Yakınlarımızda, gözümüzün gördüğü yerde hiçbir kötü şeyin olmadığı, sıradan ve bu sıradanlığı yüzünden mucize sayabileceğimiz bir pazar günüydü. “Suyla uzlaşmak, ona teslim olmayı bilmek gerek” diyordu İlkben. LİMANevİ Otel’in alt katında, pencere önünde oturuyorduk. Güzel bir sabah rüzgârı deniz kokusunu alıp alıp içeri getiriyordu. Denizle kucaklaşamayan biriyim ve bu İlkben’i şaşırtıyordu. Karabuğday unundan poğaçalar yapmıştı. Her zaman birbirinden güzel şeyler yapar zaten. Ne zamandır da çıkmamıştı denize. En çok o seviniyordu benim için. “Bak çok seveceksin yelkenliyi, yeter ki bir öğrenmeye başla” diyordu. Yelkenli ve özgürlük sizde de birbirlerini tamamlayan bir nesne ve düşünce, değil mi? Bazı nesneler bazı kavramlarla çift yaşıyor bende. Mesela mavi bir bisiklet ve mutluluk. Soba ve miskinlik. Yağmurluk ve hüzün. Kahve fincanı ve merak. İlkben yelkenli bir teknede çok mutlu olacağımdan emin. Bense mutluluktan çok özgürlük çağrıştırdığını düşünüyorum. Yelkenli bir teknede yaşamak heybetli bir özgürlük savaşçısı olmayı gerektiriyor sanki. Sahi, yelkenli kullanmayı öğrenebilir miyim? Hiç bilmediğim bir şeye, bir işe başlayabilir miyim? Yapabilir miyim gerçekten? Heybetli bir deniz insanı olabilir miyim? LİMANevİ’nden çıkıp tekneye doğru yürürken İlkben sanki beni duymuş da soruma yanıt verir gibi, dört odalı otel LİMANevİ hayata geçtiğinden beri yelkenliyi, yarışmayı, yorulmayı özlediğini anlatmaya başlıyor. Kurumsal hayattan sonra Urla’da yelken ve deniz için yaşamayı hayal ederken İskele mahallesinde limandaki eski balıkçı evlerinden birinin satışta olduğunu, eşi ile birlikte evi görmeye gittiklerini ve hemen bitişiğindeki evin de satılık olduğunu öğrenince, iki evi alıp birleştirmeye karar verdiklerini, sonra da hiç akıllarında yokken otelciliğin başladığını, bir gün bir küçük otel işleteceğini hiç düşünmediğini.... Olabilir yani? Hiç bilmediğim bir işe başlayabilirim. Hiç bilmediğim bir yola girebilirim. Denizle uzlaşabilirim.


Seferis’in satırları
Dişlerimi sıkmaktan kırıyordum geceleri. “Boyun fıtıklarının nedeni de bu” diyordu doktorlarım. Hepsi geride kaldı. Hepsi. Hepsi İstanbul’da, o eski hayatımda, o kalabalığın vahşi varoluş kavgasında kaldı. Artık dişimi sıkmak istemiyorum geceleri. Değiştiremeyeceğime inandığım şeyler yine bir nefes olup ciğerime doluyor. Şişiyor içim. O nefesi vermek istiyorum ama veremiyorum. Gözlerimi yumup rüzgâra dönüyorum yüzümü bir daha. Seferis’in satırları bir daktilo sesi eşliğinde tıkır tıkır akıyor gözlerimin önünden: “Yıllar önce, ülkemin siyasal olaylarının dışında kalmaya karar vermiş, bunun neden ve gerekçelerini açıklamıştım. Ama bu, ülkemizin siyasal yaşamına kayıtsız kalacağım anlamına gelmez kesinlikle. Son zamanlara kadar da bu türden sorunlardan uzak durmaya çalıştım. Ancak, 1967 yılından bu yana yazdıklarım ve daha sonra aldığım tavır (özgürlüklerin ortadan kaldırılmasından sonra bütün yayınlarımı durdurdum) konumumun ne olduğunu sanırım açıkça göstermiştir.” Yangın sadece ormanda değil ki, aklımız, anılarımız, geleceğimiz alev alev yanıyor. Şu yelkenli alıp kaçırmıyor kimseyi. Ama zihni açıyor. Aklı açıyor. Ferahlatıyor duman altında nefessiz kalmış ciğerimizi. Yelkenli ve özgürlük imgesi daha da büyüyor içimde. Seferis’in zihnimdeki daktilo sesi devam ediyor: “Bozukluk ve mantıksızlık sürdükçe, kötülük de katlanarak büyüyecektir. Her türlü siyasal bağlanmalar karşısında tamamen özgür ve bağımsız bir insanım ve bu gerçeği hiçbir tutku ve korkuya kapılmaksızın söyleyebilirim. Ülkemize egemen olan baskının bizi götürdüğü önümüzdeki uçurumu görüyorum. Bu doğal olmayan durum sona erdirilmelidir” Yelkenli