Ona göre, artık orta sınıf yeniden tanımlanmalı ve orta sınıf olmak için en az ayda 40.000 TL geliriniz olmalı. Yani bir üst düzey yönetici maaşı! E onlar eskiden zengin sayılmaz mıydı? Evet ama Türkiye değişiyor ve onlar da artık orta sınıf...
Ekonomiye ilişkin hangi haberi hazırlarsam hazırlayayım, aynı sonuca varıyorum. Artık sadece işsizler, yoksullar, asgari ücretliler ve emekliler değil, 10.000-12.000 TL maaşı olanlar bile çok zorlanıyor. Öyle ayın sonunu getirmek değil mesele, basbayağı hayatlar kökten değişiyor. Gidilen marketten tutun da, oturulan semte kadar... Bu durumu hep hissediyordum ama bir pazar günü Karaköy’de balık-ekmek kuyruğuna girmiş, hemen hepsi öğretim görevlisi 30’lu yaşlarının başındaki bir arkadaş grubuyla sohbet ettiğimde iyice anladım. Hepsinin maaşı asgari ücretin yaklaşık üç katıydı ama hepsi aynı şeyi söyledi, “Sürekli simit yer olduk. Artık böyle yerlere gelemiyoruz.” Böyle yer dedikleri de, 35 TL’ye balık-ekmek satılan bir sokak tezgâhı, esnaf lokantası bile değil! Bir diğer dertleri, aslında daha büyük bir dertleri ise kiraydı. Şişli’de 7.000 TL’den aşağıya kira olmadığı için arkadaşının evine taşınanı da vardı aralarında, evli ablasının Beylikdüzü’ndeki evine sığınanı da... Zaten biliyoruz ki artık bekarlar, tek başına yaşayanlar daire bakmıyor, kiralık oda peşinde koşuyor, ki o odaların kiraları da 2.500-3.000 TL’den başlıyor!
Benim gözlemim ‘orta sınıfın çöktüğü’ ama bunu bir bilene doğrulatmak istedim. Bilimsel bir temeli olsun ama herkesin anlayacağı şekilde anlatabilsin istedim. Aklıma ilk gelen Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sadi Uzunoğlu oldu. Bloomberg HT’de Zeliha Saraç’la birlikte hazırladığı ‘Aile Ekonomisi’nin sıkı takipçilerinden biri de benim zaten. Prof. Uzunoğlu, tıpkı programındaki gibi herkesin anlayacağı şekilde orta sınıfın neden, nasıl yok olmakta olduğunu ve eğer böyle giderse geleceğin de öyle pek parlak olmadığını anlattı.
Bak işte yollar dolu, bak işte restoranlar dolu diyorlar. Peki sen arabanı çıkarıyor musun? Sen restorana gidiyor musun? Ancak başkası öderse gidiyorsun!..
Ötelenmiş enflasyonun sonuçlarını yaşıyoruz
Hocam, 2001 ve 2008 krizlerini de yaşadık, ama bugünkü gibi etkilenmedik... Onlar krizse bugün yaşadığımız ne? Sürekli artan fiyatlarla mücadele edemez olduk...
Öncelikle şunu bir anlamamız lazım...Türkiye 1973’teki petrol krizinden bu yana enflasyonla mücadele etmeye çalışıyor veya ettiğini düşünüyor. Aslında 2000 yılında esaslı bir enflasyonla mücadele programı yapılmıştı. Ama ne yazık ki Türkiye bu programa adapte olamadığı için 2001 krizini yaşadık. Enflasyon yüzde 88.6 olmuştu… Ama 2001 krizi bir bankacılık kriziydi özünde. Dolayısıyla asıl problem yaşayanlar finans kesiminde çalışanlar oldu.
Ama herkes 2001 krizini hissetti…
Peki hissederken bu kadar mı etkilendi, hayır. Çünkü Türkiye’de şehirleşme oranı o dönemde çok daha düşük düzeydeydi. Hala şehirde yaşayanların tarım kesimiyle bağları kopmamıştı. Birçok aile çoluğuna çocuğuna yardım için köyden yiyecek gönderiyordu. Türkiye bu şekilde 2001 krizini, 2002’de atlattı. Kemal Derviş döneminde yeniden bir yapılanma programıyla kur biraz yükseldi ama ekonomi çok hızlı bir şekilde toparlandı. 2007-2008’de ise bir dünya krizi yaşadık. Bu kriz finansal kesimi değil, bu sefer reel kesimi etkiledi. O dönemde binlerce insanın çalıştığı pek çok fabrika kapandı, binlerce insan işsiz kaldı.
