20 Nisan 2024, Cumartesi
24.09.2021 04:30

1 trilyon dolarlık israf

Mutfaktaki yangın gündemdeki sıcak yerini koruyor.  Gıda enflasyonu meselesine önceki hafta değinmiş; nedenler ve sonuçları üzerine veriler ışığında görüşlerimizi paylaşmıştık. Gıda fiyatlarına hem doğrudan hem de dolaylı olarak etki eden bir faktör daha var ki başlı başına ele alınması gereken bir mesele diye düşünüyoruz.  Hem de küresel boyutta… Gıda kayıp ve israfından bahsediyoruz. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 29 Eylül’ü “Küresel Gıda Kaybı ve İsrafı Farkındalık Günü” ilan etti. Biz de günün anlam ve önemine binaen hem küresel ölçekte hem de Türkiye özelinde durumun vahametini resmi istatistikler eşliğinde hatırlatalım istedik. Araştırmacılar yıllardır, gıda kayıp ve israfının gerçek boyutuna ilişkin verileri bir araya getirmeye çalışıyor ama bunu küresel çapta sağlıklı bir şekilde ölçümleyebilmek çok da kolay değil. FAO’ya göre, dünyada her yıl üretilen 4 milyar ton gıdanın yaklaşık 1.3 milyar tonu çöpe gidiyor. Bunun da ekonomik karşılığı kabaca 1 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. “Hesaplanıyor” diyoruz zira dünyadaki toplam gıda üretiminin yaklaşık yüzde 31’i  çöp olurken bunun yüzde 14’ü “kayıp”, yüzde 17’si ise “atık-israf” sonucu oluşuyor. “Gıda kaybı” tipik olarak üretim, hasat, depolama ve nakliye gibi değer zincirinin daha erken aşamalarında kaybedilen gıdayı ifade ediyor. “Gıda israfı” ise tüketime uygun durumdaki ürünlerin perakende kanalları ile tüketici tarafındaki atık kısmı temsil ediyor. Önce “kayıp” kısmına bir göz atalım… 100 birimlik bir kayıp üzerinden durumu özetlemek gerekirse, bunun yüzde 40-50’si meyve-sebze ve köklü bitkiler, yüzde 30’u tahıllar, yüzde 20’si ise yağlı tohumlar, et ve süt ürünleri ile su ürünlerinden oluşuyor. BM Çevre Programı (UNEP) tarafından hazırlanan “Gıda İsrafı Endeks Raporu 2021” ise işin atık/israf kısmındaki tabloyu ortaya koyuyor. Dünyada üretilen gıdanın yüzde 17’si ev, restoran ve perakende mağazalarında çöpe atılıyor. Tüketici kaynaklı atıkların alt kırılımına baktığımızda yüzde 61’i hanelerde oluşurken, yüzde 26’sı restoranlar ve yüzde 13’ü perakende tarafında meydana geliyor. Rakamlara bir de tersinden bakalım… FAO’ya göre, eğer bu eğilimi tersine çevirerek kayıp ve israfın önüne geçebilsek, 2 milyar insanı besleyebiliriz.

Gıdada 3 paradoks

Aslına bakarsanız insanoğlu gıdaya dair 3 paradoks ile karşı karşıya… Birinci paradoks, 7.8 milyara ulaşan dünya nüfusunda yaklaşık 2.1 milyar insan fazla/aşırı kilo ve obezite ile mücadele ederken, 811 milyon insan ise yetersiz besleniyor ve akşamları yatağına aç gidiyor. Dünyadaki toplam gıda üretiminin üçte birine denk gelen kayıp ve israf  miktarı, açlığa mahkum edilen 811 milyon insanı beslemek için gerekli olan gıda miktarının neredeyse 2 katından fazlaya denk geliyor. Bu da ikinci paradoks… Üçüncü paradoks ise işte böyle bir dünyada mısır, kolza, ayçiçeği, soya ve aspir gibi bitkilerden elde edilen ve motorlu araçlarda belirli oranda kullanılan biyoyakıt üretimi... Bugün tarım alanlarının yaklaşık beşte birinin biyoyakıt gibi gıda dışı üretime ayrıldığı tahmin ediliyor.  Dolayısıyla insanın aklına ister istemez bazı sorular takılıyor. Açlık gibi bir utanç ile yaşadığımız bu yüzyılda, tarımsal üretimde öncelik insan gıdası mı yoksa araçların yakıt tüketimi mi olmalı? Yapılan araştırma ve hesaplamalara göre, dünyadaki mevcut gıda üretimi 9.5 milyar insanı rahatlıkla doyurmaya yetiyor. O zaman da şu soru akla geliyor: Sorun, gıda üretiminin yetersizliği mi yoksa üretimin adil paylaşılmayıp üstüne bir de israf edilmesi mi? 

