17 Nisan 2024, Çarşamba
19.11.2021 04:29

Nasıl durdursaydık genç ve güzel zamanı?

"Hatice de geliyor hem” dedi arkadaşım. Hatice mi? Ah, yaa... Kaç yıldır görmedim acaba Hatice’yi? Sekiz-dokuz yıl olmuş. Of, nasıl geçmiş zaman? Bir zamanlar neşeli bir gruptuk. Hem çok çalışmaya hem çok eğlenmeye vakit bulabiliyorduk. Bir şekilde programlarımız için tarih tutturabiliyorduk. Sonra herkes dağıldı. Bazılarımız hiç kopmadı ama o büyük grup dağıldı. Dünyanın ve ülkenin farklı şehirlerinde yaşamaya başladık. Kimimiz eskisi gibi eğlenmeye devam ederken kimimizin hayatından biraz eksildi o kısım.  Okul yılları dahil, hayatımıza arkadaş olarak girmiş insanların çoğuyla aramıza giren sosyal medya bizi iyiden iyiye kopardı aslında. Birbirimizin yüzünü sık görmek, hayatlarımızda olup bitenden haberdar olmak nedeniyle iyice azaldı zaman içinde arayıp sormalar. Doğum günlerinde bir instagram postu altına bırakılan bir kalp, bir çiçek yeter oldu kutlamalara. Çocukların doğumları ve büyümelerini izledik o postlar üzerinden. Ayrılmalara, kavuşmalara, seyahatlere ortak olduk. Yaşanan hemen her önemli hadiseye bir telefon ekranı üzerinden tanıklık yaptığımız yıllar çoğaldıkça sosyal medyanın doygunluğu bana yeter oldu mesela itiraf etmeliyim. Merak etmez oldum. Eğer bu sanal dünya benim yirmili yaşlarıma denk gelse şu hayatta hiçbir şey yapamazmışım bunu idrak ediyorum. Bir adım atmaya, bir şey denemeye, yaşamaya, arkadaş edinmeye cesaretim olmazmış. Bu yıldırıcı uğultu ödümü patlatırmış. İyi ki yokmuş o vakit. İyi ki delice cesaret edebilmişim her şeye. İyi ki hatalar yapmışım. Yapmışız. İyi ki sokaklarda oynamışız. Kantinlerde çay içmişiz. İyi ki kaldırımları grup halinde işgal ettiğimiz için büyüklerden azar işitmişiz. İyi ki küsüp barışmışız.  Bu hafta sonu peyzajı, iç düzenlemesi çok anlatılan, restoranları çok övülen Biblos Alaçatı’da gazetemizin yazarı Dr. Ayşegül Çoruhlu’nun bir hafta sonu sohbeti vardı. Hem Ayşegül hocayı dinlemek hem de eski arkadaşlarımı bir arada görmek  söz konusu olunca bu davete tabii ki sevinerek gittim. Biblos hakikaten dedikleri kadar varmış. Kapısından girer girmez adeta tropik bir cennete girmiş hissi veriyor insana. Öğrendiğim kadarıyla dünyanın farklı yerlerinden yıllar içinde yavaş yavaş toplanan, getirtilen farklı türde ağaç ve bitki sayısı 1500’e varıyormuş. Öyle güzel bir düzenleme yapılmış ki o Hindistan cevizi ağaçları, dev palmiyeler, begonviller ilk kez gördüğüm adını bile bilmediğim o ağaçlar sanki bin yıldır Alaçatı’da, o noktada yetişir yaşarmış gibi duruyor. İşin şaşılası ve benim için şapka çıkarılan kısmı da bu ağaçları buralarda yaşatabilmeyi başarmaları.  Ölür, hayatta yaşamaz denilen tüm bitkiler ve ağaçlar yaşamış. Otelin kurucuları için en önemli şey bu ağaçların bakımı ve yaşamasıymış. Elbette içinde dolaştıkça karşılaştığı her detayın büyük emek ve özen taşıdığını anlıyor insan. Her oda, her patika, her köşe, her havuz başka bir sürprizle, sanat eseriyle çıkıyor insanın karşısına.  Neyse, ağaçları ve o güzelim bitkileri aşıp Hatice Aslan’ı elinde yarım bardak portakal suyu ile şahane bir kahvaltı salonunda bulmayı başardım. Hatice hep özenlidir hep titizdir sağlık konusunda. Kucaklaşmadık, öpüşmedik ama çok özlemişiz birbirimizi ikimizin de sevincinden belliydi. Kucaklaşmak ne güzel şey, ne büyük ihtiyaç yahu! İnsan özlüyor, ihtiyaç duyuyor. Kucaklaşmak özlemi en güzel, en kısa anlatan eylem. Mesela tokalaşamamak da öyle. Biriyle tanıştığımda ne yapacağımı, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum. İnsanı insan yapan iletişim eylemleri azaldıkça bir tuhaflaşıyoruz.  Neyse ki Hatice ve diğer eski arkadaşlarımızla uzun uzun yan yana oturup eski, yeni günleri konuşmanın, yüz yüze olmanın, olabilmenin tadını çıkarma imkanımız oldu. Derken günün programı geldi. Akşam üzeri 17.00’de Dr. Ayşegül Çoruhlu söyleşisine kadar deniz kenarında ya da Alatia Spa’da serbest zaman, söyleşi sonrasında konuklar için özel olarak hazırlanan deniz yemeklerini tatmak üzere akşam yemeği.  Tabii ki ben bir spa insanı olarak Biblos’un peyzajı ve mutfağı kadar övülen spa’sını keşfe çıktım. Gidene kadar da iki üç odayı gördüm. Çocuklular için, çocuk olmasın ben kafa dinleyeyim diyenler için, spor yaparım sahile yakın olayım diyenler için, havuzuma odamın önünden girerim diyenler için çeşit çeşit odalar hazırlanmış.  Spa’yı keşfe çıkmakla iyi yapmışım. Misafir edildiğim için övgüyü bir yana bırakıyorum. Çeşme, Urla, Alaçatı civarında dört mevsim masaj, hamam, spor, bakım vb. konulara meraklı olanlar ve bütçe ayırabilenler için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir nokta olmuş. Çok şık  döşenmiş. Kendimi bir ara özel olarak üretilen o koltukları hayran hayran seyrederken buldum.  Saat 17.00’de Dr. Ayşegül Çoruhlu söyleşisi için hazırlanan salona geçtik. Biblos’un pastane kısmının insanın aklını başından alan ürünlerini de böylece görmüş olduk ama Ayşegül hoca her zamanki gibi, gayet zarif ve fit giriş yaptığı için ben bir tane ısırabildim. Çikolatalı eklerden. Bir ısırık. O kadar!  Ve Dr. Ayşegül Çoruhlu o büyük soru üzerine konuşmaya başladı: “Nasıl ölmesek?” 

