27 Nisan 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
22.10.2021 04:30

“İstanbul’un bir taksi sorunu yoktur”

Hepi topu üç yıl oldu İstanbul’dan göç edeli. Ben giderken 5. Levent inşaatı hızla ilerliyordu. Takip edemediğim bir hızda devam eden Maslak- Kağıthane-Ayazağa inşaatları da bitmek üzereydi. İstanbul’da inşaat bitmez malumunuz, siz bitiyordu dediğime bakmayın. Bunlar bitince bu yollar ne olacak diye düşünüyor, kaçmaktan başka çözüm olmadığına iyice inanıyordum o günlerde. Haklıymışım.  Pandemi sonrası bütün şehirler arası yolculuklarımı kendi arabamla yaptım. İstanbul’a ziyaretlerimde uçakla yolculuğu ya  bir ya da iki kez tercih ettim. İstanbul’un en büyük sorununun inşaat ve trafik olduğunu düşünürdüm.  Geçtiğimiz hafta uzun aradan sonra uçakla İstanbul’a gittim. Sonrası şöyle gelişti: Birinci gün uçaktan iner inmez 5. Levent’te toplantım ardından da Etiler’de bir doktor ziyaretim vardı. İstanbul Havalimanı’na indikten sonra  çıkışa kadar epeyce yürüdüm. O gün de herhalde ‘İstanbul’a gidiyorum, biraz havalı durayım’ filan dedim galiba, topuklu botlar giymiştim.  Bir süredir dağlar kızı Heidi gibi neredeyse ayakkabısız yaşadığım için uçaktan indiğimde beni bekleyen topuklu ve zor günü idrak etmiştim ama artık çok geçti. Uçaktan çıkışa dek bu zor günün ilk yüksek limitini tüketmiştim. Üstelik başıma daha neler geleceğini henüz bilmiyordum.  Kapıdaki taksi kuyruğuna girdim. Bana sıra geldiğinde önümde bir mavi taksi durdu. ‘Sarı ile mavi taksinin farkı ne?’ diye sordum. ‘Haslndahg buhugun hadahahuks’ gibi bir cümle çıktı soruyu sorduğum adamın ağzından. ‘Aslında bu daha lüks’ demek istiyor galiba diye düşündüm. Aynı hizmet ama daha yüksek taksimetre ücretiymiş meğer binince anladım. Neyse. 5. Levent’e ulaştık. Elimdeki navigasyona göre hedef bina ile aramızda 150 metre vardı. Fakat bir türlü ulaşamıyordum hedefime. Kötü bir rüya gibiydi.  Çünkü o binaya giden yola ulaşabilmek için 3 kilometre dolaşmamız gerekiyordu. Ne? Bir yanlışlık olmasın?  Kafasını sürekli iki yana sallıyordu taksi şoförü. Yanlışlık yoktu. Binanın civarındaki yollardan dolana dolana binanın ana girişine ulaşmayı başardık. Alandan 5. Levent’e gelmemiz 25 dakika sürmüştü. Binaya ulaşmamız 20 dakika aldı. Bir şehir üç yılda ne kadar değişebilirdi?  Neyse ki toplantıdan sonra Etiler’e beni arkadaşım bırakacaktı. Etiler’e kadar bir daha asla anımsayamayacağım karışık yeni yollardan geçerek sohbet ettik. Beni bırakırken “Peki sen çıkışta ne yapacaksın? Nasıl gideceksin?” diye sordu. “Bulurum bir çözüm” dedim, kendimden de gayet emindim. Uber var nasılsa, bütün taksiler benim. Kulağımda “Taksi bulmak imkansız” cümlesi dönüp duruyordu. Ama belki de abartılmış bir haberdir. Öyle bir şey olsa çözüm çabaları niye reddedilsin? Değil mi ama? Siyasetin tadı, inadı bu kadar da harcamamıştır siyasetçinin vicdanını, insafını, ahlakını?

