Herkes denizde olmalıydı. Kızgın güneş altında, beyaz eski evler, mavi boyalı kapılar ve üzerlerine yığılı pembe begonviller arasında yolumu bulmaya çalışıyordum. Hava o kadar sıcaktı ki bir kedi bile yoktu ortada. Çeşme’nin dar sokakları arasında araba kullanmak istemediğim için yakın bir yere park edip yürüyerek gitmek daha akıllıca olur diye düşünmüştüm. Arabayı park ettiğim otoparkta çalışan genç delikanlıya gideceğim yeri söylediğimde, “Şuradan çıkarsanız, çok yakın aslında” dedi. Gösterdiği yokuşu gözüm kesmedi. “Ben biraz dolanayım” dedim. Üzüntüyle baktı bana. Zira kısa yokuştan kaçıp, ters yönü tutturmuşum. Serin bir sabah vakti ya da gün battıktan sonra olsa tadını daha çok çıkarabileceğim ara sokaklarda öğle sıcağında birazdan bir fazla yürüdüm. O sokak, bu sokak derken, sonunda aradığım o eski Rum evini buldum. Horasan Balık yazan kapısından girdiğimde eski yapının içinde kimseler yoktu. Yemek servisini yaptıkları iç bahçeye yöneldim. Ahmet’in sesi geliyordu bir yerlerden. Kimseler olmayınca bahçe daha da güzel göründü gözüme. İncir ağacının altındaki tahta uzun masaya oturdum. O sırada Ahmet çıktı mutfaktan. Üzerinde çizgili önlüğü, gülerek yanıma geldi. “Kezban yok mu?” diye sordum. “Burada burada. Şimdi gelir o da. Kahve içer misiniz? Soğuk bir şey ya da?” Buz gibi soğuk sudan daha güzeli olabilir mi? Kahve sonra belki. Ahmet dolaptan şişeyi çıkarırken yer bulmanın hep çok güç olduğu, şahane yemeklerini yerken sohbet eden neşeli insan seslerinin birbirine karıştığı bahçeyi izledim bir süre daha. Her şey değişsin ama ne olur bazı güzel şeyler olduğu gibi kalsın, hiç bozulmasın dediğimiz o bazı güzel şeylerden birisi işte burası. Altında oturduğum incir ağacını başıyla işaret ederek, “Bu evin temeli atılmış, bu incir de o gün dikilmiş. Burada anısı olan çok insan var. Bazen gelip anlatıyorlar. Çocukken burada oynadım diyorlar. Evin eski sahiplerini tanıyanlar çıkıyor. Harap halini bilen, böyle görünce takdir eden oluyor. Mutlu oluyorum dinlerken. Bu dükkân, bu bahçe çok insana uğurlu geldi. Ama en çok bize” diyor. Ahmet’le Kezban’ın emeği, sabrı ve çalışkanlığı ile bir Çeşme klasiği olan Horasan Balık’ın bahçesi yaklaşık dört yıldır, bilenlerin müdavimi olduğu bir deniz ürünleri lokantası. “Denizden ne çıkarsa pişiririz. Et, tavuk filan olmaz bizde. Denizden çıkana yakışanı arayıp bulmak, denemek, daha iyisini yapmak bizim işimiz.” Ben bir mekân yazarı değilim. Bu konuda gerçek birer usta olan kalemlerle aynı gazetede yazıyorum zaten. Mekânların insanlarını merak ediyorum. Başladıkları günü, düştükleri yeri, yıkıldıkları zamanı, döndükleri yolları, tırmandıkları dağları merak ediyorum. Urla-Çeşme yarımadası insanlarının hikâyelerini, onları bugünkü hallerine getiren hayatlarını dinlerken hiçbir başarının bedelsiz, hiçbir güzelliğin ağrısız acısız doğmadığına bir kez daha inanıyorum. Ahmet ve Kezban’la bu yaz başı tanıştım. Geçtiğimiz haftalarda hikâyesini yazdığım Mete Nisari ile buluşup konuştuğumuz bir akşam, “Seni öyle bir yere yemeğe götüreceğim ki yemeğe ayrı, yemeği yapanlara ayrı hayran kalacaksın. Bak, adım gibi biliyorum” demişti. Arkadaşım Elif Dağdeviren de o gün bizimleydi ve Mete ne yaptı etti, o gece Horasan Balık’ta bize bir masa bulmayı