23 Nisan 2024, Salı Gazete Oksijen
26.11.2021 04:30

Fırtınaya Berlin’de yakalandım

Aslında ömrümün 6 yılını  geçirdiğim ve  o zamanlar hiç sevemediğim bu şehri onlarca yıl sonra bir misafir olarak görmenin farkını, şahane sonbaharını, muhteşem renklerini anlatmayı plânlıyordum. Sonradan sonradan aşığı olduğum Tiergarten patikalarında yaptığım sabah yürüyüşlerini, saatlerce altında oturup yazı yazdığım yaşlı ağaçları, eski bankları, İngiliz çay bahçesini, sarı, kahverengi, kızıl renkler üzerine düşen damlaları, ıslak şehrin üzerine çöken sabah sisini yazacak, bir şehir kaç kez dirilir diye sorarak başlayacaktım.     Berlin’deki ilk sabah evinde kaldığım yakın arkadaşım Zuhâl’le pek sevdiğimiz bir mekana, Benedict’e kahvaltı etmeye gittik. Bir gün önce beni havaalanında karşıladığında, arabaya biner binmez konumuz hızla yükselen euro ve dolar kuru olmuştu. “Sizin için çok endişeleniyorum. Bir yedek plânın var mı?” diye sordu.   “Yedek plânlarımı düşünmekten uyuyamaz oldum. Tam bir tanesinde karar kılıyorum sabah bir başka şeyle karşılaşıyorum. Hep değişiyor. Mesela köpek ısırmasa, vizem vaktinde gelse daha erken gelecektim sana. Ve birkaç kuruş daha uygun olacaktı seyahatimin maliyeti. Velhasıl evdeki hesap çarşıya uymuyor arkadaşım” demiştim. Zuhâl beş yaşından bu yana Berlinli. Ailesi 1973 yılında göç etmiş. Burada büyümüş. Burada çalışmaya başlamış. 36 yıldır aynı eczanede çalışıp, ilaç yapıyor. Onun hayatında hiçbir şey kolay kolay değişmez. Düzeni içinde mevsimlere uyan bir geçişi olur hayatının. Mesela balkonundaki çiçekler ve mutfağında pişen yemekler gibi. Aşırılığı sevmez. Hayattaki her hamle ve sözün mantıklı bir açıklaması olmalıdır ona göre. 1991’den beri arkadaşız. İkimizin dünyasında değişmeyen şeyler yılda iki kez yan yana uzun susmak, film izlemek, sohbet ederek yürümektir.  Buradaki ilk sabahımdı. Kahvaltıya oturduk. Özlediğim şeyleri sipariş ettik. Tabii ki Türkiye’den “kur anksiyetesi” ile gelmiş biri olarak hemen siparişin tutarını Türk lirasına çevirdim. Aşağı yukarı 660 lira ediyordu. “Vay be!!” dedim Zuhâl’e. “Adam başı 330 liraya kahvaltı ediyoruz!” Arkadaşım üzüntüyle baktı bana. “Ya dert etme benim misafirimsin” dedi. Güldüm. Aramızda bunca yılın kardeşliği var. Artık ondan da çekinecek değilim ya. “Ya sana da dert yanamazsam ne olacak? İlk kahvaltı senden olsun, yarın benden olur” dedim.  Kahvaltımız biterken telefonuma bir mesaj düştü. Euro anormal bir yükselişe geçmişti. Bizim kahvaltının ederi bir saat içinde 840 liraya çıkmıştı.  “Yok artık!” dedim hayretle. “Ne oldu?” diye sordu arkadaşım. “Bilmiyorum. Fakat Türkiye’de delice bir şeyler oluyor yine.”  Eve geldiğimizde kahvaltının ederi 990 liraya tırmanmıştı bile. Koltukta kara kara düşünmeye daldım. Daha önce gördüğüm, bir şekilde içinden çıkmayı başardığımız krizlerin hepsinden büyük görünüyordu bu seferki. Bir bilen arkadaşlarıma yazdım hemen. “Hayırdır ne oldu, neler oluyor Allah aşkına?” Kimi işi mizaha vurmuş, kimi derin bir kedere bürünmüş ama hiçbiri tam olarak mantıklı bir açıklama yapamadı. Olayın kendisi mantıksızdı zaten. Arkadaşımın hiçbir şey değişmeyen dünyasını alt üst edecek bu gelişmeler, çok severek izlediği ama sakinliğiyle çelişen Marvel filmleriyle bile yarışırdı. Canım çok sıkılmıştı. “En kötü ne olur?” senaryoları yazmaya başlamıştım.    Sehpanın üzerinde bir sigara paketi vardı. Sigara paketi değil de peynir kutusuydu adeta. Öyle büyüktü yani. Arkadaşımın yıllardır ayrıl-barış döngüsünde yaşadığı en kötü ilişkisi buydu; sigara.  “Kaç adet var yahu bunun içinde?” diye sordum, içinde kaybolduğum kara buluttan başımı uzatarak. 