O zaman başbakan olan Erdoğan, "Kriz bize teğet geçti" demişti…
Aslında teğet geçmemişti. Dünya ticaret hacminin çökmesi, ihracatın olmaması, turizm gelirlerinin düşmesi gibi birçok faktör bizi de etkiledi... Şimdi ise 2017’den itibaren tekrar çift haneli enflasyon rakamlarına geçtik. Bu arada 2002’den 2016 sürecine kadar Türkiye’de enflasyonun büyük ölçüde kontrol edilebildiğini gördük. Bunun en önemli nedenlerinden biri, 2002’den itibaren dünyada parasal genişlemenin, ucuz para döneminin başlamasıydı. Dolayısıyla biz de 2002-2016 yılları arasında parasal genişleme dönemi yaşadık. Parasal genişlemenin yarattığı etkiyi, biz ülkemize enflasyon düşüşü ve sermaye girişi olarak aldık. Çünkü dışarıda para bol, ucuz, Türkiye’ye para giriyor, dalgalı kur sisteminde döviz aşağı doğru çekiliyor ve ucuz ithalata başlıyoruz. Böyle yıllarca Çin’den ya da dünyadan aldığımız ucuz ürünlerle enflasyonu kontrol ettik. Ama bu arada ithalata dayalı bir ekonomi haline geldik. İthal girdi oranları çok yükseldi. Yani biz kolay olanı, popülizmi tercih ettik.
Bundan sonra artık orta kesim evinde kadın çalıştıramaz. Kusura bakmayın, bitti o günler! Türkiye dönüşecek, başka yolu yok
Üç harfli marketlerle fiyat kontrolü sağlandı
Nasıl?
Üretim yapıp satmak yerine, “Ucuz parayı alalım rahat edelim” dedik. “Bakın zenginleştik” dedik, her şeyi dolar bazına çevirdiğimizde kişi başına düşen milli gelir 12 bin dolarlara falan geldi. Bu işin birinci kısmıydı. İkinci kısımda ise Türkiye’de market zincirlerin yayılması var. Üç harfli diyebileceğim birkaç market bütün Türkiye sathına yayıldı ve her gün gazetelere ilan verdiler. Pirincin kilosu 2 TL denildi. E bakkalda 3 TL’ye satılıyor. Vatandaş o marketlere gitmeye başladı. Ve ucuz marketler aracılığıyla da biz içeride fiyatları kontrol etmeyi becerdik.
Bu denge neden bozuldu?
Önce Gezi Parkı olayları, arkasından 2015’te gelen darbe girişimi sonrasında biz dünyayla çatışmaya başladık ve problemler ortaya çıkmaya başladı. Yavaş yavaş ekonomiye olan güven azalmaya başladı. 2017’de Londra’daki yatırımcılara “Enflasyonun nedeni faizdir” denilmesi, merkez bankası başkanlarının, TÜİK başkanlarının sıklıkla değiştirilmeye başlanması uluslararası yatırımcıyı tedirgin etti. Zaten şu da konuşuluyordu, yavaşlayan bir dünya ekonomisi var, borç oranları yüksek, merkez bankaları faiz yükseltebilir, bu durumda birtakım problemler yaşanabilir deniliyordu. O dönemde dünyada enflasyon sorunu yok, satılacak malların fiyatlarında bir sorun yok. Çünkü 2008 yılından başlayan Arap baharıyla zaten petrol fiyatları dünya tarafından kontrol altına alınmıştı. Arkasından 2011-2012’de Ukrayna’da ‘Turuncu Devrim’ başladı. Aslında tüm bunlar emtia ve enerji fiyatlarının düşük tutulmasına yönelik atılan adımlardı. Amerika gibi, İngiltere gibi para bazlı ekonomiler, kendi enflasyonlarını yıllarca böyle ucuz ithalatla idare ettiler. Biz de ucuz ithalatla kendimizi rahatlattık.
