Urla’ya yerleştiğim ilk yıl tanıdıklarımdan biriydi Duygu Hanım. Sanat Sokağı olarak bilinen, Urla’nın en çok ziyaretçi alan eski Zafer Caddesi’nde kapılarını yeni açmış olan Hiç Lokanta’nın sahibi olarak “Hoş geldiniz Urla’ya” demişti. Açılışından bu yana restoranın yöneticiliğini yapan Yağmur Bey’le sohbet etmiştik. Gördüğüm her şey etkiliyordu beni. Duvarlar, pirinç levhalar, binanın restorasyonu, serviste kullanılan seramik tabaklar, zeytinyağı şişelerinin formu, tabaktaki yağ ve kendi ormanlarından toplanan ürünlerle yapılan yemekler, ekmekler... O günün üzerinden geçen üç yılda, büyük bir Urla yangını, iki yıkıcı sel, bir hortum ve iki fırtına, bir büyük deprem ve hâlâ sinsice devam etmekte olan bir pandemi yaşadık. Tam iyileşiyoruz, tam atlatıyoruz derken bir yenisi geldi sorunların. Geçtiğimiz hafta bana yöneltilen bir soruyu yanıtlarken şöyle demiştim: “Dünya aslında hiçbir zaman şahane bir yer olmamış. Her kitabımın benden 30 yıl sonraki okura da bir şeyler söylemesini çok istiyorum. Bu da her roman öncesinde uzun okumalar, anımsamak için araştırmalar gerektiriyor. Her defasında, her yıl, her yeni hazırlığımda Türkiye’nin hiç gün yüzü görmediğini düşünürüm. Ama yine de arada bir yerlerde mutlu olmayı, sevindiğimizi görmek şaşırtır beni. Bu gidişat şaşırtıcı ve yeni değil. Ama ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini düşündürttüğü için bir ümit taşıyorum hâlâ...” İşte Duygu Hanım ve eşi Ahmed Bey bütün zorluklara rağmen o umudu taşıyan, bırakmayan ve hayalini kurdukları o gelecek için çalışan bir çift. Bir dolu şey birbirini tamamlayarak yükseliyor hayatlarında. Zeytin ormanı, organik tarım, zeytinyağı fabrikası, seramik, mutfak ve botanik atölyesi, restoran derken yarımadaya kişisel değil, çok önemli bir toplumsal kültür yatırımı yapıyorlar aslında. Duygu Hanım’la Bademler köyündeki zeytinyağı fabrikasında buluştuk. Üzerinde beyaz gömleği, cepli pantolonu ve şapkası ile işlerin arasında kaybolmuştu. Daha önce hiç görmediğim Hiç Zeytin Ormanı’na gitmek üzere sözleşmiştik. Fabrikadaki bir turdan sonra siyah heybetli pick-up’a atladık ve Bademler köyünden çıkıp Hiç Zeytin Ormanı’na doğru yola koyulduk. Bu kadar çok şeyi bu kadar genç bir ömre nasıl sığdırdığına hayret ettiğim bir kadın Duygu Özerson Elakdar. Kendi tanımıyla o bir “çılgın yeni çiftçi”! İlk sorum bu oluyor tabii. Niçin kendini böyle tanımlıyor? “Eşim ve ben zeytinci olmaya kendi karar vermiş yeni nesil çiftçileriz! Zeytinciliği ailemizden devralmadık yani. Kendimiz tercih ettik! Kendi bilgi ve beceri donanımımızı yaratmak için de çok araştırdık, çok gezdik, çok sorguladık ve sayısız eğitim aldık. Zeytincilik kendini yenileyen ve durmadan modernize edilmesi gereken bir alan. Geleneğe saygı duyarak ama ona bağımlı olmadan yapılması gereken çok ciddi bir meslek. Bu yaklaşımımızla bizi ‘yeni çiftçi’ olarak adlandırabilirsiniz. Altına girdiğimiz işin büyüklüğü ve zorluğu dikkate alındığında ise ‘çılgın yeni çiftçi’ olarak adlandırılmamız da yanlış olmaz diye düşünüyorum!” Çok hoşuma gidiyor bu tanım. O yoğun emeğin ağırlığını bir anda kuş gibi hafifleten “çılgın” sözcüğündeki kimseye zararı dokunmayan o baştanımazlık tınısı, o bildiğini