29 Mart 2024, Cuma
28.05.2021 06:00

İnsan neden, hangi duygudan kaçıyorsa ona yakalanıyor nihayetinde… Kaçan kovalanıyor çünkü...

Alaçatı böyle değildi o vakit. Böyle dediğin de nedir diye soracak olursanız, yani şimdiki gibi her köşede bir iş makinesi, sokakların iki yanına park etmiş arabalar arasından, birbirinin üzerinden geçerek yürümeye çalışan insan kalabalığı, böyle bir karmaşa, böyle akıl dışı fiyatlarla satış yapan butikler, dükkânlar, mekânlar, neon ışıklı levhalar, büyük siteler, İstanbul’un ünlüleri ve ünlü mekânlarının şubeleri ile dolu bir yer değildi. Huzurlu basit bir tatil ya da sörf yapmanın peşinde olan doğalcılar Alaçatı’yı seçerdi. Sakindi. Sessizdi. Köylüsü hâlâ evlerinin içindeydi. Doksanların sonlarında Alaçatı’nın bugünkü halini hayal bile edemezdiniz.  Sonra “arazi ve inşaat” yatırımcılarının altın çocuğu oldu. Arazi yatırımcısı, “profilini” de beraberinde getirdi. Eğlence ve tatil anlayışını da. Müşterilerini de. Müşterilerinin peşindekileri de. Eskiden kameralar yaz başladı mı Nişantaşı sokaklarından Bodrum’a geçerdi. Magazin ekipleri bölündü, Alaçatı muhabirleri çoğalmaya başladı. Yeni yapılan cumbalı renkli pencereleri ile Alaçatı evlerinin fiyatları da aldı başını gitti bu arada. Yapının kalitesinin bir önemi yoktu artık. Şekil şemal Alaçatı’ya uysun yeter, dedi inşaat şirketleri. Instagram’ın yaygınlaşması ile Alaçatı’nın begonvil dolu sokaklarında, mavi kapılarında çekilen fotoğraflar “plajda çıplak ayak, aletli pilates”  fotoğrafları kadar sosyal medyanın olmazsa olmazlarının arasına girdi. Günü birlikçiler, ünlü görmeye gelenler çoğaldı. Sadece “oradaydım” demek için verilen pozlarda kullanılan pahalı içkiler, daha da pahalı yemekler, sabahlara dek süren partiler, mekânların birbirinin müziğini bastırmaya çalışması, önce mekân çalışanlarının rekabet nedeniyle birbirine girmesi, sonra da fahiş fiyata ve kötü servise itiraz eden müşteriye kötü davranılması, azarlanması hatta bazı yerlerde silah seslerinin duyulması filan derken, Alaçatı’nın eski âşıkları, sporcuları, sessizlik sevenleri yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı ondan. Başka yeni yerler, sessiz köşeler aramaya çıktılar. Evlerini, mekânlarını sattılar. Zira uzaklaşmaya çalıştıkları şey İstanbul’du ama İstanbul çoktan Alaçatı’nın bedenini ele geçirmişti. Tıpkı Bodrum gibi...  İnsan neden, hangi duygudan kaçıyorsa ona yakalanıyor nihayetinde. Kaçan kovalanıyor çünkü.  Bunlar, bu sayıp döktüklerim tamamen benim kişisel görüşlerim ve gözlemlerim. Bana itiraz eden de olacaktır az bile yazmışsın diyen de.   Kızım Lal 5 yaşındayken onu da alıp sakin bir tatil için İstanbul’dan kaçtığım o yazı anımsıyorum.  2007 yazı… “Kimse olmaz, rahat edersin” demişti bir arkadaşım. Bir diğeri ise “Ben pek sanmıyorum. Bu yaz sanki herkes oraya gidecek. Çok konuşuluyor. Acaba doğru bir seçim mi kafa dinlemek için?” diye sormuştu. Güneşin kariyerimi aydınlattığı ama hayatımı kavurduğu bir yıldı o yıl. Kapılarını birkaç hafta önce açmış olan küçük bir otelde anne kız, herkesten, her şeyden uzak, sessiz bir tatil yapacaktık. Alaçatı’ya girer girmez, toz toprak içinde bir yolun sonundaki taş evin önünde durduk. Alaçatı’yı bilenler için şöyle tarif edeyim: Otobandan girdiğinizde o çok büyük, ünlü süpermarketin sol yanında uzanan ve sonunda bugünkü büyük Alaçatı pazarının kurulduğu sokaktan bahsediyorum.  