Köylerde bir cami, bir imam bıraktık ama bir öğretmen bırakamadık!
Kendimizi İngiltere ve Amerika gibi mi gördük yani?
Evet… “Biz de ucuz dolarla her şeyi ithal edelim, niye burada üretelim?” demeye başladık. Ve bu süreçte, dışarıdan sermaye girişi, AVM sisteminin gelişmesi ve özellikle ulaşımın bir şekilde çok hızlanması şehirleşmeyi de inanılmaz artırdı. Ve Türkiye mikro ailelerle karşı karşıya kaldı. 2+1 evler, 1+1 evler insanları şehirlere getirdi. Köy okullarını kapattık, taşımalı sisteme geçtik. Köylerde bir cami, bir imam bıraktık ama bir öğretmen bırakamadık. Oysa devletin en azından köyde kalıp tarımla uğraşan insanların çocuklarını okutacak olanakları sağlaması gerekiyordu.
Örümcek ağı teorisi dediğimiz şey oldu
Dolayısıyla köylerden şehirlere gelen erzaklar gelmez oldu bu krizde?
Evet... Bütün dünyada tarım desteklenir, Fransa’da da böyledir, İsviçre’de de böyledir ama bunun için bir de planınızın olması gerekir. Biz Devlet Planlama Teşkilatı’nı kapattık. Nerede, ne kadar üretim yapıyoruz, neyin, nerede, ne kadar üretilmesi gerekiyor, bunların hepsini piyasaya bıraktık maalesef. Böyle olunca da iktisatta örümcek ağı teorisi dediğimiz şey oldu. Bu sene soğan yüksek, haydi gelecek sene soğan ekelim der köylü, ertesi yıl herkes soğan ektiği için fiyat düşer ve zarar eder. Bu sefer hadi patates ekelim der... Bu dalgalanma içinde üretimi bıraktı köylü, zaten gençler de köyü terk etti, çünkü köyler yaşanabilecek yerler değil, herkes kaloriferli ev istiyor. Ama köye doğalgaz götürmek isteseniz, kamuya maliyeti şehirdekinden çok daha yüksek olacaktı. İşte böylece bu köy ve kent zinciri kırıldı. Gençler köyü terk etti, köyde kalanlar modern üretim yerine geleneksel ürünleri tercih etmeye başladı. “En iyisi buğday ekeyim” dedi. Böylece akşama kadar kahvede oturan, yumurtasını, domatesini, yoğurdunu bakkaldan alan bir köylü modeli çıktı ortaya. Bence şu anda, tam da bu nedenle Türkiye’de bir gıda krizi yaşıyoruz. 20-30 liraya domates, biber yiyoruz.
Sürekli değerli tutulan tl ile bir yere gidemezsiniz
Tek sorun köyle kent arasındaki ilişkinin kopması değil herhalde?
Tabii ki değil... İthalata bağlı üretim yapısı ve faizlerin düşük tutulması nedeniyle kur arttı ve 2017’den itibaren yine çift haneli enflasyon rakamlarıyla karşı karşıya kaldık. Sonra Covid geldi, kapanmaların etkisiyle arz sınırlı kaldı ve fiyatlar yüksek olmaya devam etti. 2017’de ve 2020’de çok büyük krediler verdik, bunların bir bölümü altına ve dövize gitti, tabii bu da döviz talebini artırdı. Yabancılar 2016-2017’den itibaren Türkiye’den çıktı. Bir taraftan sermaye çıkıyor, bir taraftan siz krediyi boca ediyorsunuz içeriye, döviz talebi hızlı bir şekilde artmaya başladı. Sonra Merkez Bankası, “Kurun enflasyon geçişkenliği çok yüksek” dedi. Neden? Çünkü ithalata bağımlı üretim yapısında kur artarsa ne olur? Hızlı bir şekilde fiyatlar artar. Dünyada hammadde fiyatları 2016-2017’den sonra patlamadı ki! Hatta 2020’nin ilk üç ayında hammadde ve enerji fiyatları yerlerde süründü. Talep de yoktu. Herkes kapanmıştı Covid nedeniyle. İşte biz buna rağmen yüksek enflasyonla karşı karşıya kaldıysak, bunun nedeni üretimin ithalata bağımlı olmasıdır. Bu çok önemli bir konu. Çünkü sürekli değerli tutulan TL ile bir yere gidemezsiniz!
