Açın halinden tokun anlaması içindir diye biliriz Ramazan’ı. Aynı zamanda nefsin terbiyesidir de... İftar sofraları ise akrabanın, dostun, mahallelinin birlik beraberliğinin bir vesilesidir. Belki klasik bir laf olacak ama ‘eski Ramazanlar artık yok.’ O eksikliği gidermek için kurulan iftar çadırları ise pandeminin kurbanı oldu. İki yıl boyunca hiç kurulmadı, bu yıl ise birkaç tane var. Onlardan biri de Güngören’de…
Annelerin ve çocukların çadırı
Ramazan’ın ikinci gününde, orucumu iftar çadırında açayım, biraz da gelenlerle sohbet edeyim istedim. Güngören’deki Aliya İzzetbegoviç Parkı’na gittim. Park büyük, çadır da büyük… Gitmeden önce bin kişilik olduğunu okumuştum, ama aynı anda 600 kişiye yemek verilebiliyormuş. Sebebi çadırın içine bir sahnenin kurulmuş olması, zira Ramazan eğlencesi de var. Mesela bugün iftardan hemen sonra çocuklar için Hacivat-Karagöz oyunu, teravih namazından sonra ise büyükler için Prof. Nurullah Genç’le sohbet var…
Parka bir saat öncesinden gittim kuyruktakilerle sohbet için… Fotoğrafçı arkadaşımla birbirimizi tam bulmuştuk ki, çadırın kapısı açıldı. Bir uğultu ve köşe kapmacayla birkaç dakika sürmedi masalara oturması 600 kişinin. Büyük çoğunluk kadınlar ve çocuklardı…
“Biz bir hobi olarak geldik çadıra!”
Saatime baktım daha 45 dakika var top atılmasına… Kuyruktakilerin neredeyse yarısı açıkta! Ben de dışarıda kalanlardanım tabii... “Ne kadar zamandır bekliyorsunuz?” diye sordum kalabalık bir gruba, 1 saattir bekliyorlarmış. Grup şöyle, üç annenin ellerinden tutan dört çocuk ve pusetlerde de iki bebek. Toplam dokuz kişiler… İki çocuk annesi 29 yaşındaki Çağla Sevim, “Biz iftar çadırlarını seviyoruz. Bir hobi olarak geldik” diye girdi söze. Gerçekten de giyim kuşamlarından orta gelir grubundan oldukları belli. “Hiç hayat pahalılığıyla ilgisi yok mu yani? Domatesin kilosu olmuş 30 lira…” diyecek oldum, “Yok vallahi. Ben de çalışıyorum, eşim de… İdare ediyoruz. Çocukları getirdik Hacivat-Karagöz’ü izlesinler diye, ama dışarıda kaldık” diyor Çağla Hanım. Ben bir şansımı deneyip görevliye rica ediyorum, “Hanımların bebekleri var, bir yer bulamaz mısınız?” diye. Kırmıyor görevli, içeri girip bakıyoruz yer yok. Çağla Hanım, “Neyse canım, biz de dışarıdaki masalarda oturur yeriz” diyor. Başka bir görevli atlıyor, “Dışarıda organizasyonumuz yok!”
11 aylık bebeğiyle gelen Melis Ercan, “Olur mu öyle şey, mutlaka dışarıda kalanlara da yemek dağıtılır. Bekleyelim, parkta açalım orucumuzu” diyor. Arkadaşları Duygu Kopar da beklemek taraftarı. Karar verildi, bekleyecekler.
Bu arada çadırın kapısı kapatılıyor. İçeri kimseyi almıyorlar artık. Durumu görenlerin bir bölümü arkadaki kapının önünde toplanıyor. Bir bölümü parktaki masalara, banklara dağılıp beklemeye başlıyor. Çoğunluk ise hayal kırıklığı içinde, eve koşturuyor ki, iftara yetişebilsin.
