İtalya’dayız. Uçan kameramız Sorrento şehrinin muhteşem kayalıkları üzerine kurulu mahallelerinin arasından süzülmekte. Güneşin ışıldadığı deniz, limon ağaçları, dar taş sokaklar, rengârenk evler, eski çatılar üzerinden kapısında 2 Michelin yıldızı işareti olan bir restorandan içeri girer. Bir süre yüzlerce şarabın dizili olduğu tozlu mahzende dolanır. Sonra beyaz örtüler serili masaların doldurduğu salona, oradan deniz gören terasa, oradan da büyük bir hızla içeride kıyametin koptuğunu anlatan çığlıkların yükseldiği mutfağa geçer. Ani bir hareketle çılgınlar gibi İtalyanca bağıran bir Japon’un yüzünde durur. Japon şef öfkeden deliye dönmüş gibidir. Etrafındaki genç yardımcıları ona yanıt vermeden koşturmaktadır. İtalyan yemeklerinin ustası Japon Fumiko Sakai isimli şefin yardımcısı Türk delikanlı birkaç yıl önce İtalyancası yetersiz diye kabul edilmek istenmediği ama dirayetiyle girmeyi başardığı ünlü yemek okulu Scuola Di Cucina Alma’dan 87 puanla mezun olmuştur.Okulun bu puan sonucu sağladığı muazzam staj imkânı sayesinde dünyanın sayılı şeflerinden Gennaro Esposito’nunRistorente Torre del Saracino isimli ünlü restoranının mutfağında kendini kanıtlayıp kadroya kabul edilmiştir. Ne o gün ne de sonrasında o mutfakta yaşayacağı o büyük baskıdan, kaostan asla şikâyet etmeyecektir. Alnından dökülen her ter damlasının onu muazzam bir geleceğe hazırladığını bilmektedir çünkü. Onun bu inancını ailesinin desteği daha da büyütürken mutfaktan çıktıkları anda ona cehennem azabı çektiren o Japon şef en iyi arkadaşı olarak işini daha da sevmesine neden olan bir yoldaştır aslında.
Osman Şef
Okuldayken aynı odayı paylaştığı Venedikli, Milanolu, Napolili ve Puglialı dört arkadaşının farklı lehçeleri sayesinde büyük bir hızla gelişen İtalyancası ile dünyanın bir ucundan kalkıp İtalyan mutfağını öğrenmek için büyük çaba harcayan bu Türk delikanlı, Napoli lehçesine de hâkim olduktan sonra Japonlarla uzun mutfak sohbetlerine dalar. Türkiye’den gelen bu çalışkan genci sevmek çok da zor değildir aslında. Hem girişkenliği hem çalışkanlığı ile kendini çabucak kabul ettirir çevresine. Hatta okuldan sonra staj için gittiği Sorrento’da emlakçı Geometra Fraddannobile, kiralayacağı bir ev bulduktan hemen sonra onu öğle yemeğine evine davet eder.Karısı Francesca’nın o öğlen pişirdiği zeytinli, kaparili, domatesli Baccala yemeğinin tadına âşık olur. Oğulları Ciro’dan sonra orada kaldığı süre boyunca emlakçı Geometra ve karısı Francesca’nın sofrasında bir sandalye de bizim delikanlıya ayrılır. Şimdifilmi biraz geriye saralım. İstanbul’dayız.Büyük ve birbirine bağlı bir ailenin kalabalık sofralarından biri kuruluyor.Yemek reçeteleri paylaşmak, bulmak, iyi malzemenin peşine düşmek, sofra düzenine özen göstermek, ekmek, zeytinyağı, zeytinin hakkını vermek aile için daima çok önemli olmuş. Çocukların mutfağa küçük yaşta girmesi, sofra kurması bir aile geleneği. İşte bizim İtalyan mutfağında Japon şefin yanında ter döken delikanlımız bilişimci bir babanın bilişim okuyan oğluyken bir gün “Ben mutsuzum. Bunu okumak istemiyorum. Kendimi bu dünyanın içinde göremiyorum” diyerek hayatının akışını değiştirir. Ailesi hiç tereddüt etmeden kararına destek olur. İtalyanca öğrenmek için çıktığı o yolculuk tam 4.5 sene sürer. Sorrento’dan sonra çantasını sırtına atar, Sicilya’ya, yine 2 Michelin yıldızlı bir başka çılgın şefin yanına ne maaş, ne pozisyon konuşmadan çalışmaya gider. İlk gün bir yemeğe tuz atmaya kalkınca şefin hışmına uğrar ve bulaşık yıkamaya gönderilir. Fakat bilmediği iş üzerine bırakılınca, mutfak kilitlenir. Onu bulaşık yıkamakla cezalandıran şef Pino Cuttaia kolları sıvar ve bulaşıkları onunla yıkar.Bulaşık cezası üç ay sürer. Üç ayın sonunda makarna istasyonuna terfi