Düşük gelirliler artık sadece doymak için yemek yiyor. Yani beslenmek için değil. Bu sebeple de gelecekte çok ciddi sağlık sorunları ortaya çıkacak"
Artık 25 bin TL geliri olan bir aile yoksul bir aile!
Peki hocam enflasyon rakamı TÜİK’e göre yüzde 70, Enflasyon Araştırma Grubu ENAG’a göre yüzde 156... İkisi arasındaki fark çok büyük. Sizin rakamınız ne?
Diyelim ki hesaplama hatası yapıldı, ama ne kadar hesaplama hatası olursa olsun, 100’ün altında bir enflasyonla karşı karşıya kalmamız mümkün değil. Pazara, çarşıya, markete giden, etin, tavuğun, sütün fiyatını bilen, bugün TÜİK’in açıkladığının çok üzerinde bir enflasyon olduğunu bilir. 100’ün üzerinde bir enflasyon olduğu açık. Burada şu önemli, eğer biz enflasyonu doğru ölçemiyorsak, o zaman buna karşı alınacak önlemleri de doğru bir şekilde alamayız. Neden? Sen 70 enflasyon var diyorsun, 70 enflasyona göre ücret düzeltmesi yapıyorsun. Peki Türkiye’de enflasyon yüzde 120 ise, ben yüzde 100 zam almış olsam bile aldığım zam her ay hızla eriyor. Zengin enflasyonu kontrol edebiliyor. Nasıl? Marketini değiştiriyor. Çok pahalı bir market yerine, daha alt bir markete gidiyor ve aynı malı 20-30 lira daha ucuza alabiliyor.
Zengin havyar yiyorsa balığa döner, olur biter
Zenginler bile enflasyondan etkileniyor ve kontrol mü ediyor?
Tabii ki! Ama zenginler her zaman enflasyondan bir şekilde yırtar. Neden yırtar? Çünkü yediği içtiği şeylerin ikamesi mümkündür. Yani havyar yiyorsa, balığa döner. Her hafta Boğaz’a balık yemeye gidiyorsa, kıyıdaki restorana değil de bir üst sokaktakine gider. Ama orta ve düşük gelirli kesimlerin enflasyonu kontrol etme şansları yoktur. Neden? Çünkü zaten en ucuz marketten, en ucuz gıdayı alıyor. O da ne yapar, çeşidini azaltmaya başlar. Bu ise tehlikeli bir süreçtir. Çünkü içeride toplam talebin hızla daralması demektir. Toplam talep daraldıkça sizin büyümeniz riske girer, büyüyemezsiniz. Veya büyürsünüz ama vatandaş bunu hissetmez. Özellikle de mavi yakalılar, hatta beyaz yakalılar...
Niye hissetmezler? Bunların hepsi de ücretli çalışanlar…
Bir rakam vereyim size, Türkiye’de ücretlilerin toplam ülke gelirinden aldığı pay 2019’da yüzde 31.7 iken, 2021’de yüzde 27’ye düşmüş. Ücretlilerin payında yaklaşık 5 puan civarında düşüş var. Ama şirketlerin toplam gelir içinden aldıkları pay yüzde 42.9’dan yüzde 47’ye yükselmiş. Yani ücretlilerin cebinden şirketlerin cebine kaynak aktarılmış.
Bir başka deyişle, yoksulun cebinden zenginin cebine para aktarılmış?
Zaten enflasyon budur. Enflasyon sabit gelirlinin cebinden fiyatı belirleyenin cebine kaynak aktarımıdır. Dolayısıyla enflasyonda kazananlar, fiyat belirleyen tekelci şirketler ile fiyat artışlarıyla birlikte bu şirketlerin yükselen ciroları üzerinden aldığı KDV, ÖTV ve doğrudan vergilerle gelirlerini artıran devlettir. Kaybeden ise geniş, sabit gelirli kesimlerdir. Yani mavi ve beyaz yakalı çalışanlardır… Aslında bizim beyaz yakalıları da üçe ayırmamız gerekiyor. Bu beyaz yakalılara orta kesim diyelim isterseniz, onları ‘orta alt’, ‘orta’ ve ‘orta üst’ diye ayırmamız lazım.