49 adet sigara varmış. Fiyatı 15 euroymuş.  “Çok pahalı değil mi?” dedim peynir paketine benzeyen sigara kutusunu evirip çevirirken. “İşte bu da Almanya’nın enflasyonu” dedi. “İçinde 20 adet olan bir paket sigaraya uzun süre zam yapmadılar ama bir adet eksilttiler. Sonra bir adet daha. Sonra bir adet daha. Bir paketten 17 adet sigara çıkıyordu ama aslında daha pahalıya mal oluyordu. Sonra paketleri ve fiyatları çeşitlendirdiler. 5- 7-8-10-12-15 euroluk paketler içinde farklı adetler var. Ona göre seçiyorsun.” Hatırlatmış oldum galiba, bir sigara yaktı. “Sigaradan başka yiyecek-içecekte de aynı şey söz konusu aslında. Marketteki rafta asılı duran etiket fiyatı değişmiyor ama ürünün miktarı azalıyor. Marketten döndüğünde aynı şeyleri aynı fiyata aldığını zannediyorsun ama daha çabuk tükendikçe, daha sık alışverişe gittikçe anlıyorsun ki enflasyon seni bir fare gibi uykudayken kemiriyor.”  Alman markından euroya geçişten hemen önce Berlin’den Türkiye’ye dönmüştüm. “O günler nasıldı, bir sıkıntı olmuştu sanki değil mi?” diye sorunca  “Euroya geçişte evet bir sıkıntı olmuş, bir parça sarsılmıştık. Kazancımız yarıya düşmüş gibi geliyordu hepimize. Sayısal algımız kötü hissettiriyordu. Kafamız karışmıştı. Sürekli Alman markı ile kıyaslıyorduk yeni para birimini. Sonra alıştık. İnsan her şeye alışıyor” diye anlattı o günleri. Türkiye’deki felaketi biraz unutturmak, adeta teselli etmek için konuşuyordu. Almanya’da da ilaç fiyatlarının çok pahalandığını, ciddi bir ham madde ve kağıt sıkıntısı olduğunu, pandeminin yansımalarının hayatın her alanını etkilediğini, pandeminin ekstra bir iş yükü getirdiğini anlattı. “İnsan profili de değişti. Dünyayı ve insanları yani hastalığı hiç umursamayanlar ile eczaneden çıkmayan, aşırı korkanlar olarak ikiye ayırdılar. Toplumda pandeminin o ilk günlerinde ölüm korkusu ile aşırı bir duyarlılık gelişmişti ama şimdi o duygular keskin bir öfkeye dönüştü. İnsanlar daha agresif oldu. Her an hepsi patlamaya hazır bir bomba. Aşı karşıtları ile aşı yanlıları arasındaki gerginlik çok fena.” Ne tuhaf... Her yerde herkes patlamaya hazır. Kimini belirsizlik kimini durağanlık bu hale getiriyor.  “Artık bırak elinden şu telefonu. Yapabileceğin hiçbir şey yok. Kaygını yükseltip duruyorsun. Hadi filmlerimizi izleyelim” dedi arkadaşım. Türkiye’den gelirken o seviyor diye getirdiğim şekerli leblebilerden verdi bir kase. Yan yanayken gerçek dünyayı unutup içinde kaybolduğumuz filmler bizi bekliyordu: Avengers Infinity War ve devam filmi Avengers Endgame. İzleyenler bilir Marvel dünyasının tüm kahramanlarının birlikte savaştığı filmlerdir bunlar.   Bu tür filmleri izlerken o muhteşem, o inanılmaz güçlü kahramanların bile düştüğüne üzülmek ama eninde sonunda kazanacaklarını ummak ve o kötüler kötüsünün kaybedeceği o anı görmek için sabırsızlanmak gibi duygular içinde kaybolurum. Şimdi bu satırları yazarken her izlediğimde hıçkıra hıçkıra ağladığım ve her izlediğimde ciğerlerime derin bir soluk çekerek yeniden başlama gücümün olduğuna inandığım bir film geldi aklıma. Türkiye’nin efsane yarış atı Bold Pilot’ın hikayesinin anlatıldığı “Bizim İçin Şampiyon”. Yarışları hep son anda kazanan o atla umutlanan insanlardan biriyim ben de aslında. Iron Man cesaretinde liderlerin olabileceğine, Bold Pilot gibi kaybediyor sandıklarımızın son anda atak yapabileceğine ve bir mutlu sonun mutlaka geleceğine inanmak isteyen ama umudunu her gün biraz daha kaybedenlerden biriyim. Noktayı koydum euro ve dolar düşmeye başladı. Belki iyi işarettir, kim bilir?