Ara Uber’i, gelsin

Etiler’deki doktordan çıktığımda Uber’den Kızıltoprak’a gideceğim bir taksi istedim. “10 dakika beklersen, filan arkadaşımız müşterisini bırakıp gelecek” dedi Uber. A, beklerim tabii süper. Kaldırıma oturup beklemeye başladım. Hakikaten de arkadaşımız geldi. Bir Kadıköy taksisiymiş. “Süper bir uygulama bu yahu. Bak Kadıköylü taksiciyle beni buluşturdu” diye mutlu mutlu bindim arabaya. Hafiften akşam trafiği başlamıştı ama olsun, bir saati bulmadı karşıya geçmemiz. Çok özlediğim arkadaşıma ve zeytinyağlı şahane barbunyasına kavuşmanın mutluluğu içinde ilk günü unuttum gitti. Ertesi gün Avrupa yakasında bir arkadaşımda kalacaktım. Sabahın erken bir saatinde beni aradı. “Kızımı yakınlarda bir yerde bıraktım. Hazır buradayken  uğrayıp seni de alayım. Öğleden sonra geçişin zorlaşır” dedi. Daha saatler vardı toplantıma ama baktım arkadaşım ısrarcı “Tamam gel al beni” dedim.  Amanın aman! İyi ki gel al demişim. Akşamını düşünemezdim bile. Arkadaşım yana yakıla trafiğin nasıl büyük bir çileye döndüğünü, Cumartesi gecesi karşı yakada bir yerde olması gerektiğini, şimdiden üzerine çöken kabusu, delirme sınırında yaşadıklarını anlattı. Oysa ben İzmir’e giderken “İstanbul bırakılır mı hiç? Ayarlarsın saatini, kendini yaşarsın” diyenlerdendi. O bile delirmekten söz ediyorsa durum bıraktığımdan, gördüğümden daha da kötüydü demek.  

Taksi yok, asla yok

Beni Gayrettepe’ye bıraktı. Akşam evinin kapısına ulaştığımda İstanbul trafiğinde bir tekerleğin altından diğerine savrulan yıpranmış bir poşet gibiydim. “Ne oldu sana böyle? Çok perişan görünüyorsun” dedi şaşkınlıkla.  “Taksi yoktu. Asla yoktu. Her yere yürüdüm. Balmumcu’dan Mecidiyeköy’e yürüdüm. Oradan Zincirlikuyu’ya geri döndüm. Metroya bindim. Etiler’den Bebek’e yürüdüm. Artık o kadar canım yanıyordu ki çorapla yürümeyi göz aldım. Son bir umutla Uber’den taksi istedim. Kısa mesafe, iki katı öderim diye yalvardım yanıt yazan taksiciye. Acıdı. Geldi ama senin yokuşun başında indirdi. İnemezmiş bu yokuşu. İnerse çıkamazmış. Sonuç şu oldu: topuklu ile atılmış zorunlu 18 bin adım. Hayır normalde de giymem etmem. Kim üfledi kulağıma bunları giy de bütün İstanbul’u böyle dolaş, gör anla cezayı diye!!”  Ertesi gün arkadaşımın dolabından süper rahat, tüy gibi hafif bir spor ayakkabı ödünç aldım. İstanbul’un ne olduğunu, acısını, ezasını, cezasını hatırlamıştım. Güne başladım. “Metro ile gidebildiğim her yere gideceğim kalanı da yürüyeceğim” diye çıktım evden. Allah için gideceğim yerlerin hepsi de metroya uzaktı. Tabana kuvvet. İkinci günün skoru spor ayakkabı ile atılmış daha acısız 12 bin adım oldu.  Taksi yoktu. Katiyen yoktu. Asla yoktu. Otobüse ve dolmuşa binip içinde beklemektense yürümeyi, koşmayı tercih ederim daima.  Arada bir görünen taksiler sanki fabrikadan müşterisiyle çıkmış gibiydi. Nerede buldu bu insanlar bu boş taksileri? Sabah gidip şoförün kapısında mı beklediler ne yaptılar? Bu arada metroda bir gün önce İstanbul kartım olmadığı ve İstanbul kart kuyruğu o gün metro merdivenlerine ulaştığı için  saçımı başımı yolmak üzereyken Suriyeli bir genç bana yardım etmiş ve tekli bir geçiş bileti almayı anımsatmıştı. 

‘Bir daha gelmem...’