Kimler var bu gruplarda?
Orta altta, küçük iş yeri, ofis ve market çalışanları, tezgâhtarlar, güvenlik görevlileri var… Motosikletle getir götür işi yapanlar da bu grupta. Orta grupta, biraz daha şef, yönetici olmuş çalışanlar, mesela banka memurları var. Bir de üst düzey var. Hatta üst düzeyi de kendi içinde ayırabiliriz. Zira bir orta düzey yöneticiler var, bir de genel müdür ve CEO tarzı çok üst düzey yöneticiler... Evet, ücretlilerin toplam ülke gelirinden aldığı pay yüzde 27 gibi görünüyor ama bu CEO’ların, genel müdürlerin ücretleri ve aldıkları primler de var bu payın içinde.
Yani bunlar ortalamayı yükseltiyor?
Evet. İşte bu beyaz yakalıların içinde ancak yüzde 1’lik diyebileceğimiz bir grup belki enflasyona karşı kendisini koruyabiliyor. Ama maalesef onun altındaki gruplar, mesela profesörler, satın alma gücünü korumada inanılmaz bir şekilde zorlanmaya başlıyor. Aslında doktorlar diyoruz ya, 100 doktordan 5’i gerçekten çok iyi para kazanıyor, muayenehaneleri var ya da özel bir hastanede çalışıyorlar. Üniversitede çalışan doktorların yüzde 75’i içeride hizmet veriyor. Ekstra akşamları kalıp hasta bakıyorlar ve döner sermayeden de para alıyorlar ama bu şekilde gelirlerini 20-25 bin lira yapsalar bile bir şey ifade etmiyor.
Neden?
Çünkü gelir eşitsizliği, gelirin düşük kalması, satın alma gücünün düşmesi beşeri gelişimi de engelliyor. Eğitimde fırsat eşitliğini tamamen ortadan kaldırıyor. Bugün siz çocuğunuzu yabancı dil öğrensin diye özel bir okula gönderdiğiniz zaman, yıllık ücretler 50-60 bin liradan başlıyor. Bunun kitabı var, servisi var, yemeği var… Demek ki aylık en az 7-8 bin lira çocuğuma para ayırmak zorundayım. E iki çocuğum varsa 15-20 bin lira… Baba doktor, anne doktor bile olsa yetişmesi mümkün değil. Ne yapıyorlar? Onlar da, üç harfli o ucuz marketlere gitmeye başlıyorlar. 20-25 bin lira kazanıyor olmalarına rağmen...
İnsanlar üretim yapmayı yeniden keşfedecek
Hayatında hiç pazara gitmemiş insanlar pazara gidiyor artık…
Tabii gidecekler. Herkes bunu yapıyor şu anda. Bakın, belli bir kesim çok zor koşullarda yaşadığı için ikinci bir iş yapmaya çalışıyor. Kadın çalışmıyorsa, temizliğe gidiyor, çocuk bakıyor. Ama o talep de azaldı. Herkes çocuğuna kendi bakıp, temizliğini kendi yapmaya çalışıyor. Bundan sonra orta kesim evinde kadın çalıştıramaz. Kusura bakmayın, bitti o günler, Türkiye dönüşecek, başka yolu yok. Herkes şunu görecek, bu hesapsız, gereksiz, mirasyedi gibi harcamaların sonu geldi.
Peki ya alt gelir grubunun durumu ne olacak?
Maalesef artık sadece doyma üzerine dönmeye başladı sistem. Bu da önümüzdeki dönem hastalıkların, obezitenin çok hızlı bir şekilde artması demektir. Neyle beslenecek insanlar? Bir kilo kıyma 130 TL! Allah aşkına 130 TL’yi kaç kişi verebilir? Ama emin olun bu durum insanların beslenme alışkanlıklarını tamamen değiştirecek.
Nasıl olacak bu?
