Özelleştirme devletin yükünü hafifletmek bir yana, kamu kaynaklarını siyasi sadakatle dağıtma aracı oldu. Devlet küçülecek derken, merkeziyetçilik büyüdü. Bugün gelinen noktada, kamu istihdamı siyasi bir kaldıraç haline geldi. Özelleştikçe kamulaşan bir düzenin ironisi…
24 Kasım 1994. Tansu Çiller Başbakan. Özelleştirme Yasası Meclis’ten geçmiş, Çiller kürsüde “Türkiye, coğrafi bölgesindeki son sosyalist devlet olmuştu. Biz onu yıktık” demişti.
Ardından 22’si AKP’li tam 30 yıl geçmiş.
Hatırlayın, 1990’lar Türkiye’sinde özelleştirme heyecanı yüksekti. Türkiye’de özelleştirme serüveni, Turgut Özal’ın 1980’lerde başlattığı piyasa reformlarından AKP’nin 2000’lerde yürüttüğü siyasi rant odaklı uygulamalara kadar çarpıcı değişimler geçirdi. Özal’ın idealiyle AKP’nin özelleştirme politikaları arasındaki farklar, Türkiye’nin bugün yaşadığı ekonomik sıkıntıların temel taşlarını döşedi.
Bir zamanlar Türkiye’de özelleştirme modernleşmenin ve kalkınmanın sihirli anahtarı olarak kabul görüyordu. 1980’lerde Turgut Özal’ın piyasa ekonomisine geçiş hayalleriyle başlayan bu serüven, AKP’nin elinde tam anlamıyla bir “kayırma ekonomisine” dönüştü. Özal’ın piyasa rekabetini artırma ve özel sektörün önünü açma düşüncesi, AKP döneminde kamu kaynaklarının “adrese teslim” ihalelerle yandaşlara peşkeş çekildiği bir döneme evrildi.
80’lerin ortasından bu yana özelleştirmeler yoluyla toplanan 71 milyar dolar gelirin neredeyse 65 milyar dolarlık bölümü AKP döneminde gerçekleşti. Satılan kamu arazileri ve taşınmazlardan bahsetmiyorum bile. Sadece 2023’te 179.1 milyon dolarlık kamu taşınmazı satışı yapıldı. Sat sat bitiremedikleri taşın toprağın satışından 2025 yılı içinde 11 milyar 261 milyon TL gelir hedefleniyor. Peki bu gelirler neye vakfedildi? Kalıcı bir ekonomik fayda sağlamak yerine bütçe açıklarını kapamaya.
Özal’ın “rekabet” diye çıktığı yol, AKP’nin “siyasi sadakat” kriterine dönüştü.
Kamu tekelleri, özel tekellere devredildi. Yani, piyasayı özgürleştirmek bir yana, tekelleşmeyi pekiştirdiler. Stratejik sektörlerde verimlilik hayali bir kenara bırakıldı; onun yerine, sadakatin ekonomi üzerindeki tahakkümünü izliyoruz. Özal döneminin piyasa odaklı vizyonu, AKP’nin döneminde bir tür kamu kaynaklarını siyasi mülkiyete dönüştürme pratiğine evrildi. Bugün Türkiye ekonomisi, uzun vadeli kalkınma yerine, kısa vadeli siyasi çıkarlarla çöküşün eşiğinde duruyor.
Kamu istihdamını azaltmak mı? Bu süreçte kamu istihdamı aksine arttı. Hem de hem vergi gelirlerinde rekor kırılıp hem de sağlık eğitim gibi kamu hizmetlerine vakfedilen kaynaklar azalırken. Devlet küçülecek derken, merkeziyetçilik büyüdü. Bugün gelinen noktada, kamu istihdamı bir yönetişim ihtiyacı olmaktan çıkıp siyasi bir kaldıraç haline geldi.