başardı. “Başardı” diyorum çünkü aynı gün içinde yer bulabilmek hakikaten zor. Çok çok zor. Sohbet etmek için buluştuğumuz o gün de, dolaptan çıkardığı dışı buğulanmış soğuk şişeyi açıp bardağıma suyu boşaltırken Ahmet’in telefonu ısrarla çalıyordu. İçini çekerek telefonunu açtı. Sakin sesiyle “Vallahi yer yok. Yazıyorum elbette. Bir iptal olursa, söz, arayacağım” dedi. Telefonu kapayıp tatlı bir yorgunlukla baktı bana. “Bu işin bu kısmı zor işte. Masa sayımız belli. Üzerine çıkmama imkân yok. Mekân da kaldırmaz, mutfak da. İnsan misafirini kırmak ister mi? Geri çevirmek ister mi? İstemez tabii. Ama bazen üzüyorlar beni. ‘Bana da mı, bize de mi? Biz eski müşterin değil miyiz?’ diyorlar. Öyle tabii. Ama ne yapabilirim? Hayır demek kolay mı?” Eminim hiç değil. Gelip gittikçe anladım ki Horasan’a ilk geldiğimiz akşam Mete’nin bize küçük bir masa bulması hakikaten şansmış ve arkadaşım haklıymış. Son anda iptal edilen bir rezervasyon nedeniyle hem şahane yemekleri yedik hem de Ahmet, Kezban ve onlara yardım eden kardeşleri ile tanışabildim. Bu güzel mekândaki o ilk akşam masaya konan ne varsa, vakti ile bir yerlerde tecrübe edip bir daha bulamadığım eski şahane tadıyla çıkıp geliyordu adeta. Şöyle anlatsam belki daha iyi olacak: Bazı şehirler insanlarla ve yemeklerle eş, unutulmaz bir rüya gibi kalıyor aklımda. Mesela Yunanistan’ın gördüğüm hemen hemen tüm şehirleri benim için Özlem’le güzeldir. Ama onunla birlikteyken yediğim en güzel ıstakozlu makarna Mykonos’la eştir. İtalya, özellikle Capri adası Jeffy demektir hafızamda. Capri adası ise leblebi gibi yediğim çıtır mini karideslerin, gün batımında içindeki kabukları çiğneyerek içtiğim limoncello’nun, kahvelerin yanında acıbadem ezmelerinin diyarı. Yani bazı lezzetler, yemekler var ki insanları ve şehirleri ile kazılı kalıyor aklımda ve bir daha da rastlanmıyor sanki. Daha sonra tecrübe ettiğimde aynı lezzeti bulamayınca ya birlikte yediğim insanlar ya da şehir sorumlu oldu kafamda. Fakat Mete o gece Ahmet’e “Ne yiyelim, sen seç” deyince Ahmet minik tebessümü ile kafasını hafifçe yana eğip “Tamamdır” diye yanıt verdiğinde, “Mete anlata anlata bitiremiyor, merak ediyorum” diye atıldığımda, Elif “Ben de heyecanlandım” dediğinde, Ahmet elini göğsüne koyup “Allah mahcup etmesin inşallah” diye karşılık verdiğinde bizi ne beklediğini bilmiyormuşum. Ahmet’in her servisi bir sınav gibi gören kalbi, Kezban’ın yüzlerce binlerce kez yaptığı yemekleri her defasında ilk kez yapıyor ve sunuyormuş gibi duyduğu heyecan size bu hikâyeyi anlatmak istememdeki asıl sebebim. O gece Ahmet’in masaya bıraktığı her tabak, dediğim gibi, eski şahane bir anıyı getirdi. Bir Mykonosta’ydım, bir Capri’de. Neden bunun altını çiziyorum? Ülkemizdeki balık restoranı anlayışı bana son yıllarda giderek daha tekdüze geliyor. Birbirinin aynı mezelerin, özensizce hazırlanıp, birbirinden yüksek fiyatlarla sunulmasından, sırf deniz kenarından yemek yedik diye Allah’ın hepimize hediyesi denizin mekân kirasını çatır çutur ödemekten artık haz etmiyorum. Sevenine hiç itirazım yok. Ama “balıkçı” dendiğinde rakı-balıktan fazlasını, haşlanmış patates, gül şekline getirilmiş domates kabuğu, üç dal roka ile sunulan ızgara balıktan farklısını arıyor bu gönül. Gönül yeter ki arasın, aradığını