İklim değişikliğine etkisi yüzde 10

Gıda kayıp ve israfı, küresel ısınma üzerinde de önemli bir etkiye sahip. Hesaplamalara göre, israf edilen gıdalar her yıl 3.3 milyar ton karbondioksit salınımına denk geliyor. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) araştırmacıları, küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 10’unun oluşumundan, kayıp ve israf edilen gıdaları sorumlu tutuyor. Bunu bir perspektife oturtmak gerekirse, gıda israfı bir ülke olsaydı, ABD ve Çin’den sonra dünyanın en büyük üçüncü karbondioksit üreticisi olurdu.

Gıdada yeni yaklaşımlar şart

Özetle, mevcut gıda sisteminin sürdürülebilir bir yanı kalmadı. Gıda kayıp ve israfı, dünyayı etkileyen çok yönlü küresel bir riske dönüştü. Tarım ve gıda sektörünün çevre, iklim ve biyoçeşitlilik üzerindeki baskısını azaltmanın yolu, üretimden tüketime kadarki sürecin bütüncül ve sürdürülebilir bir yaklaşımla yeniden dizayn edilmesinden geçiyor. Çöpe giden her gıda, üretimi için harcanan enerji, toprak, su, emek, zaman ve diğer pek çok kaynağın da israfı anlamına geliyor.  Küresel iklim değişikliği baskısı altında gıda güvencesini teminat altına almak ve küresel açlığı sona erdirmek adına kaynakları doğru kullanmak ve yönetmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Türkiye'nin kaybı

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın 2020 yılı raporuna göre, Türkiye’de her yıl ortalama 26 milyon ton gıda kayıp ve israfa uğruyor. Hesaplamalara göre, Türkiye’nin yıllık gıda kayıp ve israfının faturası ortalama 214 milyar TL. TÜİK’in belediye çöp toplama alanlarında gerçekleştirdiği veri toplama faaliyetlerine göre ise Türkiye’deki atığın yüzde 54.6’sını gıda oluşturuyor. Gıdanın ardından en yüksek payı yüzde 12.3 ile plastik ve yüzde 10.9 ile kağıt/karton atıkları alıyor. Bu arada Tarım ve Orman Bakanlığı, tüketicilerin israf konusundaki farkındalığı ve davranışlarını ölçümlemek için bir araştırma yaptırmış. Araştırma sonuçlarına göre, Türkiye’de en fazla israf edilen gıda ürünlerinin başında yüzde 17 ile ekmek geliyor. Günde yaklaşık 95 milyon ekmek üretilen Türkiye’de, bunun 6 milyona yakını çöpe gidiyor. İsraf sıralamasında ekmeği, yüzde 13 ile taze sebze ve yüzde 12 ile taze meyve izliyor. En çok israf edilen gıda ürünleri sıralamasında yüzde 12 ile sulu yemekler, yüzde 11 ile pasta, tatlı ve şekerlemeler gelirken, yüzde 10 ile süt ve süt ürünleri de yer alıyor.  Araştırmada tüketicilere ayrıca, “İsraf edilen gıdayı nasıl değerlendirdiniz?” sorusu da sorulmuş. Yüzde 55’lik bir kesim, “Değerlendirmedim, çöpe attım” yanıtını verirken, yüzde 45’i ise “Başka bir şekilde değerlendirdim” cevabını vermiş.  “Başka şekilde değerlendirdim” yanıtının alt kırılımlarında ise yüzde 92’lik bir kesim “hayvan yemi”, yüzde 2’lik bir kesim “toprağa karıştırdım, gübre” şeklinde değerlendirdiğini söylerken, yüzde 1 ise “kompost ettim” cevabını vermiş.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gıda bankacılığı, ‘yerelde üret yerelde tüket’ yaklaşımı, kayıp, atık ve israfın ekonomiye kazandırılmasına yönelik start-up ve girişim hikayeleri ile kampanya ve farkındalık çalışmalarını daha sık duyacağız.

Düşündüren veriler

  • ABD’de gıdanın yüzde 40’ı kayıp ve israf ediliyor. Her ay kişi başına 10 kilogram civarına denk gelen gıda kayıp ve israfı yıllık 218 milyar dolara mal oluyor. Bu gıdalar, ABD çöp sahalarına giden katı atıkların yüzde 21’ini oluşturuyor.
  • Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’daki sanayileşmiş ülkeler her yıl toplam 222 milyon ton gıdayı çöpe atıyor. Buna karşın, Sahra altı Afrika’daki ülkeler ise her yıl 230 milyon ton gıda üretiyor. Dünyanın en zenginlerinin israf miktarı, en fakirlerinin neredeyse üretimine denk.
  • Küresel gıda sistemindeki toplam enerji tüketiminin yüzde 38’i, kaybolan ya da israf edilen gıdanın üretilmesi için harcanıyor. 
  • Dünya genelindeki tarım arazilerinin ortalama yüzde 30’una denk gelen yaklaşık 1.4 milyar hektar arazi, daha sonradan kaybolacak veya israf edilecek gıdaların üretimi için kullanılıyor.
  • Dünya üzerinde avlanan balıkların yüzde 30-35’i insan hatası, yetersiz soğutma/taşıma/depolama sebebiyle tüketilmeden israf ediliyor.