Özelleştikçe kamulaşan bir düzenin ironisi…
Özelleştirme adı altında devletin yükünü hafifletmek bir yana, kamu kaynakları siyasi sadakatle dağıtılan araçlara dönüştürüldü. Bugün Türkiye’nin ekonomik yapısına baktığımızda, devletin ekonomideki rolünün daha da büyüdüğünü, ancak bu büyümenin verimlilikten çok siyasi çıkarları beslemeye hizmet ettiğini net bir şekilde görüyoruz. Ekonomi, piyasa dinamiklerinden uzaklaşarak siyasi hesaplarla şekillendirilen bir oyun alanına dönüştü.
Yoksa siz bizim neoliberalleştiremediklerimizden misiniz?
İktidara geldiği ilk yıllarda sadece mütedeyyinler değil liberallerin de teveccühünü kazanan, IMF protokollerine uygun şekilde hareket etmesini müteakiben “piyasacı” olarak alkışlanan AKP’nin ekonomi politikaları, sol cenah tarafından sıkça “neoliberal” olarak nitelendirildi. Ancak iktidarlarının ilk 10 yılında cilalı neoliberal reformlarla başlayan süreç, kısa sürede yerini ahbap-çavuş kapitalizminin karanlık dehlizlerine bıraktı. Serbest piyasa reformları ve liberal vaatler, yandaş sermaye sınıfının zenginleşmesine yol açan bir düzene dönüşmekte gecikmedi.
Aslına bakarsanız bilhassa 2010’dan itibaren ahbap-çavuş kapitalizmi AKP’nin ekonomik doktrini haline geldi. Kamu ihaleleri, piyasa mekanizmalarıyla değil, hükümete sadakatiyle bilinenlere dağıtıldı. Büyük altyapı projeleri, yandaş iş insanları için altın bir madene dönüştü. Şeffaflık, yerini hesap verilemez bir ekonomik sisteme bırakırken, Merkez Bankası başta olmak üzere kurumların işleyişine yönelik müdahaleler siyasi çıkarların ekonomi üzerindeki tahakkümünü daha da artırdı ve bugün içinden çıkılmaz hale gelen ekonomik buhrana sürükledi. Ekonomi büyürken bu ivmeden faydalananlar geniş halk kitleleri değil AKP’nin seçilmiş elitleri oldu. Bu sistem, ülkeyi yozlaşmış bir oligarşik yapıya sürükledi.
Son yıllarda ise AKP’nin ekonomi politikaları popülist bir boyut kazandı. Erdoğan’ın düşük faiz teorisi, hiçbir bilimsel temele dayanmamasına rağmen, tabanı mobilize etmek için kullandığı bir araç haline geldi. Seçim dönemlerinde dağıtılan sosyal yardımlar ve bayram şekeri gibi ikram edilen kamu pozisyonları, seçmen tabanının gönlünü kısa vadede hoş tutarken uzun vadede ekonomik dengesizlikleri daha da büyüttü. İnşaat ve altyapı projelerine dayalı büyüme modeli ise sürdürülebilirlikten çok uzak bir şekilde, siyasi kazançları maksimize etmeye odaklandı. Bu popülist ekonomi, halkın refahını değil, iktidarın çıkarlarını ön planda tutan bir sistem yarattı.
AKP sürümü özelleştirmeler
Özelleştirme, başlangıçta devleti ekonomik yükten kurtarmak, verimliliği artırmak ve piyasa dinamiklerini harekete geçirmek için savunuluyordu. Ancak Türkiye’nin özelleştirme hikayesi, teoriyle pratik arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koyuyor.
AKP dönemindeki özelleştirmelerde rekabet mi? İhale süreçleri “eş dost ahbap” saadet zincirine bağlandı. Türk Telekom’un Lübnanlı Oger Telecom’a satılışı bunun en güzel örneği. 6.5 milyar dolara aldılar, Telekom’un kârını ceplerine indirdiler, borçlarını da ödemediler. 21 yıllığına işletim imtiyazının verilmesine binaen “emanet ettik” dedikleri Telekom batınca olan yine kamuya oldu. Fiber altyapı mı? Şirketin çok da umurunda olmadı, Türkiye bugün hala internet hızında sınıfta kalıyor.