“Aklımız evdeki sarmadaydı zaten”
Eve koşturanlar arasında güler yüzlü bir üçlü gözüme çarpıyor. Biri çarşaflı, biri tesettürlü iki genç hanım, yanlarında ise 11 yaşında bir kız çocuğu var. “Eve mi dönüyorsunuz?” diye soruyorum. 36 yaşındaki Ebru Acar, “Ömrü hayatımda ilk kez bir yere gitmek istedim, o da nasip olmadı. Ne yapalım Allah büyüktür!” diyor biraz buruk. Yanındaki yaşıtı Emine Gökçe’ye dönüyorum, “Vallahi yokluktan değil. Bir Ramazan çadırı görelim dedik. Bin kişilik diye duyduk, rahat rahat yer buluruz diye düşündük. Ne olurdu ki dışarıya da yemek verselerdi, şu parkta oturur açardık orucumuzu” diyor. Emine’nin yeğeni 11 yaşındaki Esra Gökçe de oruçlu… Emine Hanım yeğenine bakıp devam ediyor: “Zaten Esra’nın aklı evde annesinin yaptığı sarmalarda kalmıştı. Ne yapalım nasip değilmiş! Yine de bu çadırı kuranlardan Allah razı olsun…”
İftara 39 dakika kala çorba servisi!
Bir dönüyorum çadıra doğru, o da ne? Çorbaları dağıtıyorlar, saatime bakıyorum, ben mi şaşırdım acaba? Yok, daha 39 dakika var iftara… Karton kaselerde, üstü streç filmle kapatılmış. Yine poşetli ufak pidelerle birlikte… Hijyenik olmasına hijyenik de, o çorbanın buz gibi olacağı kesin.
O sırada yine açıkta kalan bir hanım söylene söylene evin yolunu tutuyor, “Git şimdi bir de iftar hazırla evde. Bu saatte ne hazırlayıp, ne koyacağım sofraya?”
Hepsi 16 yaşında üç arkadaş, birlikte oruç açmak istemişler. Hazır pazar günü, tatil ya... Ege Yılmaz’a “Kaçıncı sınıfa gidiyorsunuz?” diye soruyorum, cevabı ülkemizin acı tablolarından birini ortaya koyuyor, “Aslında 9’a gitmem lazım. Ama ailevi sebeplerle kaydımı yaptıramadım” diyor ve devam ediyor: “Üç yaşımda babam öldü. Ben babamın teyzesinin yanında kalıyorum, amcamlarla birlikte… Spor hocamın tekstil atölyesi var, şimdi onun yanında çalışıyorum…” Aylık kazancı 2 bin 750 liraymış. Sabah 8’den akşam 7’ye kadar ortacılık yapıyor atölyede… Dikilen tişörtlerin üzerinde kalan iplikleri küçük çıtçıt makasla topluyor Ege… Ve her cümlesini “Allah’a çok şükür, hocam sayesinde işsiz kalmadım” diye bitiriyor.
“Nefsimizi böyle mi terbiye edeceğiz?”
Herkes böyle şükretmiyor ama… Bir anda ne olduğumuzu anlamadan bir kutu ayran çadırın tentesinde patlıyor, üstümüz başımız ayran oluyor. En çok da bu üç delikanlının ve gri takım elbiseli bir beyin üstü başı… O bey çok sinirleniyor ama üstü başı için değil, “Cennet nimeti atılır mı böyle? Nefsimizi böyle mi terbiye edeceğiz?” diye söyleniyor. Ben herkese kağıt mendil dağıtıyorum, temizleniyoruz. Bu arada bakıyorum, 9’uncu sınıfa giden Muhammed Denizhan’ın biraz beti benzi atmış, “Oruç seni etkilemiş sanırım” diyorum, öyleymiş. Ardından “Sizin evde durumlar nasıl bu aralar?” diye soruyorum. “Babam fırında işçi, üç kardeşiz, yani toplam beş nüfusuz. Ben de hafta sonları kuzenlerimin tekstil atölyesinde çalışıyorum. 100-150 lira alıyorum. Mesaiye kalırsam 200 lira veriyorlar. Sağ olsunlar kıyak geçiyorlar bana” diyor. O zaman anlıyorum ki oruçlu oruçlu çalışmış, işten gelmiş Muhammed…
Diğer delikanlıya, Berke Kaptan Yılmaz’a dönüyorum. 10’uncu sınıfa gidiyormuş. Babası marangoz, onun da iki kardeşi var. Yani evin nüfusu 5. “Ramazan’da her şekilde kuruluyor sofra ama artık biraz daha zor kuruluyor” diyor. Ege giriyor araya, “Abla biz gitsek olur mu? Birazdan ezan okunacak. İftara yetişelim” diye izin istiyor. Vedalaşıyoruz.
“Hakkımı helal etmiyorum size!”
