Saksağan sesleri bugünlerde tüm kuşların sesini bastırıyor. Ya hepsini korkuttular, dağıttılar ya da benim bilemediğim bir telaş içindeler, saksağan familyası kendi içlerinde kavga ediyorlar. Sabah gün doğmadan panjurları açtığımda başlıyorlar ötmeye. Söyleniyorlar mı, sesleniyorlar mı, bilemiyorum. Soydaşları kargalara nazaran daha bir yakışıklı görünüyorlar ama diğer hayvanlara ve yavrularına aman vermeyen halleri yüzünden mesafeli tutuyorum sevgimi. Bahçe kapısını açmam, gülleri, arıları baştan çıkaran gümrah lavantaları sulamam, kedi Leyla’nın maması, suyu derken yürüyüş için hazır oluyorum. Günün ilk ışıkları ile yola çıkmak en güzeli. Bir de gün batarken. Daha önce de yazmıştım. Urla-Çeşme köylerinin en güzel saatleri, kuşlar ve kediler dışında kimseciklerin olmadığı, otların, çiçeklerin mis kokularını buram buram dünyaya yaydıkları muazzam saatler. Güneşin ilk ve son dakikaları. “Merhaba” diyen sabah ve “Bir sonraki gün görüşmek üzere” diyen akşam kokuları. Aynı bitkilerin, sabahları ve akşamları farklı yoğunluklarda koktuğuna ve farklı bir dil kullandıklarına yemin edebilirim. Gün battıktan sonra ıtırlar, melisalar, yol kenarındaki katırtırnakları, yediveren güller sanki daha efkârlı kokuyor. Görmüş geçirmiş bir insanın kalbine dokunduğunda çıkanlara benziyor onlardan dünyaya yayılanlar. Kokular ve ışıklar da insanlar gibi sabahları daha umut dolu oluyor. Geçtiğimiz hafta yazlıkçıların gelmesi ile kalabalıklaşan, bu yüzden de pek az indiğim kasabaya erken saatlerde gittim. Urla-Çeşme Yarımadası üzerine kültür-turizm sohbetleri yapan, bölgenin tarihsel dokusu, yeme içme kültürü ile de tanınması için çabalayan iki rehber hanımla buluşacaktım. Sohbetimizi onlar Yarımada Seyyahları isimli YouTube kanallarında yayınlayacaktı, ben de gazetede yazacaktım ki onlar yayınladı, ben de şu anda yazıyorum. O gün, Urla’nın yeni açılan küçük otellerinden Saklı Taş Konak Otel’in iç bahçesinde, öğleden önce buluşmak üzere sözleşmiştik. İdil Hanım mesajında “Pizzacının olduğu sokak, hemen bulursunuz” diye yazmıştı. Arabamı kasaba meydanının otoparkına park edip biraz yürümeye karar verdim. Hatta yolumu uzatıp Malgaca pazarının içinden geçerim diye düşündüm. Karanlık otoparktan çıktığımda yükselmekte olan güneş günün hayli sıcak geçeceğini söylüyordu. Belediye’nin karşısında bir lokma arabasında bir merhumun ruhu için lokma dökülmeye başlamıştı ve kızarmış hamurun kokusu boş bulduğu pazar meydanında salınıyordu. Bankların hemen yanında fidelerini sergileyen yaşlı köylünün önünden geçerken domates, fesleğen, kadife çiçeğinin genç kokuları el salladı. Biraz daha yürüyüp Malgaca’ya girdiğimde hem sesler hem kokular çoğaldı. Kekik, peynir, zeytinyağı kokusunu bastıran sabun ve zerzevatçıların henüz yerleştirdikleri tezgâhlarına serptikleri sulardan yükselenlere, nalburun kapısında sanki yüz yıllardır orada oturuyormuş gibi selam veren bir eski tahta, naftalin, metal kokusu karışıyordu. Pazardan çıkıp küçük sokaklar arasında yürümeye devam ettim. Çoğu küçük dükkânlara dönüşmüş