da buluyor. O gece ıstakozlu makarna masaya geldiğinde o kadar mutluyduk ki o yoğun servis telaşının içinde olmalarına rağmen ısrarla tüm mutfak ve ekibini masaya davet ettik. Bir fotoğraf çektirmek için beni kırmadılar, geldiler. Sanki o sıcakta tavalar, tabaklar arasında ter döken onlar değilmiş gibi, pırıl pırıl çıktılar mutfaktan. Neşeyle poz verdiler ve sonra aynı telaşla işlerinin başına döndüler. Mutfak açık zaten. Her şey gözünüzün önünde. Onları izledim bütün gece. Ahmet’in karısı Kezban’ın ve kardeşinin güzelliği, Kezban’ın kırmızı ojeleri, Ahmet’in kardeşi Emre’nin ve mutfaktaki herkesin akıl almaz gençliği, profesyonelliği... Velhasıl o gece onları, hikâyelerini çok merak ettim. Oradan ayrılırken, “Bir ara gündüz vakti buluşalım, oturup uzun uzun konuşalım. Merak ediyorum, sizin hikâyeniz nedir?” dedim. Ahmet güldü, “Bizde hikâye çok” dedi. Kezban da benzer bir mahcup gülüşle “Başımızın üstünde yeriniz var. Gündüz hazırlığımız bitince ne vakit isterseniz, buyurun gelin” diyerek yolcu etti beni. Velhasıl yaz bitmeden bir öğleden sonra sohbet için oturmayı başardık. Ben suyumu içerken Kezban bütün güzelliği ile çıktı geldi. Alışverişini bitirmiş, otlarla, mezelerle ilgili hazırlığını yapmıştı Bir kahve içmeye, sorularıma yanıt vermeye hazırdı. Kezban kahvelerimizi yaparken “Nasıl başladınız Ahmet?” diye sordum. “Zor, çok zor başladık. Çok büyük battık. Deniz ürünleri toptancısıydık. Ve o işte çok da iyiydik. İyiydim yani. Çok küçük yaşta başlamıştım bu işe. Bilmediğim değil, çok iyi bildiğim bir işti. Çok iyi bildiğimi sandığım için bilmem gereken önemli bir şeyi pek önemsemedim. Mesela dükkanın yerini.” Kezban kahvelerimiz getirdi, yanımıza oturdu. “Çok zor günlerdi. Ahmet’in cuma akşamları mesai bitince dua ettiğini bilirim. Cumartesi-pazar her yer kapalı, bankalar kapalı. Ödeme yok, senet yok, alacaklı yok diye. Oysa çok güzel başlamıştı her şey.” Dediğim gibi: Hiçbir güzellik acısız, hiçbir başarı emeksiz gelmiyor. İkisinin de üzerindeki o güzel olgunluk belli ki o günlerin bıraktığı izlerden. “Nasıl başlamıştı peki?” diye soruyorum. Ahmet anlatmaya başlıyor. “Babaannem kıtlık yokluk yıllarında Afyon’dan buraya çok zengin bir ailenin yanına getiriliyor. Dedemlerin evine. Babaannem Rumca öğreniyor onlarla çünkü dedemler Girit’ten göçmüş çok zengin bir aile. 11 erkek kardeş. Oradaki mal varlıklarının karşılığında topraklar veriliyor burada. Ticaret yapan bir aile. Yemek, özellikle deniz kültürü olan bir aile. Fakat zaman içinde 11 kardeşin hayatları kendi yolunda giderken o mal mülk paylaşılıyor. Babaannem ve dedem evleniyor. Kalanlar bile çok değerli ama onlar da erimeye başlıyor. Ben kendimi bildim bileli bizim aile Çeşme içinde ticaretle uğraştı. Ben çocuk yaşta yanlarında çalıştım. Babam bir kıraathane açtı. Tam karşısında da bir balık toptancısı vardı. Onu getir bunu götür derken, bir baktım ben balık toptancısının çırağı olmuşum, işi öğrenmişim. 