum, kendimi bir anlayayım, dinleyeyim istiyordum. Ama pat diye tayin meselesi çıktı. Ertesi gün kura çekilecek. Ben Ali İhsan’ı hiç tanımıyorum, fakat herkes çok methediyor. O da Fethiyeli bir ailenin çocuğu, Köy Enstitülü, Anadolu’yu dolaşmış dolaşmış, sonunda Bodrum Ortaokulu’na tayini çıkmış, burada Fen Bilgisi öğretmeni. Dış görünüşü hoş, aydın bir insan. Herkes “kaçırma” diyor. Hemen nişan, ertesi gün nikah, böylece ben Muğla Kız Meslek Lisesi’ne atandım. Ama çok şükür böyle bir durum olmuş; birbirimize 50 yıldır çok iyi yoldaş olduk. Kendisine saygım sonsuz.
İngiliz asıllı ünlü gezgin ve seyahat yazarı Freya Stark (1893-1993) Bodrum’a her gelişinde Hatice Öğretmen’den Türkçe dersleri almış.
İngiliz asıllı ünlü gezgin ve seyahat yazarı Freya Stark (1893-1993) Bodrum’a her gelişinde Hatice Öğretmen’den Türkçe dersleri almış.

Asıl 16 Mart’ları kutlamayı severim

-1965’te “öğreten” oldunuz, tamam; peki “öğrenen” olmayı nasıl sürdürdünüz, ne yaptınız? Çünkü gelmeden önce Konfüçyüs’ün bir sözünü not almıştım, sohbetin ilk başında tam da aynı şeyi siz tarif ettiniz. Diyor ki Konfüçyüs, Bir kimse, sürekli  yeni  bilgiler  elde  ederek eski bilgisini geliştirmeye çalışırsa, o kimse başkalarının öğretmeni olabilir.”  Çok doğru. -Siz kendinizi nasıl geliştirdiniz?  Ben öğretmenliğe ilk başladığım zaman doğru düzgün kitap bile okumamış bir gençtim. Oysa çocukların önüne onlara güzel sorular sorabilmem, güzel konuşabilmem için birçok kitap okumuş olarak gelmem lazımdı. Ama bizim ailemizde kitaplık yoktu, bizim evde önümüze gazete veren yoktu. Ben asıl öğretmen olduktan sonra kendimi yetiştirdim. Mesela sürekli sosyal etkinlikler yapmaya çalıştım. İlkinde daha 24 yaşımdaydım; Yaşar Kemal, Ülkü Tamer, Mıstık, Erdal Öz, bu isimlerle birlikte Bodrum Halkevi’nde bir kitap okuma gününü yönettim. Tabii TÖB-DER’in de sayesinde oldu. O gün hayatımın değiştiği günlerden biriydi. Düşünsene, ben daha Yaşar Kemal’den bir şey okumamışım bile, ama bir dehayla karşı karşıya olduğumu anlıyorum. Hiç unutmuyorum, Yaşar Kemal “Çok iyi hazırlanmışsın, seni öğretmen okullarına müdür yapmak lazım” demişti, bana ileri bir hedef göstermişti, öyle önemliydi ki o sözü. -Öğretmenlerin hayatında TÖS’ün, TÖB-DER’in büyük rolü vardı, değil mi? Tabii, o sayede bizim öğretmen arkadaşlarımızla buluşup oturup fikir alışverişlerimiz başladı. Sadece fikir alışverişi de değil, çok ciddi bir sosyalleşme ve yardımlaşma kurumlarıydı onlar. Birçok meslektaşımız bu yardımlaşmalar sayesinde ev bark sahibi olabildi. -Sizin kuşağınızın üzerinde mesela bir de “Varlık”ın büyük etkisi vardır herhalde? Aaa bana çoktur. Beni sulayan, büyüten Varlık’tır. Varlık dergisini okumadan edemezdim ben. Kitap okuyacak vakit bulamasam bile mutlaka Varlık ve Türk Dili dergilerini okurdum. Zaten öğretmenler masası dediniz mi bunlar mutlaka olurdu. Türkiye’de bir kuşak yetişmiştir o yayınlar sayesinde. Hala daha atamam, saklarım.  -“Çalıkuşu” etkili olmuş mudur? Etkilemiştir… Öğretmenler arasında konuşulurdu. -Rıfat Ilgaz’ın “Hababam” rüzgarı esti mi hiç sınıflarınızda? Olmuştur belki, ama ben görmedim. -Ya peki “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”? Hah işte onun etkisinde çok kaldım. Hatta o kadar etkisinde kaldım ki sırf Beyaz Zambaklar Ülkesi’ni görmek için emekli olduktan sonra Finlandiya’ya gittim. Hem kendim okudum hem de hep çocuklara okuttum. Bana bir hedef çizdirmiştir o kitap; “Böyle okullar da var, böyle ülkeler de var, eğer bu yolda gidersem ben de bir Beyaz Zambaklar Ülkesi yaratırım belki” diye hayal etmişimdir.  -Hayalleri olan bir öğretmen olduğunuza göre hiç disiplin-sürgün cezası aldınız mı? Tabii, 12 Eylül darbesinden hemen sonra, Kasım ayı gibi sürgün edildim. O güne kadar en ufak bir ihtar dahi almamıştım. Onun için zaten çocuk gibi sokaklarda bile ağladım, çok gücüme gitti. Biliyordum insanlara neler yaptıklarını, ama insan kendi yaşadığı zaman daha çok anlıyor tabii.  -Gerekçeyi öğrendiniz mi? Yaşar Kemal’le yaptığımız o toplantıdaki konuşmalarım bile banda alınmış. Taa çok sonra Ali İhsan Ankara’ya gitti, orada öğrendi. Allah’tan yolunu hiç değiştiren bir insan olmadım da benden kimlerin korktuğunu tahmin edebildim. (Gülümsüyor bunu söylerken) İkide bir yolunu değiştiren insanlar kendilerine kimin zarar verdiğini de kestiremezler çünkü. -Nereye sürüldünüz? Ali İhsan’ı Niğde merkeze, beni de Niğde’de bir dağ köyüne… Tesadüf o köyde Bodrumlu bir asker varmış, geleceğimizi duymuş, bize haber gönderdi, “Öğretmenim sakın gelmesin buraya, dayanamaz” diye. Zaten biz 14 öğretmen olarak sürülmüştük, hepimiz üç aylık sağlık raporları aldık ve Danıştay’da yürütmeyi durdurma davası açtık. Danıştay hemen durdurdu, ama beni bu kez Bodrum-Gündoğan’a verdiler. Gündoğan tabii o zaman bir yokluk yeri. Yolu, elektriği hep kesik. Fakat hiç önemli değildi. Küçücük bir masanın etrafında öğrencilerimle o kadar mutluydum ki o köyde, öyle güzel çalıştık ki hep birlikte, üç öğrencimiz üniversiteyi bile kazandı.  -Ali İhsan Öğretmen’e ne oldu? Onu Niğde’de tuttular. Üç yıl ayrı kaldık. Sonunda o Niğde’den emekli oldu, ben de hiç istemediğim halde 20’nci yılım dolar dolmaz Gündoğan’dan… 80 sonrası çok kırıldık hepimiz. - Peki 24 Kasım mı, 5 Ekim mi? Hangi öğretmenler günü kutlamasını daha çok seviyorsunuz? 24 Kasım’a ben de karşı çıktım bir süre… Kenan Evren döneminin yaptığı baskılar, bize de o dönem sürgün cezasının verilmesi içimizde tepkiye neden oluyordu. Yani hem Atatürk’e Başöğretmenlik verilen günü Öğretmenler Günü ilan edeceksin hem de öte tarafta onun ilkelerine ters düşen bir sürü şey yapacaksın… Bu çelişkiye ben de karşı çıktım. Ama mücadele de edemezdik ve 24 Kasım’ı ilan edenler sevilmese de zamanla kanıksandı. 