İnsanlar üretim yapmayı tekrar keşfedecekler. Köylerle bağlarını koparmayacaklar. Bahçelerine domateslerini, biberlerini ekecekler. Bir tutam maydanoza 5 TL vermeyecekler. Bizim kendi gıdamızı üretmemiz lazım. Bir karış toprağımız bile boş kalmamalı... Gıda stratejik bir sektör artık. Küresel iklim koşulları değişiyor. Pandemide neler olabileceğini gördük. O zaman bizim şehirlerimizin 6’da 1’ini gıda güvenliği açısından mutlaka tarım alanı olarak ayırmamız lazım. Gidin Fransa’ya, Paris’e, böyledir. Bu, çok önemli bir konu. Sürekli olarak Uzak Doğu’dan ucuz ürün taşınmaz. Antalya’dan da taşınmaz... Çünkü sen domatesi Antalya’dan taşıyorsun, sallan sallan, zaten yüzde 20-25’i yolda telef oluyor İstanbul’a gelene kadar. Bir de içeride serpme mal satıyorsun, millet mıncıklayarak alıyor. Üçte biri de oradan fire veriyor. Domatesin yarısını böyle kaybediyoruz. Marketin maliyeti falan derken biz 5 liralık domatesi burada 20-30 liraya yiyoruz.
Çocuğunu okutan insanların ev alması artık zor
Daha doğrusu bu paraları verip de yiyemiyoruz...
Bu dönemde herkes satın alma gücünü çok ciddi oranda yitiriyor tabii. Şu da var, orta kesim tasarruflarını harcamaya başladı. Bu önümüzdeki günlerde bizim için çok büyük tehdit olacak. Üretimin karşısında sağlam bir toplam talep göremeyeceğiz. Tam tersine talep kıyımı yaşayacağız. Herkes borçlanmış durumda. Türkiye’de borçluluk oranı, konut hariç, çünkü konut tasarruftur, yüzde 67-70. Eğer 100 kişiden 70’i borçluysa, bu demektir ki yaşamını, ailesini bir şekilde hâlâ borçla, krediyle çevirmeye çalışıyor. Gençler ayrı eve çıkamıyor, kiralar ortada. Artık bir genç hayatı boyunca çalışırsa, İstanbul’da ancak 1+1 ev alabilecek. O da belki. Çocuğunu okutursa alamaz. Dolayısıyla orta kesim dediğiniz kesimin artık yeniden tanımlanması lazım.
Hangi gelir düzeyindekilere biz orta sınıf diyeceğiz o zaman?
Bence artık 25 bin lira geliri olan dört kişilik bir ailenin orta sınıf olarak adlandırılması çok da doğru bir yaklaşım değil. Bu rakamın daha yüksek seviyelere çekilmesi lazım. Yani en az 40-50 bin lira girecek ki bir eve, ‘orta sınıf’ diyebilelim. Bu da şu anda üst düzey yöneticilerin aldığı maaştır.
Yani üst düzey yöneticiler de orta sınıf oluyor artık?
Evet... Yüksek enflasyonda orta sınıfın satın alma gücü erir gider. Şöyle bir piramit düşünün, altı çok geniş, tepede çok az kişi var. İşte yüksek enflasyonda böyle bir piramide döneriz.
Peki yoksul kesim ne olacak hocam? Tekstil sektöründe günde 10-11 saat asgari ücretin neredeyse yarısına, 2 bin 750 TL’ye çalışan on binlerce insan var…
Bu düşük ücrette işçi çalıştırmanın bizim rekabet gücümüzü artırdığını düşünüyoruz ama maalesef Türkiye’nin beşeri sermayesini, gelecek sermayesini ortadan kaldırıyoruz. Çünkü bu insanlar eğitim olanaklarına ulaşamıyor. Devlet, “Senin çocuğun bu okula gidecek” diyor, sen çocuğunu o okula gönderiyorsun. Çocuk orada yarım yamalak bir eğitim alıyor ve doğru düzgün bir hayat sürme şansı da kalmıyor. İşte o zaman ona buna biat eden, “Bir gruba ait olayım da ne olursa olsun” diyen bir toplum yapısı ortaya çıkıyor. Özgür birey falan yetişmiyor maalesef.
Bunun adı fakirleşerek büyüme
Böyle giderse sadece zenginler ve yoksullar mı olacak?
