Geçen hafta sözünü ettiğim Teruar’dayız. Belki de yazın son sıcak gecelerinden biri. 2002 yılında tanıdığım ve birlikte çalıştığım, sonrasında da iş arkadaşlığımızın içten bir dostluğa dönüştüğü Işıl ve Osman Arıdağ çifti ilebirlikteyiz. Çocukları Ekin ve Cem’in haricinde, Işıl Hanım’ın ağabeyi Ahmet Bey de bizimle birlikte.Sırasıyla masaya gelen yemeklere uyumlu şarapların seçimini o gece Arıdağ çifti bana bırakmış. Ben de açıkçası Urla’nın büyük Türkiye marketlerinde yer bulması pek kolay olmayan şahane yerel lezzetlerinden seçimler yapıyorum. Her biriyle ben üretmişim kadar gurur duyuyorum çünkü. Mesela komşu Usca bağlarından Serpil Hanım’ın Bornova misketinden üretimi mutlaka tadılmalı. Sonra öbür komşulardan denenecekler var daha. Masadaki dostlarım seçimlerimi beğeniyle yudumluyor, bu da beni çok mutlu ediyor. Kadehler değişiyor. Yıllar öncesine gidiyoruz elbette. Ekin şu anda New York’ta iş güç sahibi bir hanım fakat biz tanıştığımızda Amerika’ya okumaya giden, liseden henüz mezun olmuş bir genç kızdı. Cem üniversite öğrencisiydi; şimdi üniversitede ders veren bir hoca olmuş. Kızım Lal minicik bir bebekti; o da üniversiteye başladı... Osman Arıdağ elindeki kadehi bana doğru uzatıp “Eylül’ün kaçıydı senin doğum günün?” diye sordu. “14 Eylül...” dedim. Kadehimi önce ona, sonra masadakilere uzatarak, “Ve 50 oluyorum,” dedim. Birbirine değen kadehlerden geceye yayılan ince bir çın sesi. İçeriden yükselen bir müzik.
Tanıştığımız yaşta...
Osman Arıdağ arkasına yaslandı. “Seninle tanıştığımızda bizi yaşlı başlı insanlar sanıyordun, değil mi? Senin kadardık” dedi. Bir sessizlik... “Ama küçücükmüşsünüz!” dedim birden. O sessizliği dağıtan kahkahalar... “Biz de o zamanlar öyle hissediyorduk ama kimse bunu görmüyordu”dedi Osman Arıdağ... *** Ertesi sabah onları çok sevdiğim Usca bağlarına götürdüm. İstanbul’a yola çıkmadan önce Kuşçular köyüne benim bakmayı sevdiğim yerlerden baksınlar istiyordum çünkü. Usca’nın terasından, altında oturmayı, bir şeyler karalamayıçok sevdiğim o söğüt ağacının altından görsünler o bereketli toprakları. Usca’nın çok sevdiğim insanlarını, Serpil Hanım’ı, İklima Hanım’ı, Kemal Bey’i tanısınlar istedim... İstanbul’a götürecekleri şarapları seçtikten sonra bahçe duvarı üzerinde oturduk. Birazdan balkondan annesi öğle yemeğine çağıracak yaz tatili çocukları gibiydik. Oyun bitmese, kimse ödev yapmak için bizi odaya sokmasa. Ama yola çıkma vakitleri geldi. Arkalarından el salladım. Arabaları Usca’nın toprak yolunda ardında bir toz bırakarakuzaklaştı. Tatilciler gitti, yazlıkçılar evleri kapadı. *** Şimdi artık son yaz sıcağını bekleyenler ve kalabalık gitsin de evden çıkabileyim diyenler kaldı geriye. Sonbahar hızlı geldi bu yıl. “Zaman hız kazandı” dedikçe gülüyor gençler. Ama öyle ya... Baş döndürücü bir hızla geçiyor son yıllar. Güneşin doğmasıyla batması bir oluyor... “Biz bize kaldığımıza, misafirlerin hepsi gittiğine göre artık sakin sakin oturabiliriz, değil mi?” diye soruyor arkadaşım Burcu telefonda. Olur tabii. Yaz boyu hepimiz yoğunduk. Gelen giden, kalan, uğrayan derken dolu dolu geçip gitti yaz. Ovacık mı, Ildırı mı derken, “Hadi Ildırı’da Ferruh’ın yerine gidelim,” diyor Burcu. Oh, nefis! Dünyanın en güzel gün batımlarından biri. Bu manzara, bu gün batımı yüzünden en eski yerleşim yerlerinden biri olmuş zaten Ildırı. “Kâhin kadınlar şehri” derlermiş... Üç