hızlanıyor. İlkben yanıma oturuyor. Genç Kaan güneşe veriyor göğsünü. Tatlı bir cesaret geliyor bana. Böyle nasıl anlatsam, hızla büyüyen bir çiçek gibi. “Dümeni tutmak ister misiniz?” diye soruyor kaptan Akif. “Tamam” diyorum. “Tamam tutarım. Elbette tutarım. Tutmalıyım. Ne denizden korkmalıyım ne rüzgârdan. Ne topraktan ne yağmurdan. Tabii ki tutarım ben bu dümeni. Öğrenirim. Halatları toplamayı, düğümlerin isimlerini, hız yapmayı, hızı kesmeyi, bütün terimleri...” İlkben’le aramızda kimsenin görmediği bir iletişim hattı var sanki. Ben sormadan bakışımdan, yüzümden, kapalı gözlerimden anlıyor belki de. Bir gözü ufukta, tatlı tatlı anlatıyor. “İnsan çocukluğunda biriktirdiği anılarıyla bir gün bir bakmış ki yeni bir hayat kurmuş; küçükken sevdiğin her ne varsa yani evcilik oynarken ne role büründüysen, büyüyen sen de aynı rolü üstleniyor. Aslında varmak istediğimiz nokta da yine küçüklükten kalma o güzel anılar... Denizci olmak yıllar içinde insana farkında olmadığı katkılar sağlıyor. İş hayatının teatralliği, rolleri ve kapitalist düzenin kurduğu sistem hepimizi benzer standartlara itti. Ama deniz var ya, insanı bir o kadar harbi, doğal ve gerçek kılıyor. Etrafın deniz, önünde rüzgâr, sırtını da dağlara dayamışsın; artık kimse seni kalıplara sokamaz.” Gülümsüyorum. İyi geliyor anlattıkları. İçimdeki o çiçekten cesaret büyüyor. “Sonra ne oluyor, biliyor musun? Bir o kadar da sert köşelerin törpüleniyor; inanılmaz bir teslimiyet, uyum ve hayranlık gelişiyor doğanın gücü karşısında. Teknede yaşamak her ne kadar lüks gibi görünse de çok dengeli bir minimalistlik ve mütevazılık ister. Her şeyi idareli kullanmalısın. Samimiyetle doğaya saygı, seçimlerin efektif yapılması, bir sonraki adımı planlamak kendiliğinden gelişen bir alışkanlığa dönüşür. Aslında biliyor musun, bir dergâh gibi tekne; hem ruhsal olarak hem de fiziksel olarak kendini fark etmeden geliştirdiğin, olgunlaştırdığın bir dergâh. O yüzden hayatının bir döneminde denizle karşılaşan herkesi şanslı sayıyorum.” Doğru… Tekne uzun uzun düşünmek için, olup biteni anlamak, kendinle de hesaplaşabilmek için eşsiz bir mekân. Bir koya giriyoruz o sıra. İlkben yemek için hazırladıklarını teknenin küçük masasına yerleştiriyor. Kâsedeki minik domateslere bakıyorum. Gülümsüyorum. Bir önceki hafta yangının ardından yazdığım yazıya okumadan yorum yapan, okuyup anlamak istediği yerden seslenen, anlayıp bütününden kucaklayan binlerce insana gülümsüyorum aslında. Ve arkadaşlarıma. Yazının yayınlanmasından birkaç gün sonra hazırladığım kahvaltı masasına doğradığım yaz domateslerini koymuştum. Biraz tuz serpmiştim. Kahvaltı sofrasında dört kişiydik. Kızım domatesleri çok tuzlu buldu. Arkadaşım Zuhal tuz ilave etti. Diğer arkadaşım Bicil ise benimle aynı fikirdeydi, tuz yeterliydi. Kahvaltıda kavga çıkmadı. Kimse tuz üzerinden birbirine hakaret etmedi. Ne ben Zuhal’in eczacılığını sorguladım ne de Zuhal benim romancılığımı. Bicil taze ekmeği domatesin üzerindeki zeytinyağına banarken mırıldandı. “O başlığı atarken ne olacağını biliyordun. Özgürlük teknesini limandan çıkardın. Artık denize açılmadan geri dönemezsin. Bence zaten sen bunu hep istiyordun.” Zuhal gülümsedi. “Sadece dinleniyordu. Hiçbir zaman vazgeçmedi ki.” Haklıydılar. Ateş, su, toprak… Birbirine muhtaç, birbiriyle bütün. Geçen hafta attığın başlık bizi birleştirmiyor, ayrıştırıyor diyen dostum… Aklıma gelmişken… Sen sadece senin istediğin yerde birleşelim, senin uygun gördüğün ölçüde özgürleşelim istiyorsun. Oysa özgürlük rüzgârı nasıl karşılarsan sana o kadar yol aldıran bir yelkenli. O yüzden limana herkes aynı anda varamıyor. Özgürlük sana kadar değil, vallahi ölene kadar.