06 Mayıs 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
11.08.2023 04:30

185 bin akademisyeni olan bir ülke

Bir söz vardır: Bir ülkede ne kadar çok banka şubesi görürseniz ekonomi o kadar bozuk demektir. Bu söz kültür alanı ve eğitim için de geçerli. Eğer apartman üniversiteleri açılmaya başlanmışsa, ortalık anadilini telaffuz edemeyen profesörlerle, doçentlerle doluysa, o ülkede bilim, eğitim bitmiş demektir ki şimdi biz o haldeyiz. Bir de profesör fetişizmi ile karşı karşıyayız. Toplumun cahil kesimleri bu unvanı görünce önemli bir şey sanıyorlar. Oysa gerçek bir bilim insanı unvanların arkasına saklanmaya tenezzül etmez. Siz hiç Profesör Karl Marx, Profesör Friedrich Nietzsche, Profesör Voltaire, Profesör Jean Jacques Rousseau diye birilerini duydunuz mu? Ya da daha yeni dönemde Profesör Stephen Hawking, Profesör Derrida, Profesör Althusser gibi kullanımlara rast geliyor musunuz?

Gelemezsiniz, çünkü kimse saygı duyulmak için bu unvanı kullanmaya tenezzül etmez. Onlara zaten saygı duyulur. 

Şu “Zarfa değil, mazrufa bak” uyarısı boşa söylenmemiş. Ezelden beridir zarfa bakmaktan içindekini unutan bir milletiz ama yaşadığımız dönemde bu eğilim daha da arttı. Zarfa bakıyoruz, yeterince renkli, yeterince süslüyse ne âlâ! İçinde ne yazdığı bizi ilgilendirmiyor. Zarfında profesör yazan kişiler stüdyo ışıkları altında ancak kahvehaneye yarışacak düzeyde konuşmalar yapsalar bile.



Bir de bilimin popülerleşmesi konusu var ki o da başka bir felaket. İnsanımız bilimsel kitap okuyamıyor, bu yüzden en çetrefil konuları bile TV’den ve köşe yazarlarından öğreniyor. Siz, her gece TV’de şovmen gibi konuşan bir Harvard, MIT ya da Sorbonne hocası gördünüz mü? Noam Chomsky her gece ekranlarda mı? Tam tersine bu derin insanlar popüler kültürün bir aktörü olmayı nefretle reddederler.

İlginç olduğu için bir anekdot anlatayım: Birkaç yıl önce tanınmış bir iş adamı arkadaşım TV’de tarih programlarını izlediğini ve çok zevk aldığını söyledi. Ben de tebrik ettim ve biraz da Halil İnalcık okumaya başlayabileceğini söyledim. “O kim?” dedi. 

Anlattım, tarihçilerin kutbudur, herkesin hocasıdır, adı dünyada referans olarak kabul edilir dedim. Ne dese beğenirsin; “Ben hiç duymadım. O da televizyona çıkıp kendini tanıtsın o halde.”
Burada susmam gerekiyor. Çünkü söz bulamıyorum.

Anı yaşamak

Son zamanlarda herkesin, hayatın sırlarını çözmek için başvurduğu ‘’kişisel gelişim’’ kitaplarında bu öğüde sık sık rastlarsınız. Anı yaşa, anı yaşa!

Aslında “Anı yaşa” sloganının ütopyaların, ilerlemeci anlayışın olumsuzlanmasıyla yakından ilişkisi var. Çok değil, bir 50-60 yıl önce dünyada milyonlarca insan geleceği düşünüyordu. Geleceğe dair umutlar, hayaller, heyecanlar bitmemişti. İçinde yaşanılan anın geçmiş ve gelecekle bağlantısı kesilmediği için gerçekten canlı, gerçekten umut doluydu. Her şeye rağmen bunu insanlığın elinden alamamışlardı. Ütopyaları öldürdüler, şimdi distopya çağındayız. Geleceği ancak korkuyla düşünebiliyoruz; proje üretemiyoruz. Aslında gelecek düşüncesini elimizden aldıktan, bizi dizginsiz bir korkuyla baş başa bıraktıktan sonra, “Anı yaşa” diye bir slogan tutuşturdular elimize. Anı yaşamak reklamlara, tüketime uygun bir slogan. Modanın, tüketimin gelip geçiciliğini sunar insana. Anı yaşarsın, yaşadığın anın anlamlı olabilmesi de o anda ne kadar tükettiğinle ilgilidir. 