kadın oturuyoruz kumların üzerindeki beyaz tahta masaya. Önce şef Deniz Bey karşılıyor bizi. Tenha bir akşam. Gün batmadan yetiştik diye mutluyum. Pek kimse yok. İşte yaz sonu hüznünün başı bu... Ama biz mutluyuz. Sonra Ferruh Bey geliyor selam vermeye. “Onca zaman önce buralara yerleşmişsiniz. Nasıl olmuş dabize bu kadar geç gelmişsiniz? Olacak şey değil!” diyor gülerek. Haklı. Sonra ne yenecek, ne içilecek diye konuşulurken arkadaşlarım Burcu ve Gökçe seçim yapmak için içeri geçiyor.Güneş de yavaş yavaş iniyor ufukta. Erythrai antik kentinin tepesinde günün batışını bekleyen birkaç kişiyi zar zor seçiyor gözlerim. Ne güzel bir yaz sonu bu.Güneş denizin üzerinde alev. Birkaç kayık var ötemde. Bir sağa bir sola sallanıyor arada. İrice bir balık dalıp çıkıyor, her dalışında halka halka iz bırakıyor su üzerinde. Bir kedi sürünüyor bacaklarıma. Belli ki müdavimi Ferruh’un. Rakı göbeği yapmış. Yani rakı içen kim varsa şu güzel tahta masalarda, bu kediyle paylaşmış mezesini. O bana mırlıyor, ben başını okşuyorum. Şef Deniz Bey buz kovasını, suyu, ekmeği, karafı bırakıyor masaya. Şu güneş kaç kere daha batacak ömrümde? Kaç kez daha görebileceğim denizin üzerindeki bu kızıl vedayı? Kaç kez daha şaşıracağım kendime? Hâlâ aynı şeylere üzülüp aynı şeylere sevinebildiğime yani? Osman Arıdağ’ın o cümlesi geliyor aklıma: “Sen bizi yaşlı başlı sanıyordun ama senin kadardık.” 50... Vay be... Ahmet Kaya’nın 45, Elvis Presley’in 42 yaşında gitmesini şimdi hiç aklım almıyor... Yirmili yaşlarımdayken tanıdığım 50 yaşındaki dostlarımı düşünüyorum. Hayatının, işinin komutanı saydığım herkesi, keşfedebilecekleri, fethedebildikleri son yerdeler zannederdim. Oysa şu anda içimde daha yapmadığım, yapamadığım, görmediğim, hiç başlayamadığım şeylerin telaşı var. Sanki daha çokvardı 50’ye. Sanki daha yeni bitiyor 30’lu yaşlarım. Yeni soluklanmıştım. Yeni dinlenmiştim. Tam şimdi anlıyordum nasıl yaşamamam gerektiğini... 50 mi? Arkadaşlarım masaya dönüyor. Ferruh’un yerinde yenebilecek en güzel şeyleri seçmişler. Ben fit bir 50 olmak istediğim için az yiyor, çok hareket ediyorum.Yan gelip yattığım yılların acısı şimdi çıkıyor tabii. Masaya konan mezelerin fotoğrafını çekip Özlem’e atıyorum. Özlem kilo kontrol yönetiminde yardım ediyor bana. Yenecekleri, yenmeyecekleri işaretleyip gönderiyor.
Yorgun koşucu
Hayatımız boyunca her seçim öncesi fotoğrafını çekip yollayabileceğimiz bir sistem sorumlusu olsaydı, 50’ye daha fit girseydi ruhumuz… Asıl ihtiyaçlarının yerini gereksiz şeylerle doldurmasaydı. Yanlış işlerde, yanlış yöntemlerle boşa kürek çekmeseydi. Hımm bu olmaz, bu iş olmaz, bu aşk olmaz, bunu bir dene bakalım, iyi gelebilir ya da bunu sakın deneme deseydi birileri. Öyle de güzel müzikler çalıyor ki… Ferruh Bey seçiyormuş. Tam güneş batarken her akşam aynı şarkı çalarmış. Yine çalıyor. Deniz Tekin söylüyor: “İzmir’de Bir Gün Batımı.” Levrek marin masada, buğu kadehte, güneş ufukta. Bir fotoğraf çekiyorum. “Neden yerleştiniz Urla’ya?” diye soruyor Ferruh Bey. Her yorgun koşucu gibi, koşuyu bırakmaya karar vermiştim. Sonra ne oldu? Arkadaşım Burcu gülerek benim yerime yanıt veriyor: “Dinlenince farkına vardı: Koşu daha bitmemiş. Ben bir tur daha koşarım, diyor şimdi.” Gülüyoruz. Urla-Çeşme Yarımadası’nda, Kuşçular Usca’da başlayıp Çeşme Ildırı’da, Ferruh’un Yeri’nde, 40 görünümlü 50 yaşıma masada yer açıyorum.