"Geceyi korsanların naraları dolduruyormuş. Yarımadanın üzerindeki evlerde yaşayanlar bile duyarmış bazen.” Yüzüme bakmadan soruyor küçük arkadaşım. “Nara ne demek?” “Erkeklerin bağırması, haykırması gibi bir şey. Bağırıyormuş hepsi yani.” “Korsanlar mı?” “Evet. “Ne diye bağırıyormuş?” “Savaştıkları için sanırım. Hep bağırıyorlar ya. Gemideki malları ele geçirmek için saldırıyorlarmış.” Konu şimdi ilgisini çekti aslında. Yan gözle bana bakıyor. “Ne istiyorlarmış? Ne varmış gemide?” “Zeytinyağı ve şarap küpleri.” Anlamaya çalışarak gözlerini bana dikiyor. “Ne yapacaklarmış ki zeytinyağını?” “İşte çok değerliymiş. İlaç gibi de önemliymiş. Satmak, kullanmak için.” “Altın yok muymuş gemide? Bir tek zeytinyağı mı varmış?” “Kaptanın altınları vardır belki ama zeytinyağı altın gibi bir şey işte o zamanlar. Çok değerli.” Küçük arkadaşım tatmin olmuyor. Korsanların zeytinyağı için bir gemiye saldırması yeterli bir sebep değil onun için. “Hiç mi başka bir şey yokmuş?” “Şarap, incir, üzüm, peynir vardır belki. Tam olarak bilmiyorum şimdi ama buradan onları uzak diyarlardaki ülkelere satmak için yola çıkıyormuş gemiler.” “Ne zaman oluyormuş bunlar?” “Yüzlerce yıl önce.” “Çok saçma. Zeytinyağı için korsan morsan olamam ben.” İçin için gülüyorum. Çünkü 9 yaşında bir arkadaşınız varsa, ciddi bir ifadeyle söylediği herhangi bir şeye gülmemek hatta tebessüm bile etmemek gerektiğini biliyorum artık. Kafamı sallıyorum. Birazdan ilgisini çekecek şeyler göstereceğim ona. Bana emanet edilmiş küçük misafirimi anne babası İzmir’den dönene dek oyalamak için ne yapsam, ne anlatsam diye düşünürken iyi ki geldi aklıma şu Çeşme-Urla korsanları. “Hadi gel, seni bir yere götüreceğim” dedim. Evde somurtarak oturmaktansa, arabaya binip bir yerlere gitme fikri ona da iyi geldi. Suskunluğu bozmak için açtığım korsan hikâyesi tahmin ettiğim gibi ilgisini çekti ama şu anda “müzeye gitmek” fikrine surat sallıyor. Ildırı levhasını görünce tersi istikamete, sola dönüyor, yokuş aşağı kıvrıla kıvrıla çamların arasında yol alıyoruz. “Şimdi biz tam olarak nereye gidiyoruz?” “Dedim ya, müzeye gidiyoruz. Zeytinyağı müzesine. Oraya gidince hoşuna gidecek bak. Böyle görsen, bizim yaşadığımız bu bölgelerdeki en eski zeytinyağı yapma makineleri var içinde. Her şey ama her şey eskisi gibi!” Aklıma müzedeki 1/15 boyutlarında modellenen, Antik döneme ait bir taşıma gemisinin içindeki amforalar geliyor. Meraklandırmak için gözlerimi büyüterek ona bir bakış atıyorum: “Hatta korsanların batırmak için uğraştığı gemilerden bir tanesinin küçük bir modelini yapmışlar. Böyle ortadan kesilmiş gibi. Böylece o geminin içini görebiliyorsun. Küpleri nasıl dizdiklerini görünce çok şaşıracaksın. Çünkü böyle altları sivri sivri. Topaç gibi hepsi!” diyorum. Aha, şimdi ilgisini çektim işte. Bakışlarından anladım. Demek ki Limantepe kazı alanına gidip oradaki buluntuları, gemi modelini göstersem ilgisinin boyutunu katlayabilirim. Birkaç gün içinde