Şimdi Varlık Fonu’na alınan Telekom, yeniden bir istihdam kapısı ve AKP’nin zor zamanlarında haberleşmenin kontrolü için kullanılabilecek bir uzuv olarak tam da zamanında yuvaya geri döndü.
Özelleştirmelerle gelmesi beklenen rekabetçi piyasa koşulları ve verimlilik artışı mı dediniz…
TEKEL, Türk Telekom, şeker fabrikaları... Hepsinde aynı hikâye.
TEKEL’in 2008’de British American Tobacco’ya satılmasını hatırlayın. 1.7 milyar dolara elden çıkarıldı, ama satış fiyatı yerli ve yabancı uzmanlara göre komik derecede düşük kaldı. Biz TEKEL özelleştirmesini işsiz kalan işçilerin eylemleriyle hatırlasak da belki en büyük zararı yerli tütün üreticileri gördü. Değil tütün piyasasında esneme, yıllar içinde regülasyonlarda sürekli el yükseltildi. Hakeza TEKEL’in alkollü içki bölümü, fabrikaları, hammadde, stok ve varlıklarıyla, 2004 yılında 292 milyon dolara satıldı. Satıldığı sene sadece hammadde stok tutarı 126, o yılki içki satışı geliri 550 milyon dolardı. TEKEL el değiştirdikten sadece iki sene sonra 800 milyon dolara Amerikalı Texas Pacific Group’a satıldı.
Şeker fabrikaları ise özelleştirmenin bölgesel ekonomi gündeminde olmayan bir akılla yapılmasının ibretlik bir örneği. 2017’nin OHAL günlerinde Bakanlar Kurulu tarafından hazırlanan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Şeker Kurumu kapatıldı. Takip eden yıl Türkiye Şeker Fabrikaları’na ait Bor, Çorum, Kırşehir, Yozgat, Erzincan, Erzurum, Ilgın, Kastamonu, Turhal, Afyonkarahisar, Alpullu, Elbistan, Muş, Burdur gibi yerlerdeki 14 fabrikanın satışının yasal olarak önü açıldı. Bu coğrafyalar için olası bir üretim düşüşünü takiben yaşanabilecek etkilerin bölgesel analizi tabii ki yapılmadı, herhangi bir tedbir alınmadı.
Liste uzun, yerim dar…
Ezcümle AKP sürümü özelleştirme politikalarının sonucu halkın kaybettiği, birkaç şirketin kazandığı bir oyun kuruldu. Bu sürecin çıktısı devleti küçültmek ve verimsizliği azaltmak da olmadı. Bunu belki de en çok kamu istihdamındaki şişmeye baktığımızda görüyoruz.
Kamu istihdamı: Siyasetin küçük şehirlerde oyun alanı
Gelin biraz günümüze bakalım.
Özelleştirmelerle işgücünün özel sektöre kayması beklenirken, kamu istihdamı artmaya devam etti. 2002’den 2008’e kadar kamu istihdamı yaklaşık 2.5 milyon kişiyken, Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2024 1. çeyrek verilerine göre Mart 2024 itibarıyla toplam kamu personel sayısı 5 milyon kişinin üzerinde. İstihdamdaki oranı ise tahmin edeceğiniz üzere son birkaç senelik buhran yıllarımızda yükselişte. 2023’te yüzde 15 civarı iken 2024’te yüzde 16’nın üzerinde raporlanacak.
Anlayacağınız bunca özelleştirmeye ‘Devlet Baba’ istihdamda her zamankinden büyük bir oyuncu. Hadi çık işin içinden…
Özellikle altyapı projeleri, sosyal yardımlar ve kamu istihdamı nedeniyle harcamalar kontrolsüz şekilde büyüdü. Taşrada kamu istihdamı yaratmak ve sosyal yardımları artırmak, harcamaların sürdürülemez şekilde büyümesine katkı sağladı. ‘Sosyal Yardım Bağımlılığı’ ile bu durum siyasi destek için bir araç olarak kullanıldı.