Instagram'dayim o halde varım

Dünyada yaşadığı anı Instagram'a yüklemeyince o anın gerçek olduğundan şüphe duyan milyonlarca insan var. Sosyal medya “an”ların resmi ile dolu. Gülen, eğlenen, gezip tozan insanların anları. “Sanal olan gerçektir” sloganı ne yazık ki bizi yanılsamanın en büyüğüne götürüyor. Dünyada yaşanmış ve yaşanılacak anlardan koparılmış bir anın verdiği haz ne olabilir ki? Tam tersine bu hal bana pek hüzünlü geliyor, zamanın kontrolünü, tasarrufunu elinde tutamayacak insanın kendisine bahşedilen tek bir ana sığınmasının hüznü… 

Düşünce kaynaklarıyla ilgilenmeden sürekli düşünce dile getirmek de benzer bir sorun. Çağımızın belası gibi bir şey. Yaratıcılığım azalmasın diye roman okumayan yazar gibi bir şey bu. Düşünce üretenlerle, klasik ve modern düşünürlerle hiçbir ilişki kurma gereği duymadan, “Bu da benim fikrim” diyerek her konuda bir görüş dile getirmek ne kadar kolaylaştı. Sanki özgür düşünmek, daha önce düşünülmüş olanlardan habersiz olmak demekmiş gibi mantık yürütenlere bile rastladım.

Herhangi bir konuda bir düşünce üretebilmek için, insanın önce o konuda üretilmiş düşünceleri öğrenmiş olması gerekmiyor sanki. Onları incelemiş, uğraşmış, bir ölçüde de olsa anlamış, sonra da onlara belki bir katkıda bulunmak veya bir yönüne itiraz etmek veya belki biraz farklı bir açıdan bakmak, sonucunda bir düşünce dile getirmek... Böyle bir yaklaşıma neredeyse hiç rastlanmıyor. Tersine, örneğin, Sartre’ın bir düşüncesinin anlatıldığı yazının altına, “Bu da benim fikrim” diye görüş yazmaktan çekinmiyorlar.
Oysa düşünmek ve soyut düşünebilme yeteneği insan zihninin farklı aşamaları.

Yazma bilip okuma bilmemek

Jean Jacques Rousseau’nun hizmetçisiyle evlenmesi Paris entelektüel çevrelerinde alay konusu olmuştu. Rousseau öldükten sonra o hanım, düşünürümüz üzerine bir kitap yayınladı. Bu da o sivri dilli çevreleri daha da zalim bir alaya yöneltti: “Ah Jacques” diyorlardı “Kıza yazmayı öğretmişsin ama keşke okumayı da öğretseydin!”

Her zalim alayda biraz gerçeklik payı olduğunu kabul etmeli miyiz, bilemiyorum. Özellikle gazete yazarları ve akademisyenlerin çoğunun kitap okumaya vakti olmadığını düşününce. 

***

Herkes düşünsün. Herkes düşüncelerini anlatsın, hatta gerekirse mücadele etsin, anlaşılmaya, ikna etmeye çalışsın. Yeter ki bu uğraşların hakkını versin.

Aslında anlama ve öğrenme çabasıyla yola çıkmadan düşünmek, anlatmak falan söz konusu olamaz. İleri aşamalarda değiştirmek meselesi de işin içine girecektir. Bu öyle tek başına yürünebilecek bir yol değil ama neyse, o başka bir konu.

Bir konuda düşünmeye, o alanda üretilmiş bilgileri inceleyerek başlanabilir. Onları karşılaştırarak, başka alanlardaki bilgilerle ilişkilendirerek, daha önce düşünülmüş olanları öğrenerek…

Sporcu ve düşünür farkı

Düşünmek sanki öyle bir yetenek geliştirmeyi gerektirmiyormuş gibi davranıyorlar. Hep diyorum, şampiyon bir atlet söz konusu olduğunda kimse çıkıp “Ben de öyle hızlı koşabilirim” diye iddia etmiyor. Kimse bir haltercinin karşısına geçip “Ben de o kadar ağırlık kaldırabilirim” demiyor. Ama bir düşünür karşısında, kendisinin de o kadar düşünebileceğini sanan ne çok insan var! Düşünmek, estetik değer üretmek, entelektüel etkinlik gibi alanlarda uzun yılların birikimi, büyük emeklerle geliştirilen yetenekler önemsiz şeylermiş gibi geçiştiriliyor.

E, haltercinin, boksörün kasları kolayca görülebiliyor, ama beynin kasları görünmüyor, değil mi?