eski evlerin mavi boyalı, renkli çiçeklerle bezeli pencerelerinin önünden geçtim. Dükkânını açmış, temizliğini çoktan yapıp bitirmiş iki esnaf çaylarını almış, gevreklerini yiyerek tavlaya oturmuştu. Biraz ilerideki köşede kafe restoran olarak çalışan küçük mekânın önünden geçerken, iç avlusunu temizleyen sahibinin telefon konuşmasına kulak misafiri oldum. Pandemi yasakları boyunca maaşını ödediği mutfak çalışanı bırakıp gitmişti belli ki. Zaten beli bükülmüş, zar zor bugüne gelmeyi başarmış küçük işletmelerin ortak sesi gibiydi. “Neye yanayım ben? Kiramı ödemedim, bu adamın maaşını verdim. Şimdi, Marmaris’te iş buldum”, diyor. Yasaya uydum diye mi reva bu bana ya?” Sokağın köşesinden döndüğümde sokakta yankılanan sesi aynı soruyu soruyordu bir kez daha “Yasaya uydum diye mi reva bu bana?” Küçük, günlük, sıradan hayatımızın devam edebilmesi bile bir mucize aslında. Kanıksadığımız o sıradan şeyler bile kocaman mutluluklar olabiliyormuş, bunu da öğrendik şu son yıllarda. Hadi pandemiyi atlattık diyelim, bıraktığı iz ve yıkımı toparlamak ne kadar sürecek acaba? Karşımda Saklı Taş Konak Otel’in küçük levhasını gördüğümde tebessüm ettim. Pandemiye, yasaklara, durgunluğa rağmen yeni bir şeyler yapma çabası olan ve bir cesaret, kararından dönmeyen Meryem Hanım ve eşi Hüseyin Bey’in ikinci küçük otelleri burası. Bir de yukarı mahallede Taş Otel var ki onu da pek severim. Otele girdiğimde Meryem Hanım da oradaydı. Yarımada Seyyahları’nın iki üyesi yani İdil ve Berna Hanım’la beni bekliyorlardı. Sabah kahvemizi içerken, içinde olduğumuz bu küçük yapının bir zamanların Urla’sının en önemli isimlerinden Ebe Fatma’nın evi olduğunu öğrendim. Elden geçirilmiş, iç avluda kalan muşmula ağacı tedavi edilmiş, odaları yarımadanın klasik anlayışı ile döşenmiş. İnsanın içine mutlu hatıraların huzurunu salan mekânlardan biri olmuş yine. Yarımada Seyyahları’na gelince… Onlar iki ortak. Yakın bir zamana kadar bireysel çalışmaları devam ederken birlikte bir iş yapmaya karar veriyorlar. İdil Yazıcıoğlu kendini şöyle anlatıyor: “Çocukluğumu ve gençliğimi şekillendiren Antakya, Eskişehir, Ankara yıllarından sonra evlenerek İzmir’e geldim. İngilizce öğretmenliği ile başladı iş yaşamım. 1989 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın açtığı sınavlar sonucu turist rehberliği kurslarına adım atmam hayatımda yeni bir dönemeç oldu. Bir taraftan öğretmenlik, bir taraftan turist rehberliği kursları ve hafta sonları yakın çevreye uygulama gezileri derken, bir taraftan da dört yaşındaki kızımı büyütüyordum. Kurs bitiminde üç haftalık Türkiye turu uygulama gezisi ve girişte olduğu gibi dört ayrı sınavdan sonra artık koltuğumun altında iki meslek vardı. Çok mutluydum. Hâlâ mutluyum.” İşinden dolayı mutlu olan insanları tanımak ne zor artık. Neden mutlusun diye sorulmaz ama bu bir söyleşi olunca soruyorum tabii. “Arkeoloji terimleri, mitoloji ve sanat tarihi dersleri ile sanki yeni bir fakülteye başlamış gibiydim. Çalışma, okuma, kendini geliştirme için çabalama. Hep kendimle yarış. Doğru