İstanbul’dan arabayla gelmiştim ve o sokağa ilk girdiğimde kalkan tozu hiç unutmadım. Sokağın 2007’deki halini otelin o günkü sahipleri Okşan ve Lemi Resimcioğlu gülerek anlatıyor:  “Şu an Alaçatı Macrocenter’ın oradan başlayıp Port Alaçatı’ya bağlanan yol yoktu. Otelin önü topraktı, asfalt yoktu. Elektrik direkleri bile yoktu. Kapkaranlık bir sokaktı. Telefonumuz yoktu. İnternetimiz yoktu. Bir sabit telefonu cep telefonumuza yönlendirmiştik. Rezervasyonları öyle alıyorduk. Connect card’lar vardı, internete öyle bağlanıyorduk. Rezervasyon yaptıranlar telefonla arayıp yol tarifi istiyorlardı ama karanlık ve toprak yola girdiklerinde vazgeçiyorlardı. Biz de misafirimiz gelecek diye bekliyorduk. Ama sonra yol tarifi vermemeye başladık. “Siz Alaçatı’nın girişindeki benzin istasyonunda bekleyin, sizi almaya geliyoruz” diyerek, misafirlerimiz o karanlık yola girmeden biz onları gidip alıyorduk. Hatta bizim otelin bölgesinde o yıl trafo yoktu. 70 kVA bir jeneratör kiralayıp, her gün tankerle mazot alarak klimaların çalışmasını sağlamış, ciddi paralar ödemiştik. Ama ertesi sene yol yapıldı, telefon bağlandı, elektrik geldi.” Yolu görünce kaçmamıştım ama açıkçası beni içeride neyin beklediğini de kestiremiyordum. Alaçatı evlerinin sürprizi buydu o tarihlerde. Toz toprak içindeki sokakların kavurucu sıcağından sonra o kapının ve duvarların ardında ne ile karşılaşacağınızı bilemezdiniz. Dediğim gibi, kızım Lal o zaman 5 yaşında, saçları iki yandan örgülü, neşeli, hiç susmayan bir çocuktu. Bize kapıyı Lemi Bey açmıştı. Sade ama rafine bir zevkle döşenmiş küçük giriş holünün ardında henüz biçilmiş yemyeşil çimleri ve havuzu görünce neşeli bir çığlıkla bahçeye koşmuştu kızım. Onun neşeyle çimlere koşması, taze biçilmiş çim ve Okşan Hanım’ın o gün ilk defa tadıp hep çok özlediğim taze lor kurabiyesinin kokusu... Hafızamdan hiç çıkmaz.  O yaz Okşan Hanım ve Lemi Bey’in ilk konuklarındandık. Mutfaktan telaşla çıkıp beni odamıza götüren Okşan Hanım aslında endüstri mühendisi, eşi Lemi Bey de makine mühendisiydi. O gün ilk yorgunluk kahvesini içerken arkadaş olmuştuk bile. Karı koca ikisi de İzmirliydi ve uzun zaman başarılı bir iş yaşamının içinde yorulmuşlardı. Büyük kurumlardan sonra kendi şirketlerini kurup büyütmüşlerdi ve İstanbul’da açtıkları şubede de hayatları aynı başarıyla devam ederken, “Gerçekten istediğimiz bu muydu bizim?” diye sorgulamaya başlamışlardı. İşte o sorgulamanın sonucu küçük bir otelin bahçesinde karşılıklı kahve içiyorduk.  