etmeyi başarır. Ama o zor günler boyunca hiç şikâyet etmez. Bunların hepsine çetin mutfak okulunun bir parçası diye bakar. Sonunda delikanlının Türkiye’ye dönme vakti gelir. Bu sırada İzmirli bir güzel kız da turizm tahsili yapmaktadır. Annesi ve ağabeyiyle birlikte yaşarken, üniversite biter bitmez İzmir’in en büyük otellerinden birinde satış ve pazarlama bölümünde çalışmaya başlar.Yoğun geçen çalışma saatlerinin ardından arkadaşlarıyla hafta sonları İzmir’in sakin ve özel lezzet noktalarına gider. Kuşçular köyünde yeni açılan şef restoranı Vino Locale en sevdiği mekânlardan biridir. Sık sık gittiği restoranın şefi Ozan ve işletmecisi Seray’la arkadaş olurlar. Bir akşam yemekten sonra masaya selam vermek, yorumları almak için alışık oldukları üzere şef Ozan değil, ona yardım etmekte olan bir başka genç şef gelir. Seray masadakilere genç şefi tanıtır: “Sizi Ozan Şef’in yakın arkadaşı şef Osman Serdaroğlu ile tanıştırmak istiyorum. İtalya’dan kısa bir süre önce döndü. Çok yakında o da kendi restoranını açacak. Şu anda inşaatı devam ediyor. Sağ olsun bugünlerde Ozan’a destek olmak için bizimle. Yakında Bağ Yolu’nda çok güzel bir başka restoranımız daha olacak yani.” Seray masada Osman Şef’e arkası dönük oturan uzun saçlı, güzel genç kıza gülümseyerek konuşmasına devam eder: “Osman şefim size de Ezgi’yi tanıtmak isterim. Önce müşterimizdi, şimdi o da arkadaşımız oldu. Yemeğe çok ilgilidir. Sanırım size sormak istediği sorular olacaktır.” Uzun saçlı güzel Ezgi sandalyesini çevirip yakışıklı şef Osman’a gülümser. Aslında o anda ikisi de sonradan emin oldukları bir yakınlık hissederler. Ezgi aklına ilk gelen soruyu sorar: “Bu biscotti’leri siz mi yaptınız?” İtalya’da her türlü eziyete katlanarak ustası olduğu deniz ürünleri, makarnalar, risotto’lar gözlerinin önünden geçerken Osman şef mırıldanır. “Hııım, evet.” “Bayıldım!” der Ezgi. Osman Şef mahcubiyet ve sıkıntı ile gülümser. Çünkü biscotti’leri o değil,mutfaktaki şef Ozan’ın annesi yapmıştır. Karşısındaki kız çok güzeldir. Ve ağzından bir kez çıkmıştır işte yanıt... “Biscotti’leri ben yapmadım. Ama şu hayatta yaptıklarım işte bunlar, yapmak istediklerim de işte şunlar” demesi, diyebilmesi birkaç ayı bulur. Hoş, Seray olmasa, Instagram hesaplarını birbirine göstermese, belki daha da zaman alacaktır o buluşma... Aylar sonra yakışıklı Serdar Şef güzeller güzeli Ezgi’yi deniz kenarında bir pikniğe davet eder. O piknikten sonra Osman Şef, Ezgi’yi alır ve inşaatı sürmekte olan restoranına, daha doğrusu gelecek planlarına götürür. “Burası restoran binası olacak. Şu odalar otel olsun istiyorum. Bitkiler burada yetişecek. Bahçe şuraya kadar uzansın diye düşünüyorum” diye başlar. Sonra bir bakarlar ki her hafta sonu inşaattalar ve artık Osman’ın hayalinde Ezgi’nin de bir dahli var. O hayale bir de isim koyarlar: Teruar. Aylar geçer. İnşaat biter. Dekorasyon, peyzaj, mutfak ekipmanı derken sonunda şef Osman’ınyıllar süren emeklerinin sonucu somut olarak karşılarındadır. Teruar kapılarını açmadan bir gün önce Osman, Ezgi’ye “Bu akşam sana yemek yapayım” der. Her zamanki gibi bir akşamdır başta. Teruar’daki ilk yemek Ezgi için pişirilir. İlk masa onun için kurulur. Teruar’ın ilk yemeğinde Osman Şef, Ezgi’ye evlenme teklif eder. Ezgi’nin “evet” yanıtı bir ömre ve bir hayale ortak olmak üzerine verilmiş bir sözdür. Otel kısmının sorumluluğu Ezgi’nin, restoranınki de Osman’ındır artık. Ve Teruar’daki ilk etkinlik Ezgi Bilici ile Osman Serdaroğlu’nun küçük düğünü olur. *** Geçtiğimiz hafta İstanbullu dostlarımın davetlisi olarak ilk kez tattım Osman Şef’in menüsünü. Doğrusu onlarca aksilik nedeniyle sürekli ertelenen bu buluşma olabilecek en güzel haliyle gerçekleşti. Sevdiklerimle, özlediklerimle ve sıcak bir eylül