oraya da gidelim o vakit. Şimdi istikametimiz Köstem Zeytinyağı Müzesi. Yine idealist ve yorulmak bilmeyen bir çiftin tüm engelleri aşarak ortaya çıkardıkları bir Ege hazinesine gidiyoruz. *** Bu, Oksijen’deki dördüncü yazım. Tanıtımlarımızda Çeşme, Alaçatı ve Urla yazıları yazacağımı anons etsek de, zorunlu kapanma nedeniyle bulunduğum yerde, Urla’da kendimi hikâyelerine en yakın hissettiğim, bildiğim ya da yakından takip ettiğim isimleri yazdım üç haftadır. Şimdi yavaş yavaş Çeşme’ye doğru yol alalım. İki ilçe arasındaki sekiz köyün ortasında bir yerde duracağız. Bu sekiz köye “Müzenin Köyleri” diyor Köstem ailesi. Barbaros, Birgi, Germiyan, Kadıovacık, Nohutalan, Uzunkuyu, Zeytineli ve Zeytinler köylerinin her biri tarihleri, festivalleri, yürüyüş ve bisiklet rotaları, kültür sanat etkinlikleri, ürünleri ile kalbinizi çalmaya aday cennet parçalarıdır. Tatillerinizde uçaktan inip otoban üzerinden doğruca Çeşme ve Alaçatı’ya geçmeyi tercih ediyor, iki ilçe arasındaki bu köylere hiç uğramıyorsanız çok şey kaçırıyorsunuz, benden söylemesi. Buraların hikâyeleri anlat anlat bitmez aslında... Bu hafta yazmaya oturmadan önce müzeye gidip Güler Hanım’la tanıştığımda bir yıldır onların sıkı bir ziyaretçisi, iyi bir müşterisi olduğumu, Malgaca yağlarını çok sevdiğimi, konuklarımla sık sık müzeye geldiğimi, müzenin küçük dükkânından kitaplar aldığımı duyunca, hiç karşılaşmamış olmamıza çok şaşırdı. Benim çok sevdiğim bu mekânın adı “müze” olunca, nedense “Hımm müzeye sonra da gideriz, şimdi mi gideceğiz?” cümlesini duymak şaşırtıcı gelmiyor artık. Müzeye, müzeciliğe resmi makamların, toplumun genel kesiminin bakışı da çok farklı değil. Özel müzecilikle uğraşan, büyük çabalar veren üç dört aile tanıma şansım oldu. Hepsinin hikâyesinde ortak noktalar aynıydı. İstinasız hepsi olmadık engellerle karşılaşmış, ülkeye, dünyaya bir miras bırakmak gibi kıymetli bir işe girişmeleri nedeniyle, hani neredeyse buna “cüret ettikleri” için bir cezalandırılmadıkları kalmıştı. Resmi makamlarda oturanların, büyüklü küçüklü kademelerin olmazları, yokuşları, olumsuzlukları, bitmez tükenmez masraflar, sürekli tırmanan yasal sorumluluklar hepsini bezdirip yollarından caydırabilirdi aslında. Ama hepsinin kişisel inat ve tutkuları, aile bağlarının gücü sayesinde işler nihayete ermişti. Köstem ailesi de o tutkulu ailelerden biri. Bu uğurda hayli emek ve para harcamış ama sonucundaki iç huzurundan gelen mutluluğu ödül kabul eden bir karı koca. Köstem Zeytinyağı Müzesi’nin kurucusu doktor Levent Köstem, ailesinden gelen bir koleksiyon merakı ile büyümüş. Eşi emekli öğretmen Güler Hanım, “Levent’in bütün ailesi öyledir. Hepsi biriktirir saklar, kıymet verir, kayıt tutar, araştırır” diyor. Güler Hanım ve Levent Bey üniversite öğrencisiyken tanışmışlar. Yakışıklı tıp fakültesi öğrencisi Levent, üniversite bahçesinde gördüğü biyoloji bölümü öğrencisi dünyalar güzeli genç kıza âşık olmuş. Evlenmişler. İki çocukları