İftar çadırında dua başlıyor. Tam o sırada dışarıda kalan bir kadıncağız, çadırın penceresinden içeriye bağırıyor, “Hakkımı helal etmiyorum size… Bu kadar insanı çağırıyorsunuz, içeride yer yok, dışarıya da yemek vermiyorsunuz. Bu ne biçim iş?” Hızını alamıyor devam ediyor: “Buraya insanlar keyfinden gelmiyor ki kardeşim! Millet açlıktan kırılıyor. Evimize ekmek alacak paramız yok. Bir saattir bekliyoruz. Ayıptır ya, bu kadar bekledikten sonra, ‘Dışarıya yemek yok’ ne demek? O zaman bu kadar insanı niye çağırıyorsunuz, elaleme gösteriş yapmak için mi?”
“Bir pide bile alamıyorum!..”
Sakinleştirmeye çalışıyorum 37 yaşındaki Mardinli Sabiha Tülay’ı ama zor… Parktaki yuvarlak tahta masalardan birinde arkadaşı ve çocuklar bekliyormuş. Yanlarına gidip biz de oturuyoruz. Sabiha Hanım hem sinirli hem üzgün, “İki çocuğum var, eşim engelli, çalışamıyor. 1.250 lira ev kirası veriyoruz. Elimize geçen sadece 850 lira engelli maaşı, o da 650 liraydı, bu ay 850 lira oldu… Evlere temizliğe gidiyorum, günde 150-160 lira kazanıyorum. Sabah 8’den akşama kadar çalışıyorum, bir teneke yağ alamıyorum. En ucuzu 190 lira… Ya arkadaş ben anlamıyorum, oruç tutuyorum ve bir pide bile alamıyorum. Bir pide 6 lira!” diye sıralıyor dertlerini.
“Keşke gavurların ülkesinde doğsaydım!”
Arkadaşı, üç çocuk annesi, 37 yaşındaki Diyarbakırlı Sema Ay alıyor sözü: “Biz ortalamaya göre iyi durumda sayılırız. Eşim 5 bin liranın üzerinde kazanıyor. Ama evimizin kirası 1.800 lira… Üç çocuğum da okuyor ve yetmiyor. Bu sıkıntılardan dolayı insanlar yuvalarını yıkıyor. Ablam da böyle boşandı, aldı iki çocuğunu bana geldi. Ne yapayım? Kapıyı mı kapatayım? Şimdi hep beraber geçinmeye çalışıyoruz evde… Aylardır kasabın yüzünü gördüğümüz yok!” Araya giriyorum, “Peki ya çocuklar bir şey istediğinde nasıl idare ediyorsunuz?” “Ne yapalım, tamam yarın alırız deyip geçiştiriyoruz. Durumumuz ölüden beter. Biz yaşayan ölüleriz. Ölsem nedir, yaşasam nedir? Kimseden korkum yok, ne yapabilirler ki ölüye? Markete gidince de ağzıma ne gelirse sayıyorum. Çocukların karnını unlu yemeklerle öyle ya da böyle doyuruyorum ama bir kıyafettir, bir ayakkabıdır alamıyorum” diyor ve çakmak çakmak gözleriyle yüzüme bakıp soruyor: “Bu bizim en doğal hakkımız değil midir? Ben normalde böyle çadırlara gelmem, evde kuru ekmeğimi yerim, orucumu bozarım, tenezzül de etmem. Ama ne yaparsın, çocuklar için geldim. Bizler insan gibi yaşamıyoruz artık. Kimse ‘Ben halimden memnunum’ demesin. Ben halimden memnun değilim. Keşke bu ülkede değil, gavurların ülkesinde dünyaya gelseydim.”
Ezana çok az kaldı. Saate bakıyorlar, yanlarında beş çocukla birlikte eve doğru hızlı hızlı yürümeye başlıyorlar ki, Sabiha Hanım dönüyor çadıra doğru ve yine bağırıyor, “Hakkımı size helal etmiyorum!”
Bir yudum suyla yapıyoruz iftarı
Onlar parktan çıkamadan ezan okunmaya başlıyor. Parkta hala bekleyen bayağı bir insan var. Çadırın arka tarafdaki kapısında ise 50-60 kişilik çoğu erkek bir grup içeri girmek için sessizce bekliyor. Görevliler onlara su dağıtıyor ama su da herkese yetmiyor. Ben de bir yudum suyla açıyorum orucumu. Bu arada bir hanımla konuşuyorum, yanında iki çocuğu var. 47 yaşındaki Sibel Konar, 10 yaşındaki kızı Feriha ve 7 yaşındaki Mehmet Fatih ile gelmiş iftara.
