Bazı geceler şiirlerini doğurur. Kuytu bir köşede bekleyerek... Ölümün farklı yüzleri daha çok görülürken... Çoğunun suskunluğuna gömüldüğü bir vakittir. Soğuk tren garları, evlerine geç kalanların beklediği otobüs durakları, karanlıklarıyla ürküten sahiller... Boş sokaklarda yürümek... Bir de rüzgar içinize işliyorsa... Hayatımızın rüzgarları... Gecede kalmak dersiniz yine kendinize. Gecede kalmak... Neyi, nasıl hatırlarsınız? O şiirler kulağınıza hayata dair ne fısıldar?
Karanlıkta yürümek
Şiirlerin sesleri. Dokundukları. Gizliden gizliye duyurdukları... Gülten Akın, Siyah Beyaz derken kime sesleniyordu? “Beni dünyadan ötelere götürdün / Kollarımı bağladın dur dedin / Tuz kokan geceler dur dedi / Durdum bekliyorum, gelme / Ay aydınlık gece kara”... Bu sesin elbette devamı var. Yalnızlık bu kadar ağır gelmezdi şüphesiz burada hissedilen ve hissettirilen kırgınlık olmasaydı. Yazmanın ne faydası vardı öyleyse? Eğer hâlâ aşka dair o umut için bir yerlerde durmuşlarsa... O yere dokunmak istemişseniz... Turgut Uyar’ın Geyikli Gece’si bu yüzden mi hüzünleri ve gizli gülüşleriyle büyüyordu?.. “Hiçbir şey umurumda değil diyorum / Aşktan ve umuttan başka / Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı / Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor”... Şiirler olmasaydı o geceler taşınabilir miydi? Ya hayaller? Onlar biraz anlatılabilirdi belki ama o dizeler de duyurulamayanlardan çıkmıyor muydu? Neye Veda ediyordu Sezai Karakoç? Zor soru. Birileri için saklanan cevabıyla güç ve anlam kazanan bir soru. “Sen bir gece gelsen/Güneş doğmasa/Gitmeden yine gelsen/Bu yeni geleni/Bu bize bakanı/Sana bir anlatsam/Güneş doğmasa/Sandıkların içini göstersem sana/Çizdiğim resmin/Yalnızlığın geyik gözlü köşesinde/Bir rafa koyabilsen/Olup biteni ve onları/Sabaha kadar konuşsak”... Konuşmak evet, konuşabilmek. Sesini duyurabilmek. Bir ses duymak. Bir ses. Onu da duymayınca... Bir sağırlığın içinde kaybolmuşsanız... Diliniz kilitlenmişse...
Murathan Mungan “Gece Nöbeti”nde birbirlerini yolun bir yerlerinde bulamayan sevgililer içlerinde hangi hikâyeleri ve yaşanamayanları götürüyordu? “Sen geceyi tutuyorsun.. ben nöbetini../Uzak dağ kışlalarında../Görmüyoruz birbirimizi../Usul usul sis iniyor../Kopmuş yollara../Işığı hafif.. uykusu ağır koğuşlarda üzerini örtüyorum senin../Bir çığ gibi yürüyorsun rüyalarımda../Sevgilim sevgilim/Yıldızları daha büyüktür gecelerin/Nöbet kadar yalnızken öğreneceksin bunu da..”... Sonrası bir başka gelecektir işte. Gitmek... Belki de kendinde daha çok kalmak için... Özdemir Asaf “O Gece”de duyurmak istediklerini böyle mi okumamızı bekliyordu? “O gece ben olmayacağım/Utancımdan bakamadığım aynalarda/Güldüğünüzü görecek/Anlayacaksınız/Her gece birinin olmadığı gecedir/Gecelerinizi karıştıracak gitgide”... Ardımızda bıraktığımız boşluklar önemli miydi gerçekten? Hayat bu boşluklara rağmen unutuşlarla akmamış mıydı? O zaman? Bazı beklentiler nafile bir çırpınış mıydı?
Çünkü umutlar da vardı
O şiirleri neler beslemişti? Dile getirilemeyen kırgınlıklar? Çaresizlikler? Hüsranlar? Yorgun umutlar? Hem şu gece dediğimiz sadece bir duygu değil miydi bazen? O şarkıları da en çok bu yüzden sevmiştim. Geriye çok eskilerden gelen, içine o belirsiz umutları da koyabileceğiniz bir tat kalmış. Yenilgiler taşınabilir miydi öyle olmasaydı? ∙