bilgiye ulaşabilmenin hazzı. Bunlar büyük mutluluk sebepleri değil mi?” “Peki sonra neler oldu?” “İki mesleği birleştirip öğrenci değişim programları, Avrupa Birliği projelerinde görev aldım. Amerika ve İngiltere’deki yaz okullarında öğrenci liderliği, yaz aylarında yoğun olmayan günlük turlar derken, 33 yıl severek yaptığım öğretmenlikten emekli oldum. Yoluma profesyonel turist rehberliği ile devam ettim. Tercihim günlük turlar oldu hep çünkü akşam evimde olmayı seviyorum. Ülkesel rehber olmama rağmen, İzmir’e gelen yabancı devlet adamlarından askeri ateşelere, Nobel ödüllü bilim insanlarından öğrenci gruplarına, çok geniş bir yelpazede yakın çevreye günlük turlar yapıyorum. Türkiye’de İzmir Rehberler Odası’nın başlattığı ve hâlâ devam eden, çocuklara ve gençlere kentini sevdirme, benimsetme ve duyarlı nesiller yetiştirmeyi hedefleyen Kültür Eğitim Projesi içinde yer almayı, özellikle gençlere ülkemizin güzelliklerini tanıtabilmek adına gönüllü rehberlik yapmayı çok önemsiyorum. Urla’da 10 yıla yakın süredir düzenlenen Ot Festivali gibi etkinliklerde Doğal Sofra adına da gönüllü rehberlik yapıyorum.” “Yarımada Seyyahları nasıl çıktı?” “Doğal Sofra grubunda tanıştığım turist rehberi arkadaşım Berna ile pandemide bilgilerimizi tazelemek, çevremize doğru bilgi aktarmak ve içinde yaşadığımız güzel Urla’mıza az da olsa bir katkıda bulunmak üzere yeni bir rotaya yelken açmaya karar verdik. Sonunda, Eylül 2020’de Arkas Sanat Urla’nın açılışı ile ilk videomuzu çektik. YouTube kanalımız Yarımada Seyyahları yakın çevremiz olan İzmir Yarımadası’nı tanıtmayı hedefliyor. Mimas’tan Efes’e kadar olan İzmir Yarımadası içindeki alanın tarihi, arkeolojisi, mitolojisi, kültürü, gastronomisi, sanatı ve sanatçıları, mavi rotaları, bisiklet rotaları, yürüyüş rotaları ile katkı sunmak hedefimiz.” İdil Hanım’ın ortağı Berna Soydan ise doğma büyüme bir İzmirli. Tüm çocukluğu ve eğitim yaşamı İzmir’de geçmiş. “Büyük bir sevdayla hazırlanıp kazandığım Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil Bölümü’nden başarı ile mezun olduktan sonra, üniversitede okurken tanıştığım ve eğitimini aldığım profesyonel turist rehberliği hayatımı her anlamda şekillendirdi. Eşimle de bu sayede Çanakkale’de Conkbayırı Anzak törenlerinde tanıştım” diye başlıyor anlatmaya. İki ortağın konuşmaları, bakışları, farklılıkları birbirini tamamlıyor aslında. Bunu ikisi de çok eğlenceli buluyor. İdil Hanım’ın öğretmenlikten gelen bilge bir duruşu, sakinliği var. Berna Hanım ise yıllarca büyük gruplarla büyük turlar yönetmenin, yönetebilmenin enerjisi ile dolu hâlâ. Biri masmavi dalgasız bir deniz gibi, diğeri gürül gürül bir çağlayan. Berna Hanım neşeyle devam ediyor: “Derler ya, bazılarımız güneş insanıdır diye, işte ben o kesime girenlerdim. Açık havada, insanlarla olmaktan mutluluk duyduğumu keşfettiğimde rehberlik mesleğinin bana uygun olduğunu anladım. Hayatımı kazanacağım mesleğin bu olduğuna karar verdiğimde 18 yaşındaydım. Bugüne kadar da keyifle hem dünyayı gezdim hem de gelen turistlere kültürel