“Eskisi gibi iftar sofrası kurabiliyor musunuz?” sorusuyla giriyorum sohbete, “Eskiye nazaran çok kısıtlıyoruz. Çocuklarıma ekmeğin üzerine sürmek için kavanozda çikolata alıyordum mesela, çok severler ama artık alamıyorum” diyor. Eşi elektrikçiymiş ama şu aralar işsiz. Sosyal yardımlarla bir şekilde geçinmeye çalışıyorlar. Tam o sırada kapıdaki görevlilere gidip rica ediyorum, “Ne olur şu hanımı ve çocuklarını içeri alın” diyorum, önce biri dikleniyor, “Hangi birini alalım! Dolu işte” diyor. Diğeri araya girip, “Tamam kardeşim” diyor, hem Sibel Hanım’ı ve çocuklarını hem de bir başka hanım ve çocuklarını alıyor içeri. Ama o kadar… Hala kapıda en az 50 kişi var…
Kavga çıktı, bize patladı!
Tasavvuf müziği parka doğru yayılıyor çadırdan. Tam o sırada kapı açılıyor ve açılır açılmaz da bir kavga patlak veriyor. Kabak bizim fotoğrafçı arkadaşa patlıyor, görevlinin biri “Çekmeyin kardeşim. Silin onları” diye bağırıyor. Biz itiraz ediyoruz, kimliklerimizi gösteriyoruz, izin aldığımızı söylüyoruz. Ve itiş kakış giriyoruz çadıra. O da ne? Çadır neredeyse bomboş. O aç insanları bekletip içeri almamışlar! Sinirden patlayacağım! Neyse ki içeri girenlere tabildotları vermeye başlıyorlar da ben de bir kavga çıkartmıyorum! İçeri girebilenler karnını doyuruyor. İftar olalı yarım saat geçti ama yine de aç dönmeyecekler.
“Teşekkür ederiz yemek çok güzeldi”
Bir hanım ve dokuz çocuktan oluşan bir masaya oturuyorum. “Yemekler nasıldı?” diye soruyorum. Kamile Karataş, “Bir saat bekledik. Önce ‘Gidin. Yemek dağıtmayacağız, içerisi doldu’ dediler. Ama ta Esenler’den geldik. 28 lira dolmuş parası vermiştim, dönüşte de bir o kadar vereceğim. Bir umut bekleyelim dedim. Oluyor böyle bazen. Yine de çok teşekkür ederiz Güngören Belediyesi’ne. Yemek çok güzeldi” diyor. Kamile Hanım dört çocuğu, kuzenleri ve yeğenlerini alıp gelmiş Esenler’den. “Eşiniz ne iş yapıyor?” diye soruyorum, “Sorma yıllardır işsizdi, şimdi CHP’ye girdi” deyip gülüyor. Nasıl? CHP’de işe girmek nedir? Meğer İBB’yi diyormuş. 11 ay önce Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nde iş bulmuş. “Zor geçiniyoruz ama buna da şükür” diyor ve benimle konuşurken bir yandan da beş yaşındaki oğlu Yusuf’a yemek yedirmeye çalışıyor. Kızı Helin annesini dürtüyor, böyle ulu orta babasının anlatılmasını istemiyor. Gülüşüyoruz, “Helin babacı anlaşıldı” diyorum.
“Patates 7.5 TL, ona param kalmadı”
Sonra soruyorum, “Dün evde iftar sofranızda neler vardı?” diye… Kamile Hanım, “Eti unuttuk çoktan… 150 liradan eti kim bulmuş da koyacak sofrasına? Bir tavuk aldım 40 liraya, 1.5 kilo bile değil… Bizim çocukların hepsi de büyüme çağında… Yusuf hariç hepsi de oruç tutuyor. Önce çocuklar yesin diye bekledik. Kalanla da biz karnımızı doyurmaya çalıştık” diyor. “Bolca patates katmışsınızdır herhalde” diyorum ve cevabımı alıyorum: “Vallahi patatesin kilosu 7.5 liraydı, alamadım!” “Bir tabildot daha alayım mı size?” diye soruyorum kızı Helin’e, sofrada bir lokma bile kalmadığını görünce… Helin sormuş zaten, “Kalmadı” demişler.