Maalesef eğitim konusu düzgün oturmadığı için, biz doymakla beslenmek arasındaki ilişkiyi kuramadığımız için bazıları “Karnımız tok” diyerek bu dönemi çeşitliliği azaltarak atlatmaya çalışıyor. Ama iç talepte inanılmaz bir daralma var. Bir tavuk 70 TL! Dar gelirli nasıl alsın? Biz ölçeğimizi de kaybediyoruz. Her şeyimizi kaybediyoruz. Süt verecek hayvanları kestik. Sütün kilosu 20 TL’den başlıyor. Bir anne çocuğuna nasıl süt içirecek? Orta gelirliler bile bir restorana gidemez oldu.
Bazıları “Tüm restoranlar dolu, kriz falan yok” diyor ama...
Tamam da… Bir kere, içeride çoğunlukla turistler var, bir de bu ülkede servet dağılımı bozuk. Türkiye’nin yüzde 10’u İsviçre düzeyinde gelire sahip, gayet güzel bir şekilde yaşıyor. Türkiye 90 milyonluk bir ülke desek, 9 milyon insan yapar. Bu 9 milyon insan haftada bir restorana gitse zaten dolar oralar. Onun için bak işte restoranlar dolu, bak işte yollar dolu demek doğru değil. Peki sen arabanı çıkarıyor musun? Sen restorana gidiyor musun? Ancak başkası öderse gidiyorsun!..
Öyleyse hocam, en başta sorduğum soruya dönebilir miyiz? 2001 ve 2008 krizlerini de yaşadık, onlar krizse bugün yaşadığımız ne?
Bu, fakirleşen büyüme. Yani ekonomi rakamsal olarak büyüyor ama bu büyümeden geniş kesimlerin aldığı pay giderek düşüyor.
Asgari ücret en az 6.000 TL olmalı!
Siz hep ücret düzeltmesi yapılmalı diyorsunuz. Asgari ücret ne kadar olmalı o zaman?
En azından açlık sınırına getirmemiz lazım. Ama asgari ücreti doğru belirleyebilmemiz için önce enflasyonu doğru belirleyebilmemiz lazım. Eğer enflasyonu doğru belirleyemiyorsanız asgari ücreti neye göre belirleyeceksiniz? O zaman güveneceğimiz rakam, TÜRK-İŞ’in yaptığı açlık sınırı çalışmasıdır. Bir ailede iki kişinin çalıştığını varsayarak, 12 bin liralara geldi açlık sınırı. Adam başı eve 6 bin lira girmesi lazım ki insanlar aç kalmasın, beslensin, bir de sağlık harcaması çıkmasın başımıza.
Biz Sünni toplumuz, isyan olmaz ama…
Fiyatlar böyle artmaya devam ederse ne olur?
Ne olacak, kimse restoranlara gidemeyecek, restoranlarda daha az işçi çalıştırılacak. Şu anda ucuz diye daha çok Suriyelileri çalıştırıyorlar. Ama onları da çalıştıramaz hale gelecekler. Gittiğim bir kebapçı var, hep dolu olurdu, bugün öğlen sadece iki masa doluydu. Artık sadece akşamları Araplar ve zengin kesim geliyor. Ekonomi böyle dönmez ki! Ben çekilirsem, sen çekilirsen, restoranlarda çalışan çocuklar nasıl geçinecek? Bu çocuklar yarın öbür gün işsiz kaldığında ne olacak? Biz Sünni toplumuz, isyan falan olmaz ama hırsızlık, ahlaksızlık, fuhuş, sosyal huzursuzluk her şey üst üste gelecek.
Enflasyonun sadece yüzde 20’si yurt dışı kaynaklı geri kalan bizim hatalarımızdan!
Peki bu resmi olarak açıklanan yüzde 70 enflasyonun ne kadarı yurt dışından kaynaklanıyor? Çünkü dünyada da hammadde ve enerji fiyatları yükseldi…
Rusya-Ukrayna Savaşı hem gıda fiyatlarını hem enerji fiyatlarını etkiliyor. Ama dışarıdan ithal ettiğimiz enflasyon, bu 70 puanın 20 puanıdır, 50 puanı bizden kaynaklanıyor. Yani bizim hatalı politikalarımızdan, faiz takıntımızdan, Merkez Bankası’na kurum olarak güvenin kalmamasından, aynı şekilde TÜİK’in güvenilirliğinin sorgulanmasından kaynaklanıyor.