okuma cesareti gönlümü okşuyor. Karşılıklı gülüşüyoruz. “Peki nasıl başladı hikâyeniz?” soruma hasır şapkasının altından yarım bir gülümseyişle vites değiştirip “Uzun uzun mu anlatayım?” diye soruyla yanıt veriyor. “Uzun uzun anlatın” diyorum. Ustalıkla tuttuğu direksiyonu sola kırarken anlatmaya başlıyor: “Ankara’da büyüdüm. Aile büyüklerimin hayat bilgisinin derin izleri vardır üzerimde. Mutfağın, evin, ailenin yönetimindeki karar alma becerilerine tanık olarak geçti yıllarım. Babamın arzusu doğrultusunda seramik sanatçısı olmak istememe rağmen Tevfik Fikret Lisesi’ni bitirdikten sonra Siyasal Bilgiler okudum. Sonra Fransa’da, Paris-Sorbonne Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptım. Stajım sırasında bana verilen zor bir görevi bir Ankaralı olarak öyle bir üstlendim ki, 20 yaşımda benden beklenmeyen büyük bir başarı elde edince stajyer olduğum o büyük Fransız firmasında kadroya alındım.” Sonra gülüyor. “Orada bir hayat kurmuş çalışırken eşime âşık oldum. Eşim Fransa’da eğitimini birincilikle tamamlamış bir yüksek mimar. Evlendikten sonra bir süre onun işi nedeniyle Libya’da yaşadık. Bugün geri dönüp baktığımızda gurur duyduğumuz çok güzel işler yaptık. İki çocuğumuz olmuştu. İkimiz de kariyerimize yurt dışında başlayıp kendi alanlarımızda uzunca bir yol almıştık. Bizi yeni bir hayat çağırıyordu artık. Yıllar sonra yurda dönüp Urla’ya yerleştiğimizde geleceğimizle ilgili karar vermemiz gereken bir dönemde olduğumuzu anladık.” Dirsek çürütüp eğitimini aldığı, yıllarca çok başarılı olduğu işini bırakıp bir günde yeni bir hayata başlayanlar yok değil elbet. Ama zeytincilik? İnsanın aklına nasıl düşer zeytinci olmak? “Açıkçası, doğanın içinde büyümüş olmama rağmen, zeytinyağına dair bilmediğim birçok şeyi fark etmeme sebep olan bir tadım eğitimi ile zeytinci olmaya karar verdim. Yaklaşık iki gün süren bu kısa eğitim boyunca yaşadığım şok beni zeytini incelemeye ve bu konuda uzun süren ama hiç bitmeyecek bir uzmanlaşma serüvenine itti. Neticesinde eşimi de etkilemiş olmalıyım ki kendimizi Urla’nın Bademler köyünde 60 bin ağaçlık bir zeytin ormanını işlerken bulduk! Dünya’nın en köklü Zeytinyağı Tadım Akademisi olan İtalyan ONAOO’da 5 yıl süren Zeytinyağı Tadım Uzmanlığı ve Blend Master’lık eğitimi ile yolculuğumuz başlamış oldu.” Bu anlattıkları işin somut kısmı. Bense duygusal yanını da merak ediyorum. Bilgi birikimi açısından ayrı, emek açısından ayrı göz korkutan bu alana girmeye insan hangi duygularla karar verir? “Yaptığımız yatırımın geri dönüşünü çok daha hızlı alabileceğimiz, riski hiç olmayan alanlar da seçebilirdik elbette. Hatta çoğu kişi de bize bu yönde tavsiyeler verdi” diyor. “Ama bizi heyecanlandıran, güzelliğiyle fetheden Urla’da yaşarken buranın değerinden güç alacak bir işe yatırım yapma fikriydi. Tüm zorluklarına rağmen sürekliliği olan ve çocuklarımıza gururla bırakabileceğimiz bir işe atılacağımız düşüncesi bizi çok mutlu etmişti.” Tam bunları anlattığı sırada Hiç Zeytin Ormanı’na yaklaşmıştık. Önümüzde demir bir kapı uzanıyordu. İçinden geçtiğimiz arazi ise tıraşlanmıştı. Konteynerler getirilip yerleştirilmişti. İnşaat hazırlığı yapıldığı belliydi. Az önce, çocuklarına gururla bırakabileceği