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü benim açımdan hiç olmadı. Benim için asıl 16 Mart vardır.  -Öğretmen okullarının ilk kuruluş günü; 1800’lü yıllarda değil mi? Evet, 1840’lı yıllar olması lazım. Zaten eskiden kutladığımız gün de 16 Mart’tı ve ben uzun bir süre 16 Mart’ları kutlayan yazılar yazdım, ama sonra baktım ki artık unutulmuş, ben de bıraktım.  -Emekli olmuşsunuz, ama mesela hemen Çağdaş Yaşam’a (ÇYDD) katılmışsınız? Bir kez öğretmen oldunuz mu o bitmez; hep daha nasıl faydalı olabilirim der durursunuz. 93’te, üçüncü ÇYDD’dir bizimki; İstanbul, Gaziantep, Bodrum! Kuruluşundan itibaren 15 yıl Bodrum’da başkanlık yaptım. Bilhassa Prof. Dr. Türkel Minibaş o aklıyla, enerjisiyle bir başka rol modelimdi benim. Benden gençti, ama hiç fark etmez, kendime onu örnek alıyordum. -Peki şimdi nasıl geçiyor günler? Şimdi “çöpleri” temizliyorum kafamdan… (Gülüyor) Çünkü yaş ilerleyince belki fiziksel olarak eskiyorsun, ama beynin aslında daha doğru çalışmaya başlıyor. Hayatın önemini daha iyi kavrıyorsun. Ne önemli, ne değil daha iyi ayıklıyorsun. Daha zevkle okuyorum. Bir şeyler yazmaya çalışıyorum. İnanır mısın, öğretmenliğim bile gittikçe daha güçleniyor. Çünkü ben hala öğreniyorum. Öğrenmeye de mecburum, insan değişken bir varlık. Kuşaklar sürekli değişiyor. 30 yıl önce benim okuttuğum çocukla benim torunum aynı mı? Şimdi de torunumla iletişim kurmak için her türlü yolu deniyorum. Bu aynı zamanda bir var olma direncidir de… O direnci göstermediğin zaman sen yoksun! Torunumla bile diyaloğumu ancak kendimin varolmasıyla sağlayabilirim. Fiziksel var olmayı kastetmiyorum. Demek istediğim; bu yaşımda da olsa ben varım, buradayım, benim yaptığım bir şeyle sen mutlu olabilirsin, sana bir katkım olabilir, çünkü ben bir öğretmenim.
“Cennetim” dediği bahçesinde Hatice Öğretmen’e “20 yılda hiç elinizden kaza çıktı mı” diye sordum: “Sadece bir kez en arkada dersi dinlemeyen öğrenciye tebeşir attım, alnına geldi. Ya canı acıdıysa diye çok korktum. Yaptığım çok ayıptı.” (Fotoğraf: Mehmet Uyargil)
“Cennetim” dediği bahçesinde Hatice Öğretmen’e “20 yılda hiç elinizden kaza çıktı mı” diye sordum: “Sadece bir kez en arkada dersi dinlemeyen öğrenciye tebeşir attım, alnına geldi. Ya canı acıdıysa diye çok korktum. Yaptığım çok ayıptı.” (Fotoğraf: Mehmet Uyargil)

Her şey çocuğun gözüne bakmakla başlar

-Şu anda öğretmen olmaya çalışan binlerce aday var; hayatları zor veya öğretmenlikle henüz içsel bir bağ kuramamış olabilirler… O genç meslektaşınıza ne söylemek istersiniz? Ah hiç kıyamam onlara… O çocukları şimdi karşımda görmek, onlara da dokunmak, yardım etmek isterim. En basitini söyleyeyim; öğretmenlik öyle bir meslek ki, sevmek lazım. Eğer sevemediyseniz iş değiştirmelisiniz. Çünkü karşınızdaki insan. Şöyle düşünmelisiniz; doğanın içindeki bütün canlılar çok önemli, ama insana verilen görev şuradaki aklını toplumsal fayda, sanat ve barış için kullanmasıdır, değil mi? Öyleyse bu kadar değerli bir varlığı bana teslim eden anne, baba ya da topluma karşı eğer ben güçlü olmazsam, vazifemi yerine getiremezsem hem ayıptır, hem günahtır, hem de hep birlikte gideriz.  