Bir çocuğun kalbinde yürüyebilmenin yaşatabileceklerinden söz etmeye çalışmıştık. Karşı karşıya gelmeye mecbur kaldığımız hikayelerdi. Neden? Hayatla çok erkenden zorlu bir mücadeleye girenler içimizde bir suçluluğa da yol açtığından mı? Bir ihtimaldi bu elbet. O çocuğu ne kadar gereğince görebilirdik, ayrı meseleydi o da. Her çocuğun duyduğu masalların verdiği hayal dünyasında yaşayamadığını ortaya tüm çıplaklığıyla koyan o sahneleri seyretmekten kaçamayınca… Hayalleri erken yaşta yıkılan çocuklar… Savaşların ve yoksullukları yaşayanların yanında, onlara oranla daha elverişli şartlara sahip olmalarına rağmen, başka dile getiremedikleri yüzünden hayata yine kırgınlıklarıyla tutunmaya çalışan çocuklar…
Farklı şekillerde şiddet gören, hep aradıkları, bekledikleri sevgiyi göremeyenler… Dış görünüşlerinin ortaya çıkardığı aykırılıkla mücadele etmeye ve içlerine dönmeye mecbur bırakılanlar… Çocuklar ne kadar aynamızdılar? Büyüdükçe, içimizde kalan bu çocuklardan ne kadar uzaklaşabilmiştik? Yeterince uzaklaşamadığımız için birçok ilişkimizi karanlıklarıyla sürdürmeye mi çalışmıştık yoksa? Hayat bizi çocukluk sınavlarımızın bıraktığı yaralarla da yol almaya mecbur etmemiş miydi?
Bize bırakılanlar
Çocukları birer başkahraman rolünde karşımıza çıkaran eserler de geride bırakılmak istenmiş bir hayali hapishanenin yansımaları değil midir? Neleri ve kimleri hatırlıyorsunuz? Şimdi aklıma getirebildiklerim, iki farklı yolda ilerlemeye çalışan iki şair ruhlu çocuğun başlarına gelenleri anlatan iki kitap. Onlara daha çok birer ergen romanıyla bakmayı tercih ettim. Sahra Çölü’ne mecburi iniş yapan pilotun karşılaştığı çocuğun gözleri ve sözleri, yaşadıklarımızın, uyumsuz kalmamak için kaçtıklarımızın hal-i pür melalini birçok çıplaklığıyla ortaya koymuyor muydu? Hepimizin içinde saklı duran bir çocuk vardı ya… Yetişkinliğimizin getirdikleriyle kapıldıklarımızın, bizi çoğu kez özümüzden koparan zaferlerimizin alıp götürdükleri… Onları tanıyor muydunuz? Gezegeninde yalnız yaşayan ve herkese hükmettiğine inanan bir kral, sürekli yaptığı hesapların içinde kalan ve başka hiç kimseyi görmeyen iş adamı, tek işi gezegenindeki fenerleri yakıp söndürmek olan bir bekçi, utancını sarhoşluğuyla unutmaya çalışan bir sarhoş…
Nasıl bir evrendi bu? Belki de o kadar yabancınız değildi. İyi de bunları görmek için bir çocuk bakışına mı ihtiyaç duymak gerekiyordu? Küçük Prens bizden görünenleri farklı gözlerle görmemizi bekliyordu.
Bir çocuğun acılı yolculuğu dediğimizde Zeze’yi, bir kere tanıdıktan sonra, hiç unutamayız, değil mi? Onun da dünyası bir Şeker Portakalı ile şekillenecekti. Zeki olduğu için okumayı beş yaşında öğrenen ama uyumsuzlukları yüzünden ortaya koyduğu davranışlar sebebiyle hep uzakta tutulan hatta horlanan Zeze… Hem yoksulluğunun hem de hayal dünyasının getirdiği yoksunlukları bahçesindeki şeker portakalı fidanıyla dertleşerek taşımaya çalışan bir çocuğun hikayesi...Bu roman da bizi bize çağırır gibidir. Görebildiklerimiz ne anlatır? O da kendi meselemizdir tabii. Duyduklarımızla yaşamaktan başka bir çaremiz mi vardır?
Ya asıl görmemiz gerekenler?
Çocukların yer aldığı hikayeler… Hayat herkese gerektiği gibi cömert davranmıyordu. Görmemiz için anlatılanlar ve gösterilenler içimizde yaşananları daha iyi anlamamızı sağlamak için mi önümüze geliyordu ama sadece? Herkes kendini istese de istemese de görmek zorunda değil miydi?
Küçük Prens / Antoine de Saint-Exupery / Çeviren: Tomris Uyar, Cemal Süreya / Can Yayınları / 112 Sayfa
Şeker Portakalı / Jose Mauro de Vasconcelos / Çeviren: Emrah İmre / Can Yayınları / Roman / 184 Sayfa