olmuş. Bazı evlilikler aşkla başlayıp dünyaya duyulan diğer tutkuların ortaklığı ile ilerleyince daha da güçleniyor. Onlarınki de öyle. Ortak amaçları ve inançları ile birlikte mücadele etmişler daima. Çok çalışmışlar. Boş durmak yok onlar için. Dr. Levent Köstem, İzmir’in en kıymetli ortopedi ve travmatoloji hekimlerinden biri. Güler Hanım binlerce öğrenci yetiştirmiş bir öğretmen. Güler Hanım’ın 2000’deki emekliliği sonrasında hayata geçmesi için çalıştıkları bir proje bu müze. Uzunkuyu köyünde eski bir fabrikaymış bina. Binanın elden geçmesi, şekillenmesi epey zaman almış. Çiftlik kurulmasıyla beraber proje büyüdükçe büyümüş. Güler Hanım eski binanın duvarlarına bakarken “Bu işin altından nasıl kalkarız Levent? Bunun sıvaları bile ne kadar tutar, düşünsene!” diye endişelendikçe, Levent Bey karısının gücüne ve çalışkanlığına güvendiğinden olsa gerek, “Hallederiz” demiş hep. Kredi çekmişler, borçlarını öderken müzenin içinde yer alması planlanan antik zeytinyağı işlikleri, geçen yüzyılın fabrika motorları yaptırılmaya başlanmış. Peki, Güler-Levent Köstem çifti neden böyle bir şey yapmış? Urla ve Çeşme köylerinde yürüyüşe çıktığınızda 300-400 hatta bazen 1000 yaşında zeytin ağaçları ile karşılaşmanız bir süre sonra olağanlaşır. İlk gördüğünüzde sizi görkemiyle, formuyla hayrete düşüren yaşlı bir ağacın hemen ardında bir başkası saklıdır. Onun ardında bir diğeri. Buralar ölmez ağaçlarıyla dolu bir masal diyarıdır. Bu kadar çok yaşlı zeytin ağacının olması da elbette burada önemli bir kültür tarihi saklı olduğunu anlatır. Levent Bey dünyadaki zeytinyağı müzelerinde ve belgelerde Türkiye’nin adının geçmemesine çok içerlermiş. Güler Hanım’la birlikte zeytin çiftliğini kurarlarken arazileri içindeki bin yaşındaki ağaçları gördükçe, gerçek tarihi anlatacak bir ispat, bir kanıt bırakmaya karar vermişler. Klazomenai (Urla İskele civarı) tarihin en eski zeytinyağı işliklerinin bulunduğu, zeytin ve yağ ticaretinin yapıldığı 12 İyonya kentinden biridir ve bugün hâlâ kazılar, araştırmalar devam etmektedir. Klazomenai’nin varlığı başlı başına bir ispattır zaten ama zeytinin ve zeytinyağının Urla ve yakın çevresindeki yolculuğunu anlatmak, geleceğe bırakmak için yıllar süren müze çalışması bundan üç yıl önce sonuca ulaşır. Sevgili küçük dostumun, “Vayyy! Demek zeytinyağını eskiden böyle yapıyorlarmış” diyerek hayretle gezdiği müzeye gittiğinizde dünyaya iyi izler bırakmaya çalışan insanların emeğini göreceksiniz. Bölgenin yüzlerce örnek bitkisi ile kaplı 20 bin metrekarelik alana girdiğinizde yasemin kokusu başınızı döndürecek. (Eğer çiçekler geçmeden yollar açılır, hayat normale dönerse elbette.) Yaseminlerle kaplı büyük bir kapıdan içeri gireceksiniz. Sağınızda müze kafesi ve alışveriş yapabileceğiniz bir dükkân, solunuzda bir restoran, tam karşınızda müze salonu olacak. Müze salonunda bu bölgede tarih boyunca yer alan zeytinyağı yapma biçimlerinin modellendiği değirmenleri, küçük fabrika