15 yaşımdayken buradaki bütün balıkçılardan ahtapotu ben toplamaya ve Sakız adasına satmaya başlamıştım. Bu arada Çeşme de değişiyordu. Eskiden İzmir’de fuar açıldı mı burada hayat biterdi. Önce Bosna Savaşı ve sonrasında otobanla, Çeşme’ye yanaşan büyük feribotlarla birlikte gelen insan profili değişti, zenginleşti. İhtiyaçlarına yönelik satış yapmayı başardık. Kendime güvenim de artıyordu. Babamı ikna edip deniz ürünleri balık toptancılığı işimizi açtık. Kezban çocukluk arkadaşımdı. Evlendiğimizde işimiz, düzenimiz gayet iyiydi.” Kezban da tamamen rastlantı ama Afyonlu bir ailenin kızıymış. Babası bir çiftçi. Bir gecede karar verip köyünü terk etmiş ve çoluk çocuğu alıp Çeşme’ye gelmiş. Kezban küçücük bir çocukmuş o zaman. Babası küçük bir sitede çalışmaya başlamış. Oradaki arkadaşlığı, insanlarını anlatırken gözleri parlıyor. “Denizi, bisikleti ilk kez görmüştüm. Çok şeyi orada öğrendim. Onların desteği ile liseyi İzmir’de yatılı okudum. Bugün bile arkadaşlığımız devam eder çoğuyla. Bir diş hekiminin yanında asistan olarak çalışıyordum. Ahmet’le evlenmeye karar verdik. Evlendikten iki ay sonra bir baktım ben de balığın, denizin içindeyim. Deli gibi çalışıyoruz. Daha büyük, daha lüks, daha şık bir yer açtık. Bu işi biliyordu Ahmet. Ankara’ya en güzel balıkları biz gönderiyorduk. İstanbul’un en güzel, en özel yerleri bizden alırdı ürünlerini. Çok masraf yaptık o dükkâna. Ahmet ‘Yerin bir önemi yok’ diyordu. ‘Biz en iyisiyiz, bize gelirler. Gelecekler’ diyordu.” “Peki ne oldu?” diye soruyorum. Ahmet yanıt veriyor. “Öngörülemeyen krizler, yanlış yer, yanlış mekân, kendine fazla güven, fazla harcama... Kurtarmaya çalıştıkça yeni bir kriz çıkıyordu. Sonunda o dükkânı kapadık. Kapatmak zorunda kaldık. Borç içinde battık. O dükkânda özel müşterimizi kırmaz, kendimize pişirir gibi balık pişirirdik. Severlerdi. Ben kara kara düşünürken Kezban ‘Balık ekmek yapalım’ dedi.” Kezban devam ediyor. “Allah rahmet eylesin, bir Celil abimiz vardı. Ahmet’in ikinci babasıdır. Yeni kaybettik. Küçük bir dükkânı vardı, bize onu verdi. ‘Para kazandıkça kira ödersiniz’ dedi. Bir arkadaşımız evdeki eski ocağını, biri taburesini, biri eski kap kacağını verdi. Ben ayıklanmış sardalye pişirmeye başladım. Bir iki sos uydurdum yanına. Eski kırık bir çorba kâsesi kasamız oldu. Çocuğumuz da olmuştu. Ahmet’in babası çok hastalandı o sıra. Bizim bu çıkmazdan kurtulmak dışında seçeneğimiz yoktu. Balık ekmeği yaparken bazı müşterilerime akşam eve götürmeleri için de balık pişirmeye başladım. İşe gitmeden gelip alıyorlardı. Bir süre sonra bir baktım, benim işi yetiştirmek için tutuğum bir defterim olmuş. Tabureler sandalyeye dönmüş. İki yıl geçmiş ve borçlarımız bitmiş. Bayağı bir müşterimiz var. Hatta yanımızda kardeşlerimiz de çalışıyor. Bizim yanımızdaki tuhafiyeci, dükkânı boşalttı. Ahmet dedi ki, ‘İster misin tutalım mı orayı?’ Önce çok korktum. Sonra bir cesaret, ‘Tutalım’ dedim. Dükkânın boş halini gördüğümde yıkıldım. Öyle haraptı ki. Ama olan olmuştu bir kere. Yaparız dedik. Uğraştık didindik ve iki dükkânı birleştirdik. İşler çok iyi gitti. O yıl artık tatile çıkabiliriz diye düşünüyorduk. Arabamıza atladık ve Alexandroupoli’ye gittik. Istakozlu makarnayı yedim ve Ahmet’e ‘Ben bunu yaparım’ dedim.” Nasıl da tatlı tatlı anlatıyor ikisi de. Bayılarak dinliyorum. “İmza yemeğiniz bu mu oldu peki?” diye soruyorum. Birbirlerine bakıyorlar. Tatlı bir karar ânı. Ahmet yanıt veriyor. “Şehriyeli deniz ürünleri tabağı paella desem? Siz yemediniz ama hiç ondan. Hadi, yapayım mı size? Hep beraber yiyelim.” Biliyorum, işleri