Çadırın iftar menüsünü söyleyeyim. Hurma, mercimek çorbası, tas kebabı, pilav, sütlaç… Eskisi gibi değil artık porsiyonlar, bir avuç et, bir avuç pilav, karton kasede çorba, küçük boy bir sütlaç… Bir de poşette küçük bir sandviç pide… Karın doyurur mu, hayır, destek olur mu bu yoksullukta, evet, hele ki insanlar eti unutalı bayağı bir zaman olduysa!
8 yaşındaki Egehan’ın hayali sade makarna
Üç çocuk ve bir anne, şaşkın çadırın önünde bekliyorlar. “Hayrola?” diye giriyorum sohbete, “Ya hepimiz oruçluyuz. Ben çocuklar için gelmiştim, eğlence de olacaktı. Ne yapalım artık, eve döneceğiz. Yine de Allah herkesten razı olsun” diyor 44 yaşındaki Ünsal Çetin. Ben hepsinin oruçlu olmasına takıldım. Zira 13 yaşındaki Kerem Efe ve 11 yaşındaki Elanur gibi, 8 yaşındaki Egehan da oruçluymuş… Bakıyorum, yüzü kireç gibi bembeyaz… “Ama nasıl olur? Bu yaşta nasıl tutar?” diye soruyorum. “O kendi istiyor oruç tutmak. Geçen yıl da tuttu, zorlanmıyor, dayanıyor” diyor Ünsal Hanım. Yani 7 yaşında da tutmuş tüm ramazan boyunca oruç. En az 15 saat aç, susuz kalarak… Bu minicik vücut dayanır mı buna? “Hocalara, doktorlara danıştınız mı? Okulda zorlanmıyor mu peki?” diye soruyorum bu kez. Yok, kimseye danışmamışlar. Neyse ki öğlenciymiş okulda, biraz içime su serpiliyor. “Şu anda canın en çok ne yemek istiyor?” diye soruyorum Egehan’a dönüp. Cevabı “Makarna”, peki nasıl makarna, “Sade makarna”… Hayali makarna, aklı çadırda… Gülümsüyor Egehan…
Kişi başı 1.250 TL ödenen beş yıldızlı otelde yer yok!
Ramazan’ın üçüncü günü… Bu kez muhteşem Boğaz manzaralı, beş yıldızlı bir otelde iftardayım. Çorbanın dumanı tütüyor, nefis mi nefis. Antrikot pastırmadan Medine hurmasına soframızdaki iftariyelikler bile o çadırda bir aileyi doyuracak kadar. Açık büfeye gelince, o parkta dışarıda kalan kim varsa doyardı! Biz taş çatlasın 50 kişiydik oysa ki...
Aslında benim çok niyetim yoktu ama her yıl olduğu gibi bu yıl da Ramazan gelmeden şaşaalı iftar sofraları gazetelerde haber olmaya başladı. Geçmiş yıllardan, lüks otellerdeki o abartılı görüntüler hepimizin aklında. Upuzun bir menü, sofrada kuşkonmaz çorbasından bonfileye, kuzu tandırdan altın varaklı sufleye yok yok… Tabii menü ne kadar uzun ve ihtişamlıysa öyle de bir fiyat…
Bu seneki fiyatlarla başlayalım. İstanbul’un en pahalı ve popüler otellerinden Zorlu Center’ın içindeki Raffles Hotel’de iftar mönüsü kişi başı 950 TL, Four Seasons Bosphorus’ta 720 TL, Çırağan Palace Kempinski’de 1.250 TL, Shangri-La Bosphorus’ta ise 800 TL.
İşim bu, bir kıyaslama yapmam gerek. İstemeye istemeye de olsa, menülere baktım ve en görkemlesini, en pahalısını seçtim. Hemen Çırağan Palace’ı aradım ve o akşam için iki kişilik rezervasyon yaptırmak istediğimi söyledim. Ama yer yoktu. “Tamam, yarın için olsun o zaman” dedim, telefondaki görevli hanıma. “Yarın için de, sonraki gün için de yerimiz yok maalesef. Benim size önerim en az 2-3 gün önceden aramanız” dedi. Yanlış mı duydum acaba diye bir an duraksadım, sonra restoranın kaç kişilik olduğunu sordum. 80 kişilikmiş. Kişi başı 1.250 TL ödenen 80 kişilik Tuğra Restoran’da tek kişilik bile yer yoktu… “Gelenler çoğunlukla Türkler mi, yoksa turistler mi” diye sordum bu kez, ama tam bir yanıt alamadım. Her iki gruptan da varmış…
Bu kez Shangri-La’da karar kıldım. Shangri-La dediğiniz, ben yaştakilerin hatırlayacağı Beşiktaş İskelesi’ne giden yoldaki eski Tütün Deposu’nun yerine yapılmış, muazzam bir Boğaz manzarası olan lüks mü lüks bir otel. Yıllardır orada ama ben ilk kez giriyorum kapısından.