Evet ekonomik şartlar çok önemli, kabul ediyorum. Ama her şeye rağmen bir öğretmen az alıyormuş, çok alıyormuş, korkuyormuş, bunlar vız gelir tırıs gider, o görevi yüklenebileceksen yap, değilsen başkasının hakkını da yeme.  -Nasıl bulacak bu gücü peki? Çocuğu sevsin. Çocuğun elinden tutsun. Bu işin püf noktası göz temasıdır. Öğrencinin gözüne bakacaksın. Her öğrencini tanıyacaksın. Sevmediğin, tanımadığın çocuğa bilgi de veremezsin. Bunlar insanın içinde varsa olur, ama gerekirse kendini değiştireceksin. Ben de böyle değildim ki mesleğe ilk başladığım zamanlar. Ama sevdikçe başarılı olduğumu gördüm. Başarılı oldukça güçlendim. Her şey çocuğun gözünün içine bakmakla başlar.  Çünkü çocuk seven öğretmen ister, onu tanıyan, adil ve bilgili öğretmen ister. Öğretmeniyle göz göze geldiği anda hemen anlar bunları. Çocuk en iyi müfettiştir.  -Eğitim sistemi, öğretmen, veli, öğrenci, okul… Bu parçaların içinde en önemlisi hangisi? Öğretmen! Bu saydıklarının hepsi kötü olabilir, ama öğretmen iyiyse hepsini düzeltebilir. Tıpkı bir anne gibi. -Finlandiya, Güney Kore, Singapur… Hangi eğitim modelini almalı? Şablonumuz: Laik, bilimsel, demokratik eğitim. Ama onun dışında her toplumun kendine göre bir eğitim modeli yaratması gerekir. Başka ülkeden model alınmaz.
Ali İhsan Öğretmen’in yaşadıklarını anlatması da dinlemesi de zordu.
Ali İhsan Öğretmen’in yaşadıklarını anlatması da dinlemesi de zordu.

“O Zaza köyünü 65 yıldır unutamadım”

- ALİ İHSAN YÜCEL ÖĞRETMEN Söyleşiyi asıl Hatice Yücel’le yapmaya gittim, ancak eşi Ali İhsan Yücel Öğretmen’le ilgili de merak ettiğim bir konu vardı: Meslek hayatına Diyarbakır’da başlamış. O dönemin Diyarbakır’ına ilişkin izlenimleri, yaşadıkları acaba neler? Kısaca ayaküstü sohbet edelim istedim, ama karşıma öyle bir hikaye çıktı ki, insana “tarih kitaplarına bunlar da yazılmalı” dedirtiyor. Araya hiç girmeden aynen aktarıyorum: • 1956-57 öğretim yılı; Fethiye’den Diyarbakır’ın bir köyüne tayin edildim. Lice ilçesi, Hani nahiyesi, Neribi Çolagan köyü diye bir köy. Zaza köyü. Okul yok. İlk defa ben gidiyorum. Ve köylü Türkçe bilmiyor. Çoğu asker kaçağı, erkeklerin nüfusta kaydı yok. Birkaçı askere gitmiş, ama çok az Türkçe konuşabiliyorlar, onlarla da anlaşamıyorum.  • Fakat şikayetçi değilim. Beni o köye verdilerse benim de orada bir şeyler yaratmam lazım. Bölgedeki çoğu memuru Demokrat Parti sürmüş; hepsi küskün. Ama ben öğretmenim. Benim görevim küsmek değil. • Ayrıca köylünün de bana olan ilgisi çok iyi. Jandarmadan ve tahsildardan sonra gördükleri üçüncü devlet memuruyum. Kapalı bir toplum, ama ben nereye gidersem hepsi arkamda. Gençler sürekli benimle beraber. Kendileri yemiyorlar, bana yedirmeye çalışıyorlar. Fakat dillerimiz birbirini tutmuyor. • Beş kilometre ötede, üç öğretmenli bir okul var, oradaki Abdullah Bey’den yardım istedim. “Abdullah Bey” dedim, “Bana nolursun yardım edin. Daha okulu açmadık, öğrenci kaydedeceğiz. Ben Zazaca bilmiyorum. Sen hem Zazaca hem Türkçe biliyorsun.”  • Abdullah Bey’in sayesinde kayıt yapabildim, ama daha okul yok. Ben kendime kalacak yer bile bulamamışım. Ne yapacağım peki? Okula başlayıp bitirmemiş müteahhitten kalan tahtalar vardı. Bir dut ağacının dibinde o tahtalardan sıralar yaptım. Diyarbakır’dan çocuklara birer kalem, birer defter aldım. Dut ağacına da Türk bayrağını çektim, Eylül’ün 15’inden Kasım’ın 9’una kadar o dut ağacının altında ders yaptım. 9 Kasım’da kar yağdı. Nereye gideceğim? O müteahhitin malzeme koyduğu bir dam var. Bir tarafta malzemeleri duruyor, bir tarafta benim somyam. Başka yer yok. Lice’ye gittim, sesimi duyurabildiğim kadar duyurmaya çalıştım.  • Sonunda Diyarbakır Valisi, İl Milli Eğitim Müdürü köye gelip durumu gördüler. Vali, Milli Eğitim Müdürü’ne bağırıyor, okul yapılmadan genç bir çocuğu buraya nasıl tayin ettiniz diye; Milli Eğitim Müdürü bana yalvarıyor ne olursun şikayetini geri al diye… Baktılar çare yok, beni alıp götürmeye karar verdiler. Eğitimi bırakacağız yani. Ama 30 tane çocuk benim arkamda, köylü benim arkamda, beni bırakmıyorlar. Vali ise eşyamı Pikap’ın üzerine koydurmuş, götürüyorlar beni artık. Muhtar deseniz ağlıyor. “Camiyi okul yapsın” dendiğini dahi duyuyorum. Şöyle bir durdum baktım, “Sayın Valim” dedim, “Bana bir hafta müsaade edin. Bu problem bir hafta içinde çözülmezse ben kendi elimle size geleceğim, tayinimi isteyeceğim.” Vali Bey, “Ama bak devlet sana bu kadar masraf etti” dedi, “Hastalanır bir şey olursan yine devlet sana masraf edecek”, “Acıyorum sana” dedi. Yok dedim, ben halledeceğim.  • Üç gün sonra muhtar yeni evli bir çiftin evini boşalttırdı, onları anasının babasının yanına götürdü, bir odayı bana hazırladık, salon gibi yeri de 30 çocuğa derslik yaptık. O toprak dam okul oldu, ben dışarıdaki tahtaları birbirlerine çivileyerek sıra yaptım, zaten tesadüf o dut ağacının hemen arkasındaki bir evdi. Yani bayrak duttan inmedi!  • O şartlara ben Köy Enstitüsü’nde yetiştiğim için katlanabildim. Yoksa ben de henüz 18-19 yaşında bir gençtim. Fethiye gibi çok güzel bir yerden gelmiştim. Dört kızkardeş içinde ailemin tek erkek çocuğuydum. Çok rahat dönebilirdim evime. Babamın topraklarında çiftçilik yapardım. Ama bize verilmiş bir görev vardı. Benim görevim bize emanet edileni aldığımız yerden daha yükseğe çıkarmaktı. Onu yapmadan dönemezdim.

Beni ağlatan olay...