var. Biliyorum, akşamın hazırlığı başlamalı. Tereddüt ediyorum. Kezban o güzel elleri ile elimi tutuyor. “Hadi yiyelim, kalın.” “Ama işleriniz var.” “Olsun, yetiştiririz biz. Biz size söyleyemedik ama ikimiz de çok severiz sizi. Bu bizim için bir söyleşi değil. Çok sevdiğimiz biriyle bize özel bir öğleden sonra armağanı.” Kezban konuşurken Ahmet açık mutfağa geçiyor. Alışkın olduğu seri hareketlerle tavayı ocağa yerleştirdiğini, dolaptan kalamarı çıkardığını görüyorum. İçimde pırıl pırıl bir deniz ve o denizde yüzen bir kayık gibi duyduğum sevinç. Ne güzel bir yaz günü. Emek ne güzel. Çalışkanlar, yolundan sapmayanlar, ‘gel sana daha büyüğünü açalım’ diyenlere, ‘ben burada iyiyim, fazlası beni bozar’ diyebilenler, namuslu insanlar, kıymet bilenler ne güzel. Ne güzel! “Yunanistan’da tabağımızda kalan ürünlerin hepsini bir araya getirip yeni bir yemek ortaya çıkaran bir balıkçı ile dost olduk. O günden sonra yaz boyu biriktirdiğimiz paranın bir kısmını dünyada görmek istediğimiz yerler, gitmek istediğimiz ülkeler, tatmak istediğimiz yemekler için harcadık. Yunanistan, İtalya, İspanya.. Kendimize kendi okulumuzu kurduk adeta. Her gezimizde yediklerimizi yazdık çizdik. Üzerine ne koyarız, ne yaparız diye baktık. Biz kendimizi yeniledikçe müşterimiz daha da bağlandı bize. O küçük dükkândaki ilk meşhur olan yemek birazdan yiyeceğimiz, tadacaksınız şimdi. Her şey yoluna girmişti. Her şey. Derken bir haber geldi. O binayı boşaltmamız gerekiyormuş. Yıkıldım. Tam toplanıyorduk. Tam öğreniyorduk diyordum…” Ahmet üzerinde çizgili önlüğü, kolunun altına sıkıştırdığı soğuk beyaz şarap şişesi, bir elinde tava, diğerinde üç kadehle yanımıza geldi. Mis gibi deniz kokan şehriyeli paellayı masanın ortasına bıraktı. Kalamarlar, midyeler, karidesler, bezelyeler rengarenk bir cümbüş vardı bakır tavada. Güneş, incir ağacının dallarının arasından masaya vuruyordu. Hakikaten, bu ne güzel bir öğleden sonraydı. Ahmet tabaklarımıza servis yaparken hikâyenin kısmen sonuna geliyor. “Ve bir başka dostumuz burayı teklif etti. Kezban korkuyordu. Bir kez daha batarsak, ya başarısız olursak, çocuğumuz var, onun geleceği var diye. Sonra Bodrum’a gittik. Dağ başında bir mekânda yemeğe götürdü arkadaşlarımız. Orada haklı olduğumu gördüm aslında. Sen iyiysen, nerede olursan ol, iyiyi arayan sana gelir.” Kezban gülümsüyor. “Evet, o gece ‘Yapalım Ahmet’ dedim. ‘Daha önce de yaptık. Yine yaparız. Biz kaybettik. Biz kazandık. Korkmayalım. Yapalım.” Korkmamışlar, yapmışlar. Korkmayanlara, kaybedenlere, kaybedip kaybedip yeniden başlayanlara, Çeşme’ye, denizin verdiği tüm güzelliklere selam olsun. Bir de Muhtar Kent’e. Ahmet bir 30 Ağustos günü Muhtar Kent’in de aralarında olduğu bir grubun geleceğini öğreniyor. Büyük hazırlık, heyecanlı bekleyiş derken o gün sağanak yağış oluyor ve servis açamıyorlar. Ahmet çok ama çok üzülüyor. “Muhtar Kent kaç kere gelebilir ki bir dükkana? Ve Allah aşkına 30 Ağustos’ta kaç kez yağmur yağmıştır?” diyor. Kezban’la gülüyoruz. Ama aslında üçümüz de biliyoruz. Daha o kadar çok güzel gün var ki...
23.07.2021 04:30
Daha önce de yaptık, yine yaparız. Biz kaybettik, biz kazandık
Kavuşma...
18 Şubat 2022
Bereket ölçülü olmakla çoğalır
17 Aralık 2021
Milyonluklara bir-iki
Tüm Yazıları
10 Aralık 2021