Bize çocukluğumuzun izlerini hissettiren ne çok yol geçer hayatımızdan. O eski ülkeye yok yere mi dönülmek istenir? Belki bir tuhaf bisiklet kazasıdır sizi geçmişe bağlayan. Yazın başlangıcında ayaklarınızı hafif bir tedirginlikle denize sokmuşsunuzdur. Bir tren düdüğü sizi uzakta kalmış o istasyona çeker. Bir film karesine ne dersiniz? Ya bir şarkıya? Bir kızarmış patlıcan kokusuna? Ne dersiniz? İnsan şöyle bir bırakabilse kendini… Her hatırlanan özlenenler arasında değildir elbet. Hatta bazen iyi ki şimdi o günlerin çok uzağına düştüm de diyebilirsiniz. Bir soru size çok derinlerde saklanmış gerçeklerinizi mi getirir?
Masumiyet mi demiştiniz? Çocukluğun saflığı mı? O kadar emin olmayın. Siz birçok insanın çocukluğunda aldığı yaralarla yaşadığını bilmez misiniz? Bu yaraların ilişkileri nasıl sinsice etkilediğini? Başka çocuklara bu yüzden mi verdiğimiz sevgilerle tutunmak isteriz? O çocuklar aynı ateşlerden geçmesin diye… Kendi çocukluğunu biraz da böyle kurtarmak için… Her duygu yolculuğu sırlarını barındırır neticede. O çekmecelerde bekletilenler kalplerden neden bir türlü atılamamıştır ki… Geçmişin unutulamamış oyuncuları hafızamızın gizli köşelerinde beklemektedir. Büyüklerimiz. Büyük gibi gördüklerimiz. Bize isteyerek veya istemeyerek kayıplarını yaşatanlar. Onlar hangi çocukluklardan geçmişti? Oralarda da hikayeler vardır. Bize bir miras niyetine bırakılmış hikayeler. Masallar… Onlarla büyüdüğünüze inanmak istersiniz. Büyümüş müsünüzdür sahiden? O soruya da istediğiniz cevapları verebilirsiniz artık.
Günü geldiğinde o çocuklukları birileriyle paylaşmak ister misiniz?
Yaşadıklarınızı duyurmak? Bir hayat tercihidir bu şüphesiz. Kimileri geçmişlerini içlerine, suskunluklarına gömer, kimileri anlatmakta bir anlam ve bir yaşama gücü bulmaya çalışır. İlhamını o sözlerde bulmak için. O duygu yolculuklarında içimizden gelen bir sesi nasıl duyurmak isteriz? Sunay Akın Çocuk ve Hüzün’de bir yerlerde kalmış bir hikayeyi de mi yaşatmaktadır bu durumda?... “Ne zaman bir çocuk ölse/gözü evlerinde/annesinin kavurduğu/helvada/kalır/Yoksul bir çocuk görsem/yağmur altında üşüyen/köprü olmak geçer/hiç değilse/içimden”… Bir çocuk ölümü nedir aslında? İçimizden neleri koparır? O köprüler bize ne anlatır? Biz onları nasıl hatırlamak ve nereye inşa etmek isteriz? Anlattıklarımız ve anlatamadıklarımız… Hayat da bir başka film miydi yoksa? Attila İlhan Mızıkacı Çocuk’ta böyle bir filmin izini sürmek istemiş olabilir miydi mesela? Bazı gece ışıklarının o çocukların üstüne düştüğü hatırlanınca… “Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk/Gece trenlerine binme kaybolursun/Sokaklarda mızıka çalma çocuk/Vurulursun/Korkusu kalmış içinizde terkedilmiş çocukların/Yitik yüzlü fotoğraflar duruyor siyah-beyaz/Kırık bir vazo masanın ortasında/Yıkık dökük odada/Susuz ve çiçeksiz”… Kim bilir hangi çocuk geçmiştir o gecelerin birinden. Adımlarını o dizelere atmak için… Bir başka vaktinden önce hayatı tanıma yürüyüşü müdür bu? Adımlarımız… Çocukluğumuzun yükünü taşıyan adımlarımız… Onlar bizi nereye getirir? Edip Cansever ne demişti?.. “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/Hiçbir yere gitmiyor”… Gitmiyor, evet. Gitmesini istemiyor muyuz yoksa? Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup nasıl yazılırdı yoksa? Her çocuk bir başka zaman yolcusu değil miydi?
Oyunlarımız ve hayallerimiz
Çocukluklarımız ve birilerine bırakmak istediklerimiz. Yaşadığımıza inanmak istiyorsak. Biz o nefeslerle bir yerlere gelebilmişsek… Çocuklara uzatılan elleri bu yüzden sevmiştim. Oyunları da. Çünkü en çok onlarda hayaller vardı. Hayallerden kopmuş bir hayatı nasıl sürdürebilirdik? Hem işin aslına baktığınızda, en ciddiye aldığımız ilişkilerimiz ve uğraşlarımız da bir oyundan ibaret değil miydi? ∙