Denizin İstanbul’a nasıl küstüğünü anlatmaya çalışmıştım. Bir tek yazıya sığabilir miydi bu küskünlüğün doğurduğu duygular? Çağrışımlar... Şimdi yine bazı vedaları yaşadığımız hissine kapılmak ne kadar acıtıcı. Ne anlatır öyleyse o kitaplar? Seslerini duyuramayanların çaresizliğini mi? İhtimaldir. Abdülhak Şinasi Hisar Boğaziçi Mehtapları’nda çocukluğunun efsunlu denizini hatırlar, o asude dünyanın kaybolmasına hayıflanır. Muhteşem bir üslupla... Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur’da geceleri çıkılan lüfer avını bir ışık operasına benzetir. Farklı kelimelerle tekrar tekrar inşa edilen bir uzun hikâye midir bu? Üstatlarımız... Bugünleri de görselerdi...
Şimdi ile geçmiş
Buralara gelmişken, çok uzaklardan bir başka ses neden tekrar geliyor şimdi kulağıma? Sorunun uyandırdığı burukluk yüzünden mi? Şimdi ile geçmişin yine birbirine girdiği bir zamanın hatırlattıklarından mı? Bu ses, edebiyatımızda hak ettiği yeri ne yazık ki bir türlü bulamamış Safiye Erol’un sesi... Yıllarca bir kayıtsızlık ve umursamazlık içinde kaybolmuş, şimdilerdeyse bir nebze hatırlanmaya çalışılan Safiye Erol’un... Kadıköyü’nün Romanı’nı okudunuz mu? 1930’lu yılların İstanbul’u... Yok, İstanbul demememiz gerekiyor aslında. Çünkü roman bir şehir romanından çok bir semt romanı gibi görünür. Adı bile yazarının ne yapmaya çalıştığını hemen ortaya koymaya yetmez mi? Çarşı, Moda, Şifa, Yoğurtçu Parkı, Kurbağalı Dere, Kızıltoprak, Fenerbahçe, Acıbadem buralarda yıllarca yaşamış tecrübeli bir rehberin ağzından anlatılır adeta. Gelgelelim bu kadarını söylemekle de yetinilmemeli. Asıl önemlisi yine hikâyedir çünkü. Necdet, Bedriye, Burhan, Nesrin, Muharrem, Orhan, Baha... Bir zamanlar Kadıköy’den geçmiş yedi genç... Hayat onlara ne oyunlar oynamıştır? Necdet’in yaralayıcı tutkusu, Bedriye’nin bezginliği, Burhan’ın küskünlüğü, Nesrin’in kırgınlığı, Muharrem’in hırsı, Orhan’ın kayıtsızlığı, Baha’nın öfkesi... Aşklar... Yaşananlar ve yaşanamayanlar... Sürüklenmeler ve hayata tutunma çabaları... Böyle bakıldığında nasıl da zamansızdır anlatılanlar. Bir dönemin ruhunu dile getirdikleri halde... Aldığı eğitim gereği hem batıyı hem de doğuyu çok iyi bilen Safiye Erol, biraz daha derine inildiğinde, bizi çağdaş bir tasavvufi romanla karşı karşıya bırakırken İstanbul’un denizle ilişkisini de gözler önüne serer. Bir başyapıtla karşı karşıya değilizdir belki ama samimiyetinden ve sahihliğinden asla şüphe edemeyeceğimiz bir duruşla karşı karşıya bulunduğumuz kesindir. Bugün başyapıt gibi görülen ne çok romanın yoksun olduğu bir meziyet... Tam da burada içimizde büyüyen bir hüzün... Bu saflık nasıl kaybedildi? Bu romandaki gibi, herkesin birbirini tanıdığı bir Kadıköy’ü hayal etmek elbette mümkün değil artık. Gerekli de değil. Ama söz dönüp dolaşıp her yerde daha da hakimiyet kurmaya başlayan o hoyratlıklara, baş tacı edilen cahilliklere gelince kendisini ister istemez bir eksikliğin içinde buluyor insan. Kayıplara karışanların sesleri... Necdet, Moda Plajı’nda, Bedriye’ye duyduğu umutsuz aşkın acısını unutmak için kendisini geçici bir aşkın kollarına bırakırken bile ne kadar saftı. Nesrin kırgınlığını ne incelikle dile getirmişti...Şehrin insanları