• Bu olaydan sonra köyün gençleri benim kuyruğumda, hiç bırakmıyorlar beni. Abdullah Hoca’ya sordum, bu gençlerin bana ilgisi neden, diye. “Askere gittikleri zaman Türkçe bilmeyenleri dövüyorlar ya” dedi, “Senden Türkçe öğrenmek istiyor bunlar.” Tamam, kabul ettim, çocuklar akşam geliyor, 14, 15, 16 hatta 18 yaşında gençler. Ama hiçbirinin nüfus cüzdanı yok. Bir tek benim tuttuğum uyduruk defterde çocuğun adı, babasının adı yazıyor, o kadar.  • En büyük şansım benim köyde ne şeyh vardı ne ağa. Bu konuda zaten bizi ilk Diyarbakır Milli Eğitim Muavini uyarmıştı; kendisi bizim Antalya’dan öğretmenimizdi. Diyarbakır’a ilk vardığımızda birkaç arkadaş yanına gitmiştik, o zaman bize şunları söylemişti: “Bakın çocuklar burası ne Antalya’ya benzer ne Muğla’ya… Burası bambaşka bir yerdir. Gittiğiniz yerlerde ağalar, şeyhler veya Demokrat Parti’nin ocak başkanları vardır. Mümkün olduğu kadar onlarla iyi geçinmeye çalışın. Herhangi bir olay olursa sizi öldürseler devletin altı ay haberi olmaz.” Gerçekten de köyünde ağa olan arkadaşlar vardı, onlar çocukların okula devamını sağlayamadılar. • Çevremdeki hiçbir okulda bir tane kız öğrenci yoktu, ama benim 10 tane kız öğrencim vardı. Nasıl? Öğrenci kaydediyoruz Abdullah Bey’le beraber, bakıyorum hep erkek çocukları. Ya diyorum, bu evden altı-yedi tane çocuk çıkıyor, hiç mi kız yok; yok diyorlar. Abdullah Bey’e sordum, “Neden vermiyorlar kızları?” “Ee bunlar kızlarını satıyorlar” dedi. Kaç yaşında satıyorlar? 9, 10, 11 yaşında. Peki kaça satıyorlar? 2 bin 500 liraya. Tamam dedim, çağır babasını gelsin. Çağırdı. Tercüme et şimdi: “Ben senin kızını okutursam senin kızına din öğreteceğim, temizlik öğreteceğim. Sen 2 bin 500 liraya mı satıyorsun, öyle bir kızı 5 bin liraya satacaksın. İstediğin zaman da al benden, işinde kullan. Anasına mı yardım edecek çamaşır mı yıkayacak, saman mı getirecek, ne yapacaksa okuldan al, işini gör, ama yine okula getir.” Bu sayede sınıfıma 10 kız öğrenci aldım. Daha alamaz mıydım? Nereye alayım, yer yok ki… Ve yaşı da sınırlamak zorundaydım. Daha çok 11,12 yaşlarını aldım. Zaten 12’den sonra kız çocuğu yok. Hepsini evlendirmişler. • Ben hayatımda üç sebepten ağladım. Biri bu anlatacağım olaydır, ki anlatırken hala ağlıyorum, eğer böyle bir şey olursa şimdiden kusura bakmayın. Fethiye’ye dönüyorum, köylü beni uğurluyor. Aralarında bir tane kadın, benim 9 yaşında bir kız öğrencimin kolundan tutmuş, arkamdan bağırıyor. Zazaca ağıt yakıyor. Koşturuyor, ağlıyor. Kız da ağlıyor. Küçük kızı götürmemi istediğini anlıyorum, ama gerisini anlayamıyorum. Eşek sırtında iki saat sonra nahiyeye varıyoruz. Yanımda olaya tanıklık eden bekçi o kadının hikayesini Zazaca köy katibine anlatıyor, ben köy katibinden Türkçe dinliyorum. Anne diyor ki; Bu kızı babası 45 yaşında bir adama 2 bin 500 liraya sattı, parayı peşin aldı, ben istemiyorum, bunu kurtar, bunu da al götür. Yıl 1957. Nisan ayı. O kadar ağrıma gitti ki, o anı 65 senedir unutamıyorum. • Kendimi çok adamıştım o köye, daha uzun yıllar kalmak isterdim. Ama Fethiye’de çok büyük bir deprem yaşandı. 22 Nisan 1957 depremini hatırlamazsınız tabii, ama bir felaketti. Benim evim ahırım köyüm, her şeyim perişan oldu. Annem babam yalnızdı, dönmek zorundaydım. Fakat aklım hep o köyde kaldı.  NOT: Merak etmeyin, hepimizin adına bu iki değerli öğretmenimizin ellerini öptüm. Tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü’nü kutlarız. Yaşayın, varolun! Bir de müsaadenizle bu sayfanın devamlı okurları, her ikisi de çok başarılı birer Cumhuriyet kadını olan Ülkü Akyıldız ve Ülker Ünlü öğretmenlerime saygılarımı sunarım.