akşamında samimiyetle. Şefin tadım menüsü ve şarap kavının keyfini çıkaran misafirler ayrıldıktan sonra bir süre biz bize oturduk. Dünya güzeli bu iki genç insanın şahanehikâyesini bir film senaryosu gibi dinledim. Tabii ki bütün bunlarım mimarı sevgili Seray da o gece bizimle birlikteydi. Çokça güldüğümüz o şahane saatlerin ardından yönünü bulamayan, ne yapmak istediğini bırakın, ne yapmak istemediği konusunda bile fikri olmayan binlerce genci düşündüm. Ailesinin imkânlarını kullanarak hiçbir artı değer yaratmadan sadece tüketimi tercih edenlerin dünyasında kalabilirdi ikisi de. Hatta dördü de. Vino Locale’in şefi Ozan ve işletmecisi eşi Seray, Teruar’ın şefi Osman ve işletmecisi eşi Ezgi. Urla’daki genç şeflerin hepsini sayabilirim aslında. Sadece kendi hayallerine değil, birbirlerinin hayallerine de yol açıyorlar. Seray o gece Osman’ı zorla çıkarmış mutfaktan. “Çok tatlı bir genç hanım var!” demiş. “Mutlaka tanımanı istiyorum!” demiş ve tabii sonunda Osman şefin nikâh şahidi Seray olmuş. Bu tatlı aşk hikayesi Urla Bağ Yolu’nda gurur duyulacak, parmakla gösterilecekmekânlardan birinin hikâyesi aslında. Toprağında aşk var... *** Te.ru.ar (isim): Bir mahsulün kendine özgü büyüme ortamını içeren çevresel faktörler. Toplu olarak, bu özelliklerin bir karakteri yansıttığı söylenir; teruar da bu karakteri ifade eder. *** O gece birbirine destek olan genç şeflerin, yaşadıkları zorluklar sonucu aşabildikleri engellerin bundan sonra gelecek diğer şefler için önemli kolaylıklar sağlayacağını da konuştuk.Osman Şef, “Urla bir karar noktasında. Ya bu değeri koruyacak ya da inşaat canavarına teslim olacak” dedi. Üzüntüyle başımızı salladık. Zira o karar noktasında geç kalındı. Seray’la en büyük derdimiz, birbirimizi arayıp söylenmelerimiz Urla Bağ Yolu köylerini büyük inşaat şirketlerinin iştahla ve akıl almaz bir hızla ele geçirmesi. Oysa şahane bir oluşum vardı burada. Bağlar, şarap evleri, şef restoranları ile Türkiye’nin en özel gastronomi noktası, rotası olabilecekken artık inşaat canavarına teslim edildi. O büyük inşaat şirketlerinin içinde zeytin, üzüm, bağ geçen isimlerle ilişkilendirerek satışa sundukları bitişik nizam “Doğanın içinde bilmem ne yeşil konaklar, fıstıfırt zeytin konaklar, hobidiudu üzüm konaklar” bütün o bağları, zeytinleri, incirleri yok ediyor, haberiniz olsun.440 villa bir büyük şirket yapıyormuş, 180 tane de bir diğer büyük şirket. Geçenlerde Aslı Perker, Çeşmealtı’ndaki korkunç site inşaatlarını anlatıyordu sosyal medya hesabında. Küçük tatil bungalovlarının yanında yükselen apartmanlar ne Urla’ya, ne sahile, ne denize, ne Çeşmealtı’na, ne tarihine, ne dokusuna yakışıyor. O sıra sıra, üst üste binalar birbirine yapıştıkça üzüm de zeytin de sadece o sitelerin isminde kalacak. Yine de âdet olduğu üzere sayfayı iyi niyetle bitirelim. Her şeye rağmen... Aşkla, aşkın hikâyesiyle, gençlerin birbirini desteklemesiyle, inançlarıyla, eşleriyle, aileleriyle, sevenleriyle, destekleyenleriyle burada bir Ege rüyası hakikate dönebiliyor. Dönmüş işte, bakın. Osman Serdaroğlu “Gelen olur mu, anlayan olur mu?” diye tereddüt etmeden başlamış ve haklı çıkmış inancında. Teruar’da yer bulmak öyle zor ki. Osman Şef’in tadım menüsü her ay, hatta misafirin geliş sıklığına göre bile şekilleniyor. Deniz ürünü ağırlıklı menüsü rafine ve seçkin damaklara hitap ediyor. Teruar’ın geniş bahçesi hem özel günlere hem yemek öncesi dinlenmeye çok müsait. Otel kısmı toplam 7 odadan oluşuyor. Hemen karşısındaki Urla Şarapçılık’ta tadım, ardından Teruar’da yemek ve konaklama, hafta sonu ya da özel günler için çok hoş bir program olabilir. Özellikle eylül buraların en güzel zamanıdır.Demiştim, değil mi? Romantik bir planınız varsa Teruar’ın hikâyesi tam size göre...