Biblos Alaçatı’da farklı ağaç ve bitki türü sayısı 1500’ü buluyor.
Biblos Alaçatı’da farklı ağaç ve bitki türü sayısı 1500’ü buluyor.
Hoca yeni buluşları, gelişmeleri anlatırken hepimiz pür dikkat dinliyorduk. Ben notlar alıyordum. Hatice sorular soruyordu. “Bir gün gelecek, yemek yenmeyecek” dedi Ayşegül hoca. Başımıza açılan dertlerin hepsi bu beslenme işinden zaten. “Bir hapla doyacak insan.”  Hoca anlattıklarını Oksijen’de yazıyor zaten. Ben tekrar etmeyeyim... Özeti herkes, hepimiz biliyoruz. Hücre yenilemek ve kötü hücreleri öldürmek üzerine bir program uygulayarak gençlik ve ölümsüzlük vadeden sağlık çiftlikleri, merkezler çok sürmeyecek, Türkiye’de de hızla yayılacak.  Hatice eski güzel anılardan konuşurken “Ne güzel olurdu senin sofraların. Ne fasıllar, ne anılardı ah!” demişti sabah. Ben sanırım hep özleyeceğim bir sofra etrafında uzun uzun yemekler yediğimiz o günleri. Fotoğrafını çekecekler diye değil, arkadaşlarım gelecek diye masalar kurduğum, günler öncesinden listeler yaptığım, tabakları bir öyle, bir böyle yerleştirdiğim o akşamları, öğleden sonraları...  Eğer bir gün insanoğlu yemek yemeyi bırakacaksa ve ben o gün yaşayacak olursam... Yemek yerken şarkılar söylemeyi, anılarda kaybolmayı, fıkralara gülmekten katılmayı, hatta şişmanlamaktan hiç korkmadan patlıcan kızartmaları, soğanlı salataları, tereyağlı börekleri iştahla yemeyi, hiç düşünmeden, kalori saymadan yaşamayı hep özlerim...  Eğer bir hapla yaşayacağımız o günler gelirse özlerim ben yani. Bir hapla olmaz. O şen ve hüzünlü sofralar olmazsa bir hapla memleket kurtulmaz çünkü. Şairler anılmaz. Dedikodular kimsesiz kalır. Efkârlanılmaz. Pişman olamazsın mesela. Coşkuyla konuşamazsın... Kucaklaşmak gibi, el sıkışmak gibi bir sofranın etrafında buluşmak da insan olmanın en güzel eylemlerinden biri... Ertesi sabah çok erken saatte, alacakaranlıkta ayrıldım Biblos Resort’tan. Evdeki patili çocuklarımdaydı aklım. Her detayı özenle çalışılmış otelin resepsiyonunda arabamı beklerken bir grup yabancı giriş yapıyordu. Neşeli, şahane, al yanaklı kuzeyliler... Tayland seyahatim geldi aklıma. Acaba o zaman, o görkemli otele giriş yaparken ben de böyle mi görünüyordum? Neşeli, şahane,  koca gözlü turistler miydik yerli halk için? Şu bıdır bıdır konuşan kız gibi; her şeyi denemek istiyorduk, her şeyi. Üşüdüğü için şaşkındı, sörf yapmak istiyordu. Ama önce hemen yemek yemeliydi.  Kaç farklı restoran vardı, spa gece kaça kadar açıktı?  Resepsiyonist kibarca yanıtlar verirken arabam geldi.  Alaçatı’dan Urla’ya dönerken güneş doğdu. Sekize geliyordu saat. Sekizde gün doğumu, peh! Neyse...  “Nasıl ölmesek?” sorusuna bir yanıt bulunacak bir gün belki...  Ama benim sorum başka: nasıl durdursaydık genç ve güzel zamanı?