Gıda enflasyonunda günah keçisi aranıyor

Gıda enflasyonunu uzun bir süre daha konuşacağız. Zira, daha önceki dönemlerde yapılan yanlışlar tekrar ediliyor ve nedenler yerine yine sonuçlara odaklanılıyor. Israrla, bataklığı kurutmak yerine sivrisineklerle mücadele yöntemi seçiliyor. Gıda enflasyonu ile mücadele konusunda “deja vu” yaşıyoruz.  Çok değil, son 7-8 yıla baktığımızda her gıda enflasyonu tartışmalarında ekonomi yönetimi benzer refleksler gösteriyor.  Hep bir günah keçisi aranıyor… Bu, bir dönem çiftçi idi… Hatırlarsanız patates ve kuru soğan depolarına baskınlar yapılmış, üreticiler stokçulukla suçlanmıştı. Söz konusu ürünlerin tüm yıl piyasaya tedarikini sağlamak için depolarda uygun şartlarda stoklanmak zorunda olunduğu görmezden gelinmişti. Ürün arzında yaşanan sıkıntıların nedenlerini kimse sorgulamamıştı.  Bir dönem tüccarlar ve komisyoncular günah keçisi ilan edilmiş, “aracılar” hedef tahtasına konulmuştu.  Bu defa sebze ve meyve halleri yeniden radarda, market etiketleri tekrar mercek altında… Denetimler sıklaştırıldı ve fiyat artışlarına yol açan “fırsatçılar”ın peşine düşüldü. Suçlu, etiketlerde aranıyor.

Palyatif hamleler

Böyle dönemlerde fırsatçılar ortaya çıkabilir. O yüzden bu tür denetimler gerekli olabilir ama asıl sorunun çözümü için yeterli olmadığı kesin. Kalıcı çözüm yerine hep şu  hamleler geliyor: Önce “Gıda Komitesi” toplanıyor… Sonra “Erken Uyarı Sistemi”nin hayata geçirileceği yönünde açıklamalar yapılıyor. Sektöre yönelik denetimler sıklaştırılırken, ithalat kapıları açılıyor ve ürünlerin gümrük vergileri sıfırlanıyor. Bazen de fiyatı yükselen tarım ya da gıda ürünü ihracata konu ise içerideki fiyatı baskılamak adına ihracatına örtülü kısıtlama ya da yasaklar getiriliyor. Rekabet Kurulu, tarım ve gıda alanında toplu olarak şirketler hakkında soruşturma açıyor ve inceleme başlatıyor. Örneğin son soruşturma, geçtiğimiz haftalarda gübre sektörüne yönelik açıldı. Bu arada bazen de Tarım Kredi Kooperatifleri, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), PttAVM ve tanzim satış noktaları kanalıyla fiyatı aşırı artan tarım ve gıda ürünlerinin zaman zaman kamu zararı göze alınarak indirimli(!) satışı yapılıyor.

Sorunlar görmezden geliniyor

Özetle bunların hepsi palyatif hamleler… Belki o an için etiketler, ceza korkusu ve endişesiyle biraz aşağı çekilebilir ama bu adımların fiyatları kalıcı şekilde istikrara kavuşturacak gerçekçi çözümler olmadığı aşikar.   Temel mesele, değer zincirinin ilk halkasından başlayarak yıllardır çözüm bekleyen kronik sorunların görmezden gelinmesi. En somut örneği çiftçinin tarımsal girdi enflasyonundan verelim. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne göre, çiftçi maliyetlerinde önemli ağırlığı olan üre gübresi son bir yılda yüzde 130, DAP gübresi yüzde 155 artarken, zirai ilaçların fiyatı yüzde 60 yükseldi. Hayvancılıkta besi yemi son 1 yılda yüzde 55 artarken, süt yemi yüzde 57 yükseldi. Aynı dönemde sertifikalı hububat tohumluğu fiyatları yüzde 63, elektrik fiyatları ise yüzde 56 arttı. Söz konusu girdilerin büyük bir kısmı ithal olduğu için kurdaki yukarı yönlü hareket fiyatları yükseltmeye devam ediyor. Maliyetlerin bu kadar arttığı bir ortamda hala 2021 yılına yönelik destekleme miktarları açıklanmadı. Desteklemelerin etkin ve işlevsel olmadığı bir ortamda tarımsal üretim planlamasından da bahsetmek pek mümkün değil. Yüksek girdi maliyetlerine karşın düşük kalan üretici satış fiyatları, zarar eden çiftçinin üretim motivasyonunu bozuyor. Sektörde artan öngörülemezlik üretimi daha kırılgan bir hale dönüştürüyor. Arz-talep-stok dengesinin bozulduğu noktada fiyatlar istikrarsızlaşıyor. Değer zincirinin üretim sonrasındaki kısımlarında da sorunlar yerli yerinde duruyor. Daha önceki yazılarımızda bu konuya değindiğimiz için burada yeniden tekrar etmeyeceğiz. Ama şunu hatırlatalım, yapısal reform bekleyen sektörde, kronik sorunlar çözülmediği sürece gıda enflasyonu meselesi hep gündemde olacak ve mutfaktaki yangın maalesef devam edecek.