İftara 15-20 dakika kala fotoğrafçı arkadaşımla buluşuyoruz. Güler yüzlü genç bir hanım karşılıyor bizi. Restorana kadar eşlik ediyor. Bir başka görevli, bu kez bir bey bizi alıp masamıza kadar eşlik ediyor.
Yemek salonunda bir sahne ve sahnede canlı müzik yapan ikisi hanım, üç kişilik bir topluluk, “Katibime kolalı da mendil ne güzel yaraşır” sözleri geliyor kulağıma… Sahnenin tam karısında, açık büfe… Masaya oturuyoruz.
En irisinden bir tabak Medine hurması geliyor
Oturur oturmaz, iftarlıklar dizilmeye başlıyor masaya. Bir tabakta Medine hurmaları, irisinden. Kuru kayısı, kuru incir, fındık, ceviz… Diğer iki tabakta kaymak, bal… Peynir ve zeytin tabakları, salatalık, domates, yeşillikler… Bir pastırma geliyor ki, görebileceğiniz en iri antrikottan, yanında dilimlenmiş sucuk… Servis biterken, “Hangi çorbayı tercih edersiniz? Yayla mı, mercimek mi?” diye soruyor masamızla ilgilenen genç garsonumuz. İkimiz de mercimek çorbası istiyoruz.
Ben etrafı izliyorum, o sırada ezan okunuyor. Ezan okunur okunmaz, dumanı tüten çorbaları bırakıyorlar masamıza, bir sepet pideyle birlikte. Hiç abartmıyorum, bugüne kadar içtiğim en lezzetli mercimek çorbası. Ben pideyle kasenin dibini sıyırırken, garson yanımda bitiyor, “Biraz daha ister misiniz?” diye soruyor. Teşekkür ediyorum, peynir tabağına dönüyorum. Biraz peynir ve zeytin atıştırıyorum. E tıkandım! Oruç bozunca böyle oluyor, insan istese de çok yiyemiyor. Ama bol bol çay içiyorum.
Arap gençler 800 liranın acısını çıkarmaya yeminli!
Biz iftar açarken boş masalar da doluyor. Bu arada karşımızdaki dört kişilik masaya turist bir çift geliyor ki, sanırsınız Hollywood filmlerinden fırlamışlar! Erkek İtalyan aktörleri anımsatıyor, çok yakışıklı ve şık. Kadın sarışın, siyah bir ipek elbise giymiş, ayağında yüksek topuklu taşlı açık ayakkabılar var… İnanılmaz güzel.
Bir başka masaya beş genç Arap geliyor. Doğrudan açık büfeye geçip tabakları lebalep doldurup masaya taşıyorlar. Bunlar 800 liranın acısını çıkarmaya yeminli belli!
Litvanyalı turist çiftin iftara saygısı…
Bir masada turist bir çift var, sonradan sorup öğreniyorum, Litvanyalı bir çiftmiş. Her ikisi de ezanı bekleyip, bizimle birlikte iftar açıyor. Bir gün önce de gelmişler, Ramazan adetlerini çok sevmişler, iki gün daha kalacaklarmış İstanbul’da ve o günler için de rezervasyon yaptırmışlar.
Arap sandığım grup yerli ve milli çıkıyor!
Bizim bulunduğumuz bölümde bir masa boştu, oraya da biri hanım dört kişi geliyor. Hallerinden, giyimlerinden ve koşturup açık büfeden tepeleme tabaklarla masaya gelişlerinden… Hele ki hanımın parmağındaki nohut büyüklüğündeki pırlanta tektaştan… Bu grup da Arap diyorum. Ama yok yerli ve milliler!..