Aradan yıllar geçti. Şimdi eski dostlarımla konuşurken bize çok uzun zaman önceymiş gibi gelen o günler aslında daha dün. Okşan Hanım’a “Hadi bir daha anlatın, tıpkı o günkü gibi” diyorum. Gülümsemesini hep çok severim. Gülümseyerek anlatıyor: “Biz ikimiz çok radikal kararlar alırız ve o 2002 yılında da radikal bir kararla ofisi kapattık. Alaçatı’da, Çamlık Yol’da yazlık evimiz vardı. Oraya geldik. Bir sene bir şey yapmayacağız, ondan sonra karar vereceğiz, dedik. Önce küçük bir otel açalım, içinde de evimiz olsun diyorduk. Tabii serde mühendislik olunca bir işe başlamadan önce fizibilite yapıyorsunuz. Çamlık Yol’daki yazlığı ve İzmir’deki kooperatif evimizi satılığa çıkardık. Satılsın, öyle bir arsa alalım dedik ama hemen satılmadılar. O tarihlerde Alaçatı’da her şeyi hemen satmanız mümkün değildi. O kadar popüler değildi. Eski evler ve sörf merkezi dışında pek bir şey yoktu. 2004 Aralık’ında otelin arsasını bulduk. Bir tarlaydı. Hatta emlakçı bize arsayı gösterirken kış günü arsaya kadar yol yoktu da gidemedik. Taaa şurada, şu ağacın olduğu arsa sizin arsanız, demişti. Arsayı aldıktan sonra Alaçatılılarla konuştuğumuzda, işte biz şurada arsa aldık, otel yapacağız dediğimizde, bize orada yol yok, elektrik yok, delirdiniz galiba diyorlardı. Derken, 2005’te inşaata başladık. Projemizi bizim mühendislik zamanımızdan tanıdığımız mimar Salih Seymen çizdi. Projeyi bize verdi, siz bu inşaatı kendiniz yaparsınız, dedi. Biz bir ekip kurup inşaatı yapmaya başladık. Elektrik direkleri satın alıp karşı yoldan inşaata kadar elektrik çektirdik. Yol yok, yol açtık... 2006 yazına yetiştiririz diye yola çıktık fakat ancak 21 Nisan 2007’de açabildik. Bu arada inşaat ilerledikçe ve paralar bittikçe İzmir’deki evimizi ve bir ofisimiz vardı, onu da sattık ve inşaatı bitirebildik.”  Şimdi o sokakta araba park edecek yer bulmak imkânsız neredeyse. O kadar kalabalık ki Alaçatı’ya yazları adım atmak istemem. Oysa o vakit  Alaçatı’nın sakinliğinde kalabileceğiniz oteller parmakla sayılırdı. Taş Otel, Sailors, Sakızlıhan, Alaçat Kırevi vardı ve birkaç otel daha. 2010 yılından sonra ise Alaçatı’daki otel sayısı 100’ü geçmiş. Şu an tahmin edilen sayı 700 civarı. Vay be!!! O yaz sığındığım o küçük otelde ben bir kenarda şehirden getirdiğim iç canavarımı yenmeye çalışırken, Okşan Hanım ve Lemi Bey hem bana şifa olan bir sakinlik hem de kızımın neşesini yükselten bir enerjiyle ikimize de çok mutlu bir hafta hediye ettiler. Bir sabah kızım ile Okşan Hanım’ı o küçük otelin rüya gibi minik mutfağında çilek reçeli kavanozlarını boşaltırken bulmuştum. Lal gözlerini açmış, dikkatle Okşan ablasının ona anlattığı tarifleri dinliyordu. Beni görür görmez heyecanla öğrendiklerini aktarmıştı:  “Anne bak şimdi! Yumurta ve şekeri karıştır. Zeytinyağı ekle, karıştır. Yoğurt ekle, karıştır. Limon kabuğu ve portakal kabuğu rendele. Tatlı loru ekle, karıştır. Limon suyu ve karbonatı ekle ve unu ekle, karıştır. Güzelce yoğur. Böyle benim elim kadar yuvarlaklar yap. Üstlerine biraz toz şeker serp. Fırını da ısıt. Sonra da kızarana kadar pişir. Tamam mı?” Okşan Hanım’ın o güzelim tariflerini anlattığı Bonte isimli YouTube kanalının, hatta pasta, kurabiye atölyelerinin ilk öğrencilerinden biri belki de o küçük kız çocuğuydu. Hepimiz bayılırdık akşamüzeri havuz başına gelen 5 çayı kurabiyelerine, poğaçalarına. Her şeyi kendi elleri ile yapardı karı koca. O kahvaltılar, o sabahlar, o akşamlar, ah