O kitabın elime nasıl geçtiğini hatırlamakta zorlanıyorum. Sonrası kendimi o kitabın içinde bulmamdı. Satırlarındaki efsun, kendi satırlarımda inşa edeceğim şehre nasıl da yakışıyordu. “İstanbul’un Gözleri Mahmur” muydu gerçekten? O kitaptan çıkmak istememiştim. Öyle tanıdık ve içime işlemiş bir şehirdi ki... Melisa Gürpınar ile tanışıklığım böyle başlamıştı. Fotoğraflardaki gülümsemesi de nasıl sıcaktı. Onun da içime bir hikâye yazacağı varmış. İstanbul’un tarihini taşıyan bir ailenin kızından daha başka ne beklenebilirdi? Hayata gözlerinizi şiirin yaşandığı bir evde de açmışsanız... Derinlere işleyen hikâyeler yazmaya ihtiyaç duymasında da böyle bir geçmişten gelmesinin izleri mi vardı? Duyduklarımdan başka hikâyelere de gidebilirdim. Gitmiştim de... Sahici hikâyelerin bizdeki gizli kahramanları uyandırması bir başka alın yazısı değil miydi? İnsanın nasıl da içine işleyen bir resmigeçitti o kitaptaki? “İstanbul’un Gözleri Mahmur” olmayacaktı da ne olacaktı? Anlatabilen anlatıyor, anlayabilen anlıyordu işte... Feleknaz İncifer ve Kamelyalı Hanımlar, Tanbûri Cemil Bey... Hepsi insanlarımız değil miydi? Seslerini başkaları için de kendi küçük seslerinden duyurmuyor muydu? İstanbul Bir Masaldı’yı yazdığım günlerdi. Bu da mı tesadüftü? Girdiğim dehlizden ne zaman, nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Aradan çok uzun bir zaman geçti. Günün birinde Yeldeğirmeni üzerine yazdığı bir kitapta benden söz ettiğini gördüm. Hayatımda çok derin izler bırakan bu semtte yaşıyordum ne kadardır. Kısacık bir iki cümle... Ama ne kadar değerli ve duygulandırıcı... Bir yolunu bulup aramıştım. Teşekkür etmek için... Mutlulukla karşılamıştı. Kalbinden rahatsız olduğunu biliyordum. Bu yüzden de çekinerek aramıştım. Yeldeğirmeni’ni ne kadar sevdiğimi söylemiştim. Arabaların o eski duyguyu çok bozduğunu söylemişti o da. Muhabbet yine o vazgeçemediğimiz yere gelmişti. Ne çok bozulan vardı. İnsan birçok sevdiğini kaybedince... Hava soğuktu. Dışarıda yağmur yağıyordu. “Hele bir havalar düzelsin, ziyaretine geleceğim” demiştim. “Gel” demişti “Vişne likörüm var, ben yaptım.” İki ay kadar sonra yine aramış, kendimi hatırlatmıştım. Çabuk yorulduğunu söylemişti. Balıkları konuşmuştuk. Kuşları da... İçimdeki İstanbul Fotoğrafları’nı yazdığım günlerdi de, ondan mı? Beni çok etkileyen o kitabının bende bıraktıklarını paylaşmaya da gelmişti sıra. Lafı ne kadardır oraya getirmek istemiştim. Yıllardır. İstanbul’un gözleri hâlâ mahmur muydu? Cevap vermemişti. Sadece nefesini duymuştum. Nereye gitmişti? Balık tutmaktan bahis açılmıştı sonra. “Bu iş öyle kıyıdan olta sallamakla yapılmaz! Sandala binip biraz açılacaksın, denizin sesini dinleyeceksin” demiştim. “Ben ağ atardım” diye cevap vermişti. “Pes!” diyebilmiştim. “Ne sandın ya!” demişti o da. Gülmüştük. Nerelere gittiğimizi söyleyememiştik birbirimize. Fark etmezdi. Nasılsa bir araya gelecek, vişne likörü içecektik ya... Ne var ki beden her zaman hayalleri taşıyamıyor, size bazen istemediğiniz, taşımakta çok zorlandığınız oyunlar oynayabiliyor. Kısa bir süre sonra vefat haberini aldığımda nasıl da kızmıştım kendime. Bu kaçırdığım kaçıncı karşılaşmaydı? Geriye şimdi bu bölük pörçük, kırık anılar kaldı. Bir de o şiirleri... Ya da hikâyeleri... Okunmayı bekleyen hikâyeleri... O da bu dünyadan hassasiyetiyle geçti. Anlattıkları derin bir hafızanın incelikli dokunuşlarıydı. Edebiyatımızda bu yüzden mi vazgeçilemez bir yer edindi?
- İstanbul’un Gözleri Mahmur / Melisa Gürpınar / Can Yayınları / Roman / 127 Sayfa