turlar düzenlemekten mutluluk duydum.” “Peki Urla’ya gelişiniz nasıl oldu?” “15 yıl İstanbul’da yaşadık ve çocukken hayalini kurduğum Urla’ya 2012’de taşındık. Eşime bunu hep söylüyordum. ‘Bir gün mutlaka Urla’ya yerleşeceğiz’, diyordum. Sonunda oldu. 28 yılda pek çok insan tanıdım. Kuşadası’nda başlayan gemi ve günlük tur turist rehberliğim, İstanbul’da uluslararası alanda turizme katkı sağlamış önemli firmalara Anadolu rehberliği ile devam etti. Bundan dolayı dünyanın çeşitli ülkelerinden, değişik meslek gruplarından kişiler tanıdım. Ülke başkanları, bakanlar, gezgin kulüp üyeleri, arkeoloji grupları ve dini gruplar gibi. Bu tür geziler rehberlikte uzmanlık ister. O sırada kurduğum dostluklar büyük zenginliğim oldu. Şu anda da öğrenciliğim devam ediyor aslında. AUZEF İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü ikinci sınıf öğrencisi olarak okumaktayım. Urla’ya yerleştikten sonra ticari bir hayatım da oldu ve açtığım butik ile 3 yıl esnaflık yaparak buranın insan yapısını daha yakından tanıma fırsatı buldum. Bu süre içerisinde başlayan Türk Kadınlar Birliği, DEÜDER ve Doğal Sofra üyeliklerim oldu. Ve işte şimdi İdil Hanım’la birlikte Yarımada Seyyahları olarak bu bölgeyi tanıtan çalışmalarımıza devam ediyoruz.” Bir yandan sohbet edip bir yandan da ikinci kahvelerimizi içerken İdil Hanım’la bir an birbirimize bakıyoruz. Zaman ilerlemiş, esnaf öğle yemeği için hazırlığa başlamış. Havada ızgara köfte kokusu var. İdil Hanım da kokuyu takip edenlerden demek ki. Gülüşüyoruz. Anlatacak, yapacak çok şey var aslında. Urla’nın ara sokaklarına saklanmış tarih ve kültürü konuşmak, sokak sokak gezmek üzere sözleşip ayırılıyoruz. Köyüme doğru yol alırken aklıma geliyor: Öyle ya, iki uzmana sorulması gereken asıl soruları sormadım! Buralara birkaç gün için gelenler ne yesin, ne içsin, nereye gitsin, ne görsün? Eve geçer geçmez mesaj atıyorum İdil Hanım’a. Hemen, “Yazıp yolluyoruz” diye yanıt veriyor. Saksağan tepemde car car car ötüyor yine. Bir şey söylüyor ama ne? “Ne istiyorsun?” diyorum. Çok yaşlı zeytin ağacıma konmuş, gözünü bana dikmiş “Gakgakagkakkkkk” diyor. Bir ceviz bırakıyorum ağacın dibine. Sonra işime gücüme bakıyorum. O mu aldı bilmiyorum ama birkaç saat sonra cevizin yerinde yeller esiyor. Şimdi bu yazıyı yazarken yine başladı. Komşum taze gevrek almış, bahçe kapısından sesleniyor. Saksağanın gözü elimdeki mis kokulu gevrekte. “Ah saksağan kardeş, almaya alıştın mı bir kere, insanlar sana vermeye hep devam etsin istiyorsun, değil mi?” Tam bir parça koparacakken kavgacılığı, hiddeti ile ürküttüğü küçük kuşlar, yavru kediler geliyor aklıma. Vazgeçiyorum. O sırada iri bir karga, belli ki dayı oğlu filan, gelip azametle karşısına konuyor. Çıt yok benim saksağanda. Pısıyor. Ötüp duruyordun hiç susmadan, şimdi ne oldu? Neyse, boş verelim şimdilik kuşları. Önümüzde inşallah koca bir yaz var.
25.06.2021 04:30
Kokular, ışıklar, sesler...
Kavuşma...
18 Şubat 2022
Bereket ölçülü olmakla çoğalır
17 Aralık 2021
Milyonluklara bir-iki
Tüm Yazıları
10 Aralık 2021