nasıl da güzeldi… “Çok şahane bir 10 yıl geçirdik otelimizde misafirlerimizle. Pek çoğu arkadaşımız, dostumuz oldu. Beraber inanılmaz mutluyduk. Hatta otelde tanışıp kendi aralarında arkadaş grubu kuranlar oldu. Bir grubun ismi Cadde75giller’di. İstanbul’da da buluşup görüşmeye devam etti arkadaş olanlar. Çoğuyla hâlâ görüşüyoruz. Otelde çok uzun konaklayanlar, 35-40 gün kalanlar olurdu. Yani ev gibiydi. Biz de neyi sevdiklerini, hangi peyniri yediklerini, kiminin yumurtanın sarısını yemediğini, birisinin yulafı sütle, diğerinin suyla pişmiş sevdiğini, kimin çayı kimin kahveyi sevdiğini bilirdik. Senenin hangi ayında geleceklerini bilip onları beklerken heyecanlanmayı, kışın otel kapalıyken bizi, sağlımızı merak edip aramalarını özlüyoruz elbette. Güzel ve özel günlerdi.” Aslında oteli sattıklarını duyduğumda çok şaşırmıştım. Sonra düşündükçe Alaçatı’nın hızlı değişimi içinde bunun pek de sürpriz bir gelişme olmadığını fark ettim.  “Alaçatı’daki en büyük problem, yetişmiş turizm personeli bulmak ve son yıllarda değişen eğlence anlayışı ve kalabalıklar. Biz bu işe başladığımızda Alaçatı dinlence yeriydi. Sakinlik demekti. İyi yemek demekti. Sörf yapılan sessiz bir beldeydi. Ama bunlar değişince yapımıza uymadığını düşündük. Çünkü bizi mutsuz edebilirdi. Alaçatı fazla popülerleşmeye yenildi. Bizim evimiz otelimizin içindeydi. Tabii oteli satınca ev de gitti. Şimdi kendimize küçük bir ev yapıyoruz.”

“Güzeli, kıymetliyi anlattıkça bozuyor muyuz gerçekten?”

Okşan Hanım anlatırken incecik bir suçluluk içinde, Alaçatı’yı çok sevdiğimiz için coşkuyla yazdığımız yazılardan sonra bize kızanlar geliyor aklıma. Bu popülerlikten, dolayısı ile bozulmadan da sorumlu olduğumuzu düşünenler vardı, var. Şimdi Urla’yı yazdıkça kızanlar da eklendi onlara. “Burayı da Alaçatı yapacaksınız!” diyenler… Bunu ona da soruyorum. “Güzeli, kıymetliyi anlattıkça bozuyor muyuz gerçekten? Urla’yı da?” “Popülerleşmeye destek olan yazılar tabii ki etkili oldu. Ama o tehlike şimdilik Urla’yı beklemiyor gibi gözüküyor. Çok güzel bir gastronomi merkezi olma yolunda ilerliyor. Aslında Çeşme, Alaçatı ve Urla bir bütün olarak düşünülüp bir yarımada projesi olarak ele alınmalı ve her bölge birbirine destek olmalı” diyor.  Çok haklı. İyi ve güzel yerlerden, nitelikli mekânlardan, kaliteden bahsetmek, meraklısına bunun haberini vermek, daha iyi, doğal, sağlıklı, güzel, huzurlu bir hayatın müjdecisi olmak bizim işimiz. Bunu korumak hizmet verenlerin, üreticinin birlik olması, birlikte kurallarını yazması ve uygulaması ile mümkün. Kaliteyi daha da yükseltmekle, bireysel bilinç ve çabayla mümkün. Umarım Urla-Çeşme yarımadası gastronominin göz bebeği olarak yükselmeye devam edebilir.  İnsanların imkânları dahilinde yeni yerler görmeye gayret etmesi, yeniliklere açık olması ve uygulama hevesi çok önemli. Okşan Hanım ve Lemi Bey de yazın çalışıp her kış dünyanın farklı bir bölgesine gidip fotoğraflar çekerdi, hâlâ da devam ediyor seyahatleri. Hem seyahatlerinin hem de iş dünyasındaki tecrübelerinin onların otelcilik başarısında çok etkili olduğunu düşünüyorum.   “Çektiğimiz fotoğrafları otelin kahvaltı salonunda sergilemeyi, yeni tatları uygulamayı, sunmayı, yazın gelen misafirlerimize oraları anlatmayı çok severdik. Oteli sattıktan sonra da, tabii pandemi öncesine kadar, kışın ve baharda, yani Alaçatı’nın en güzel ve sakin mevsiminde burada kalıp yazları kalabalıktan kaçarak seyahatlerimize devam  ettik. Gittiğimiz yerlerde yerel tatları denemeyi, damağımızı geliştirmeyi, yeni şeyler öğrenmeyi, pazarları dolaşmayı, oralı gibi yaşamayı sevdik. Hem de çok sevdik. Seyahatlerden dönerken bavulun içinde getirdiğim değişik lezzetlerle yeni tabaklar yaratmak ve onları paylaşmak hep olacak hayatımda. Bizim şöyle bir sloganımız vardı: Bir profesyonel gibi yönetmek, bir amatör gibi çalışmak. Evimizde misafirlerimize ne sunuyorsak aynısını otel konuklarımıza sunmak. Yönetiminiz profesyonelce olabilir ama hizmet anlayışınız evinizde misafirleriniz ağırlıyor gibi olmalı. Tabii laubalilikten uzak olmalı, sınırları zorlamamalı.” Bir gün Alaçatı’daki değişimden ve bu değişim nedeni ile oteli devredip hayatlarını yeniden ele aldıkları, kurguladıkları şu günleri konuşacağımız asla aklıma gelmezdi. Neyse ki çok uzakta değiller. Ne Alaçatı’dan ne de onları ve sundukları şahane lezzetleri unutmayanlardan.  “Mutfak hep en sevdiğim yer oldu. Yeni tatlar, reçeteler denemek, onları sunmak, paylaşmak hayatla aramdaki o müthiş bağlardan biri. En sevdiğim de tatlı yapmak. Çünkü tatlı yiyenlerin yüzlerindeki mutluluğu görmek ve izlemek benim için paha biçilemez. Evet, bir de, ben ölçüleri, gramları, hesapları, kimyayı seviyorum. Onun için de tercihim pastacılık. Bizim evde hayat hep mutfakta. Ama bana el veren anneciğim. O olmasa bu sevgi olmazdı. O olmasa bu tatlar ortaya çıkmazdı. İsmi gibi Bilge annem. Yaptığım her şeyi ilk önce tattırırım. Olmuş derse devamı gelir. Şu an Instagram sayfamda ve Bonte isimli YouTube kanalımda bildiğim, yaptığım, sevdiğim tarifleri paylaşıyorum. Bonte ismi şöyle çıktı: Bir gün, daha otel varken, bir arkadaşımızla, otel bizi yorarsa ve bırakırsak küçük bir pastane açarız diye hayal kurmuştuk. İsim bulmaya çalışırken, özellikle Türkçe bir isim ararken, arkadaşımız ‘Pastanenin ismi Bonte olsun’ dedi. ‘Sen her şeyi sevgiyle yapıp yediriyorsun ya… Bonte de sevgi ile iyilikle yapılan demek!’ demişti. Alaçatı’nın kalabalığında pastane açma fikrinden vazgeçtik ama kanalın ismini Bonte koyduk.” Zaten pandemi de hayatımızı bambaşka bir noktaya getirdi.  Bir pastanede oturmak fikri yerini zorunlu olarak pasta yapmayı YouTube’dan öğrenmeye bıraktı. Kendi kendimiz meşgul ederken şimdi hayatımız anılarla çevrili. O anıların kokuları, neşesi evimizin sınırları içinde yeniden can bulmaya çalışıyor sanki.  Gelecek, pandemi sisinin ardında seçilemez olmaya devam ettikçe, geçmişe kapanma ihtiyacını daha çok duyuyoruz. Sıkışıp  kaldığımız evlerde, yasaklarla sınırlandırıldığımız sokaklarda yüzümüzü geçmişe dönüp, gözümüzü kapatıp  o güzel özgür yazların anılarını içimize çekiyoruz. Eskinin, mimarinin ve dokunun yerli yerinde durduğu o günlere... İyileşmek için geçmişten bir koku çekip geleceğe taşıyoruz...