Yine o kartlardan alıp Metro ile Nişantaşı’na bir başka sağlık randevuma gittim. Akşam dönüş için yola çıktığımda Nişantaşı’nda elektrikler kesilmiş, hafiften de bir yağmur başlamıştı. Trafik ilerlemiyor, kornalar hiç susmuyordu. İnsanlar omuz omuza milim milim ilerlemeye, yürümeye çalışıyordu. Hava serin olmasına rağmen kan ter içinde insan kalabalığının içinden sıyrılmaya çalışıyordum. Velhasıl yine maceralı bir yolculuktan sonra arkadaşımın evine ulaştığımda kapıyı açarken “Bir daha da gelmem İstanbul’a diyorsun değil mi?” dedi gülerek. “Sizi seviyorum. Sizin için gelirim. Ama siz bundan sonra burada nasıl yaşarsınız bilmiyorum. İnsanlar caddelerde, duraklarda birbirini neredeyse dövüyor. Tam bir kaos var şehirde. Eve dönmenin her yolunu bilmeli insan. Ama bence evi siz de biraz şehir dışına mı taşısanız” diye yanıt verdim. (Sevdiğimiz herkesi İzmir’e getirmeye çalışırken bu arada İzmir’i de İstanbul’a çeviriyoruz korkarım.)  Akşam yemeğine beklemişler. Söylemesi ayıptır palamut kızartmış yanına da böyle havuçlu mavuçlu salatalar yapmış. İstanbul sokaklarında geçirdiğim mücadele dolu saatlerden sonra öyle yorulmuşum ki, palamutlar bana cennetten gelmiş hediye gibiydi. Hem yorgunluk hem mutlu bir yemek sonrası rehaveti, koltukta uyuyakalmışım. İşte büyük şehirdeki hayatın özeti.

Hep mücadele...

İstanbul hayatta kalmak için mücadele verilen, üzerine de büyük para harcanan bir kent. Kapıdan çıktığınız anda başlıyor mücadele. Küçücük bir çocukken hatta. Mesela kızımın tüm çocukluğu kör karanlıkta servis arabalarında uyuklayarak geçmişti. “Ben daha çocuğum bu saatte servise bindirmesenize beni” derdi.  Servisler, otobüsler, minibüsler dolusu insan. Üst üste, yan yana, milim kıpırdamayan trafikte, uykusuz gözler, yorgun bedenleriyle ayakta saatlerce sabahları işine, okuluna; akşamları evine ulaşmaya çalışan savaşçılar. Büyük inşaat canavarının yarattığı akıllı binaların akıl almaz fiyatlarının yanında maaşının tamamını verse iki oda bir eve kafasını sokamayanlar...

Utanma, sıkılma yok

Koltukta hayal meyal düşünceler yarı rüya yarı gerçek fikirler, görüntüler, sesler, sözler içinde dönüp duruyorum. Neye inanacağını şaşırmış bu kent insanı ne yapsın? Sanki şehrin yüzde doksanında fazlası şehrin bir köşesine sıkıştırılıyor... Üzerlerindeki demir baskı artıyor, iç içe kucak kucağa solukları kesilerek yaşasınlar, hatta belki de yaşamasınlar diye ittiriyor birileri. Ne pahasına olursa olsun o teklifleri geçirmemeye yemin ediyorlar parti bağları uğruna. Siyaset  ortak faydanın aklını, vicdanını kemirmekten, yemekten hiç utanmıyor, usanmıyor.  Üstelik köşeye sıkışanların, sıkıştırılanların içinde yaşıyor bu usanmazların taraftarları. ‘Bu kararlar politik’ diyor.  Sesi çıkamayacak kadar perişan, fakirlik boğazını sıkıyor, nefes almasına imkan yok ama o son nefesiyle bile hala savunuyor kendi hakkını yiyenleri. Ona ait olanı ondan esirgeyenleri. Ve ‘Sen niye böylesin peki?’ diye sormaya bile usanıyor insan. ‘Niye böylesin sen kardeşim?’ Niye senin yaşamını senin elinden alanı sen savunuyorsun? Sana daha iyi bir hayat, nefes alma önerisi getirene neden direniyorsun?  Neden bu hayatta kalma mücadelene ‘yaşamak’ diyorsun? Sen çoğunluksun neden bir azınlığın senden daha iyi yaşaması için kendinden vazgeçiyorsun?  “İstanbul’un taksi sorunu yoktur” diyor bir siyasi.  O öyle diyorsa öyledir diyor kalabalığın içindeki.