örneklerini göreceksiniz. Küçük arkadaşım gibi siz de tarihten geçip gidenleri anlamaya çalışırken ürpereceksiniz. Sonra salonunun çıkışına doğru doktor Levent Köstem’in çocukluğunun Buca’sından örnekler göreceksiniz. Aslına uygun yeniden yapılan küçücük üç tane dükkancık. Bir bakkal, bir çay ocağı bir de Levent Bey’in babasının yazıhanesi. Bir tamirhanede imiş o yazıhane. Sonra önünüzdeki büyük demir kapı müzenin dükkânına açılacak. Gerçekten çok güzel bir kitap seçkisini inceleyecek, çok sevdiğim Malgaca zeytinyağını, bölgenin seçkin şaraplarını, Güler Hanım’ın elinin değdiği reçelleri, zeytinleri, salçaları görünce dayanamayacaksınız. Şahane sabunların kokusu sizinle gelsin isteyeceksiniz. 17 günlük kapanmanın ardından müzeye girdiğimde Güler Hanım müzenin sahibi değil de tüm köyün annesi gibi gülümsüyordu. Pazar günü çalışanlar gelmeden önce her yeri temizlediklerini anlatırken çok çalışan insanların asla yaşlanmadıklarına dair inancım pekişiyor. Dünyaya faydalı olmayı, yaptığı işin anlam bulmasını isteyenlerden Köstem çifti de. Yolunuz düşerse uğrayın demiyorum. Yolunuz oraya düşsün diye altını çiziyorum. Müzeden çıktığımızda küçük arkadaşım gördüklerinden mutlu olduğu için daha sıcak bana karşı. “Çok mu zenginmiş peki eskiden yaşayanlar?” diye soruyor. “Olabilir. Çünkü buradakiler zeytin ve üzümü işleyip başka ülkelere satabiliyormuş. O yüzden buradaki liman çok önemliymiş. Tabii çok eskiden oluyor bunlar. Korsan saldırıları olunca Çeşme limanını tercih etmişler galiba. Çok emin değilim ama. Bunu Limantepe’ye gidince öğreniriz iyice.” “Çok mu eksiden olmuş bunlar?” “Çok eksiden.” “Korsan Jack Sparrow’dan da mı eskiymiş?” “Deli misin? Daha bile eski.” “Keşke o günleri görebilseydik.” Küçük arkadaşımla indiğimiz yolu tırmanıyoruz şimdi. Dikiz aynasından arkamdaki bereketli vadiye bakıyorum. Çeşme’ye, Ildır’a her gidişimde bu yolu kullanmayı seviyorum çünkü bu vadiye her inişim hep ilk defa görüyormuşum gibi mutlu ediyor beni. Germiyan Köyü’nde evlerin üzerindeki resimler, Barbaros Köyü’nün dar sokakları, yol kenarındaki yabani melisaların arasına açılmış tezgahlarda satılan turunç reçelleri, salçalar, limonlar, domatesler acaba yanımda merakla korsanları düşünen şu genç adamın da hatıralarına yerleşecek mi? “Tarihi bilmek neden bu kadar önemli, biliyor musun?” diye soruyorum küçük dostuma. Omuzlarını kaldırıyor “Bilmem” derken. “Çünkü nereden başladığını bilmek çoğu zaman nereye gideceğini belirler.” Ben yola bakıyorum o da bana. “Peki şimdi nereye gidiyoruz?” Susuyorum... Sahi biz şimdi, biz hepimiz nereye doğru gidiyoruz?
21.05.2021 06:00
Çünkü nereden başladığını bilmek nereye gideceğini belirler
Şimdi yavaş yavaş Çeşme’ye doğru yol alalım. İki ilçe arasındaki sekiz köyün ortasında bir yerde duracağız. Bu sekiz köye “Müzenin Köyleri” diyor Köstem ailesi
Kavuşma...
18 Şubat 2022
Bereket ölçülü olmakla çoğalır
17 Aralık 2021
Milyonluklara bir-iki
Tüm Yazıları
10 Aralık 2021