Görüyoruz ki kamu istihdamının toplam istihdama oranı bilhassa küçük ölçekli şehirlerde büyüdü. Bugün Türkiye’de 4C (kamu) sigortalılarının oranına baktığımızda ortaya çıkan tablo hayli garip. Nüfusu 500 binin altındaki illerde kamu istihdam oranı %24.6, milyon üstü nüfuslu büyük şehirlerde ise bu oran sadece %7.
Yani devlet, “küçük” şehirlerde adeta bir fabrika gibi çalışıyor, insanlara iş yaratıyor.
‘Var ol Devlet Baba!’
Sebebi ise malumunuz, potansiyel seçmene ulufe dağıtmak, lağvedilen kalkınma politikalarının neticesi olarak reel sektör üzerinden yaratılamayan katma değer gediğini bu coğrafyalarda kamu üzerinden kapatmak.
AKP’nin sanayisi görece zayıf illerde kamu istihdamını artırmasının ardında güçlü bir strateji yatıyor. Kürt seçmenin ağırlıkta olduğu bazı illeri saymazsak, bu sanayisi zayıf şehirlerin ciddi bir kısmı AKP’nin oy deposu. Bunu sizin için hazırladığım haritada da görmek mümkün.
Devlet eliyle yaratılan istihdam, bu bölgelerde seçmen sadakatini perçinliyor, AKP’nin elinde olmayan illerde dahi taban seçmenin gönlünü hoş tutuyor.
Zira özel sektörün zayıf olduğu yerlerde kamu istihdamı hayat kurtarıcı bir rol oynuyor.
Ancak bu, ekonomiden ziyade siyasetin doğrudan bir aracı olarak işlev görüyor.
Üstelik bu politikanın etkileri sadece ekonomik değil. Özellikle Güneydoğu Anadolu’daki kamu istihdamı, devletin Kürt nüfus üzerinde siyasi ve idari kontrolünü artırmanın bir yolu olarak da okunabilir. “Devlet baba” burada işveren, otorite ve düzen sağlayıcı rolünü bir arada oynuyor. Elle tutulur bir bölgesel kalkınma stratejisinden yoksun 20 senelik sürecin beraberinde getirdiği taşradan kente göç ve yarattığı sosyal tahribatı dert edinmek yerine, güvenlik korkusu ve asayiş ile siyasi bekasını devam ettirmek derdine düşmüş bir iktidarın Türkiye’nin istihdam coğrafyasını nasıl şekillendirdiğini görüyoruz.
İşte buna bakınca artık biliyoruz Türkiye’nin ekonomik yönetimindeki garabeti ortaya koyarken siyasetin ekonomiyi nasıl şekillendirdiğini es geçmemiz gerektiğini.
Çünkü bütün ekonomik kararlar aslında bir işveren olarak devlet ve istihdam ettikleri arasındaki simbiyotik ilişkiyi devam ettirme gayesiyle alınıyor.
Kronik olan bu durum.
Umudumuz o ki yanlış siyasetle bozulan, doğru siyaset ile rehabilite edilebilsin.
Şüphesiz bu AKP’li yılları takip eden süreçte meşakkatli bir yol olacak.
Zira güç zehirlenmesi yaşayan bir iktidarın elinde “devlet”, uzun senelerdir çimentosu tuğlası toplumun sırtına bindirilerek yeniden inşa ediliyor. Bu inşa sürecinin bir çıktısı da atalet ve liyakatsizlikle itibarından kaybeden devletin ta kendisi aslında. Bu meyanda iktidara talip olanın, devleti AKP’den ayrı tutan bir söylemle değerlendirmesi ve devletin kaybettiği itibarını nasıl kazanacağına dair de bir yol haritasının olması zaruri.