Orucu açtıktan 15 dakika sonra biz de açık büfeye geçiyoruz. Ben zeytinyağlıların olduğu bölümden, yeşillik, havuç, pancar turşusu ve biraz da enginar alıyorum. Yani enginar dışında her gün yediklerimi… Ben iştahsızım ama size sayayım ne var ne yok, sadece bu zeytinyağlı bölümünde: Sarmanın her çeşidi, muhammara, zeytinyağlı fasulye, Arnavut ciğeri, tarator, acılı ezme ve daha pek çok lezzet… Biraz yanda ara sıcaklar var. Çeşit çeşit börek, paçanga, gözleme, içli köfte… İftariyelikleri masalara getirmişler ama misafirler daha isterse diye ayrı bir iftariyelik bölümü de var açık büfede.
Osmanlı şerbeti bile var
Biz zeytinyağlıları yerken otantik kıyafetleriyle bir şerbetçi geliyor masamıza. Koca pirinç ibrikten şerbet servisi yapıyor. Şerbetin tarifini de istiyoruz, içinde elma, muskat, tarçın, zencefil varmış. Her gün değişik bir şerbet sunuyorlarmış. Mesela dün gül şerbeti varmış.
Zeytinyağlılar da tamam. Sıcak yemeklere geldi sıra… Etli yaprak sarmadan tas kebabına, anında kesilip servis edilen dönerden somon ızgaraya, kuru fasulyeden bademli pilava… Saray mutfağı gibi! Ben tüm bu lezzetli yemeklerin içinden ala ala bir parça ızgara tavuk alıyorum. Biraz da karışık sebze garnitür… Fotoğrafçı arkadaşım hangi et varsa, hiçbirini küstürmüyor!
Yemekten sonra kahve molası veriyoruz. Zira tatlılar için biraz yer açmak lazım. Bu arada içeriye 26 kişilik bir kafile giriyor. Çinli mi, Japon mu diye düşünürken, öğreniyorum ki Tayvanlılarmış. Müslüman değiller, peki ne için gelmişler? Litvanyalı turist çift gibi hem zengin ve lezzetli menü hem de ortam için.
Kahveyi içtik, tatlılara küçük bir yer açtık. Ben geleneksel Ramazan tatlısı güllaçtan şaşmıyorum. Bir de zerde var aklımda, çok zaman oldu yemeyeli. Küçük parça bir güllaç, bir de küçük kasede zerde alıp masaya dönüyorum. Fotoğrafçı arkadaşımın güzel bir taktiği var. Önce şerbetli tatlılarla geliyor, şöbiyet, baklava, revani… Bitiriyor, ikinci tura geçiyor, bu sefer dondurmayla geliyor. Onu da afiyetle yiyip bitiriyor ki, masamızın başında bir tatlıcı bitiyor. E geri çevirmek ayıp olur tabii, ben bol tarçınlı 4 tane lokma alıyorum, o künefe istiyor. Ben halimden memnunum ama künefe arkadaşımdan kırık not alıyor. Hiç affı yok, masamıza uğrayan restoran müdürü Serhat Vatansever’e de künefeyi şikayet ediyor. Müdür tatlı adam, eleştiriyi kabul etmekle kalmıyor, onlaylıyor da. “Çok haklısınız dün de lokmanın kıvamını tutturamamıştık. Ama Ramazan’ın başındayız yarın onu da tuttururuz” diyor ve ekliyor. “Size başka bir şey ikram edelim.” O kadar doymuşuz ki, teşekkür ediyoruz, hesabı istiyoruz.
100 TL bahşiş bırakıyorum ama…
Adisyon 1.576 TL… Niye 1.600 değil bilemedim. Şimdi geldik bahşişe, yüzde 10 verilir diye 150 TL hazırladım, tam vereceğim ki, aklıma iftar çadırının önündeki okulu bırakmak zorunda kalmış gençler geliyor. 50 lirasını kesiyorum, onlardan birine bir yemek ısmarlarım diye düşünüp. 100 lira bırakıyorum, bu sefer de içime dert oluyor. Öyle güzel hizmet ettiler ve öyle çok yoruldular ki!
Dünkü soğuk çorba, avuç kadar pilav ve tas kebabından sonra Halil İbrahim sofrasına geldik. Böyle bir hayat yaşanıyor işte bizim ülkede… Ne Ramazan ne kandil, eşitsizlik diz boyu… Tek tesellim var, bu da züğürt tesellisi galiba, pek az Türk vardı ya içeride, sanki bütün zenginler bu zor günlerin farkında, sanki utanıyorlar böyle iftarlara gelmeye diye düşünmeye çalışıyorum. Tamam biliyorum ben biraz safımdır!