bir iş yapmaktan duyduğu mutlulukla aydınlanmış yüzü birden gölgeleniverdi. Araziye bakıp “İşte bizi bekleyen gelecek!” dedi üzüntüyle. Büyük bir inşaat şirketinin başlamak üzere olduğu yüzlerce villalık projenin dev boyutunu ilk defa görüyordum. Yeni bir kasaba, yeniden İstanbul demekti bu inşaat! “Ama siz organik tarım yapıyorsunuz, nasıl olacak bu böyle dip dibe?” dedim hayretle. Başını üzüntüyle iki yana salladı. “Bir çözüm yolu bulacağız umarım” dedi. Sonra arabadan atlayıp demir kapıyı açtı. Dik, engebeli bir toprak yolu sarsılarak tırmanmaya başladık. Bir yandan da hikâyelerini anlatmaya devam etti: “Bundan 10 yıl önce ailecek Urla’ya yerleştiğimizde nasıl ki aklımızda zeytinci olmak yoktu ise, Hiç Lokanta’yı açmak gibi bir fikrimiz de yoktu. Ne zaman ki Hiç Natürel Sızma Zeytinyağı ile tanınır olduk, o zaman Hiç Zeytin Ormanı’nı sofraya taşımamızın vakti geldiğini gördük. Ve Yeni Urla Mutfağı yaratma fikrini bize Organik Hiç Zeytin Ormanı vermiş oldu.” Doğadan alınan bu ilham ve ilhamın kaynağına duyulan bu saygı bana büyüleyici geliyor. Ardımızda bıraktığımız arazininse bu hürmetten, saygıdan bihaber olduğunu düşünüyorum. Evet, aklım arazide. Ama bunun acısını elbette benden katbekat daha fazla duyan, yaşayan Duygu Hanım’ın konuşmasını bölmeye hakkım yok. Anlatmaya devam ediyor o. İnanıyor çünkü. Yaptığı işe de, tıpkı doğaya inandığı gibi inanıyor. “O döneme kadar tüm dikkatimizi Hiç Zeytin Ormanı’nı tanımaya, alanın tahsis ve zirai mücadele yatırımlarına ve öncelikli olarak Urla’nın köklü tarihi mirasına yakışır kalitede bir zeytinyağı markası yaratmaya ayırmıştık. Doğrusu yola çıkarken hikâyemizin bizi bir lokanta açmaya vardıracağından pek de haberdar değildik! Sonra, Hiç Zeytinyağı’nın marka bilinilirliği arttıkça Urla’da bir satış noktamız olması gerekliliği doğdu. Böylece marka kurucu ortağımız, yüksek mimar ve tasarımcı Taha Elakdar’ın Urla’nın eski şehir merkezinde yıkılmak üzere olan taş binalara ikinci bir hayat verme projesi, markamızın vitrin noktası olmaya doğru evrildi. Başta, ürünlerimizi sergileyebileceğimiz bir satış noktası olarak planladığımız proje devam ederken bizim ormana bakışımız ve bölgenin değerlerine ve gastronomik servetlerine olan algımız da gelişti. Ormanın tabağa yansıtılacağı ve ilhamını bölgemizin gastronomi zenginliğinden alan bir Yeni Urla Mutfağı kurgusu zamanla hem kafamızda hem de kalbimizde netleşti. Ve 2018’in Nisan’ında Hiç Lokanta açıldı.” Duygu Hanım, doğadan aldığı ilhamı doğayı, doğal olanı bozmadan hayata geçirme ilkesini mutfakta da korumayı bilmiş. “Hiç Lokanta, organik Hiç Zeytin Ormanı’ndan ürettiğimiz tüm ürünlerle hazırlanan, yerel tatların yalın yöntemlerle Yeni Urla Mutfağı adı altında yorumlandığı bir lokanta” diyor. “Bölgemizin mevsimsel, gastronomi zenginliğini doğadan toplayarak sofraya taşırken, sürekli araştırıp geliştiriyoruz. Biz süslemesiz en iyi ve en taze malzemeyle adil fiyat kalite ilişkisi gözeterek, zeytinyağı odağında, şarküteriden ekmeğe tüm ürünleri kendi üreten bir mutfağız.”
27.08.2021 04:30
Çılgın yeni çiftçiler
Kavuşma...
18 Şubat 2022
Bereket ölçülü olmakla çoğalır
17 Aralık 2021
Milyonluklara bir-iki
Tüm Yazıları
10 Aralık 2021