Türkiye’de muhafazakâr sanılan insanların çoğunun, eski kültürü muhafaza etmek gibi bir kaygılarının olduğunu sanmıyorum. Itri müziğini, Sinan mimarisini, Baki şiirini savunmuyor, bu estetik düzeyden zevk almıyorlar. En az elli milyonluk bir kitlenin plansız bir biçimde kentlere göçmesi sonucunda ortaya çıkan çarpık bir modernleşme anlayışı içinde yetişmişler. Şevki Bey şarkılarını ya da Karacaoğlan türkülerini değil arabeski, Mimar Kemalettin’i değil tepesinde demir filizleri bırakılmış kaçak binaları ve hiçbir edebi değeri olmayan manzumeleri benimsemişler. Meseleye bu açıdan bakınca kültür alanında asıl muhafazakâr biziz demek gerekiyor. Muhafazakârız diyenler ise yanlış bir yorum içinde. Aynı yanlış yorum son yıllarda iyice abarttıkları 2. Abdülhamid konusunda da ortaya çıkıyor. TRT ekranlarındaki asıp kesen, orayı burayı basan, elçi tokatlayan Abdülhamid imgesinin gerçekle en ufak ilişkisi yok.
Piyano çalan, giysilerini Paris’ten getirten, Flora Cordier adlı Belçikalı bir genç kızla fırtınalı bir aşk yaşayan, ağabeyi Murad kadar iyi olmasa da Fransızca konuşan, rakı değil rom içen ve yaşamıyla Batılı bir görünüm veren padişahın opera sevgisi, hatta sarayına bir opera yaptırdığı biliniyor zaten. 24 yaşında bir şehzade iken amcası Abdülaziz’in Avrupa seyahatine katılan, Paris’i ve Londra’yı gördükten sonra aramızdaki farkın çok açılmış olduğunu üzüntüyle dile getiren, Pastör’e yeni kurduğu laboratuvar için para gönderen, salgın sırasında İstanbul’a Fransızların yardımıyla Bakteriyolojihane-i Şahane merkezi kurduran, birçok şehre diktirdiği saat kuleleriyle halkı alafranga saate alıştırmaya çalışan, Sherlock Holmes hayranı, Johann Strauss’un onun doğum günü için bestelediği eseri dinlemekten zevk alan,
Devlet-i Aliye’yi parçalamak isteyen büyük devletlere karşı kullandığı hilafet siyasetine rağmen özel yaşamında; babası, vals besteleyen amcası ve ağabeyi gibi Avrupalı bir tarzı benimseyen, çocukları için Paris’ten dört Steinway piyano getirten, kısacası, muhalifleri ezen bir istibdat düzenini sürdürürken bir yandan da Avrupalı yaşam tarzına özenen bir padişah. Bütün bunlara, Amerikan sefiri Terrel aracılığıyla Kızılderili kıyafeti ile Colt tabancalar getirttiğini de ekleyeyim de tablo iyice netleşsin. Ta Amerika’dan ısmarladığına göre en azından bir iki kez denemiş olmalı bunları. Hem her gün "ecdat" diyen hem de opera ve baleyi yozlaşma olarak görenlerin de okuması dileğiyle ‘’Kaplanın Sırtında’’ kitabından ilgili bölümü sizlerle paylaşmak isterim.
Sarayda İtalyan operacılar
Artık bir hayale dönüşmüş olan o güzel sarayda her akşam yattıktan sonra ayak ucuna yerleştirilmiş bir paravanın arkasında romanlar okutan Padişah’ı bazı geceler uyku tutmaz ve ellerini çırparak sadece “opera” derdi. Bu tek kelime saray kadrosunda nedense paşa, binbaşı, albay gibi rütbeler verilmiş olan kadınlı erkekli İtalyan artistlerin, hazırlanmak ve sahneye çıkmak için ancak yarım saatleri olduğunu haber veriyordu. Saray tiyatrosunun başında, Napolili bir taklit ustasıyken, babası, anası, oyuncu karısı, kardeşleri, enişteleri, yengeleri ile İstanbul’a göçmüş ve Padişah’ın emrine girmiş olan Arturo Stravolo vardı. Padişah aynı oyunların tekrarını istemediği için Stravolo’nun görevlerinden biri de efendisinin hesabına Avrupa’da yeni oyunları izleyerek onları sarayda sahnelemekti.
Bütün oyuncular askeri bir birliğe bağlanmışlardı ve aldıkları rütbelerin üniformasını giymek zorundalardı. Angelo teğmendi, kemancı Luigi yüzbaşı, bariton Gaetano miralay, pek marifetli tenor Nicola ise kolağası üniforması taşıyordu. Orkestra şefi Aranda Paşa, gecenin bir vakti “Maskeli Balo” emrini alır almaz yarım saat içinde orkestranın o eseri icra etmeye başlaması gerekiyordu. Padişah bazı günler oyunları ailesiyle, konuklarıyla birlikte izlerdi ama geceleri locasında tek başına otururdu. Eğer oyunda anlamadığı ya da aklına yatmayan bir bölüm olursa elinin bir işaretiyle herkesi durdururdu. Temsilin tekrar başlayabilmesi için her noktanın zat-ı şahaneye inceden inceye açıklanması gerekiyordu. Ayrıca Padişah kötü sonlardan hoşlanmadığı için, La Traviata’dan, Trovatore’ye kadar her operanın sonu değiştirilir, mutlu sonlar yaratılırdı. Mesela Violetta eserin sonunda ölmez mutlu bir şekilde dans ederdi.
Dönemin en ünlü Fransız oyuncusu Sarah Bernard saray tiyatrosunda oynamak üzere gelmiş, Padişah’a takdim edilmişti. Padişah ona, “Madam,” demişti, “Paris’te bir ölüm sahnesini o kadar gerçekçi oynamışsınız ki seyirciler sahiden öldünüz zannederek paniğe kapılmış. Doğru mu?” Padişah’ın övgülerine sevinen Bernard “Evet majeste” demişti. “Anlatılanlar gerçek, bu akşam size de göstereceğim.” Padişah “Hayır hayır, madam,” demişti. “İşte ben tam da bu sahneyi o kadar sahici oynamamanızı hatta mümkünse bu bölümü tamamen çıkarmanızı rica ediyorum.”
Padişah’ın seyretmekten en çok hoşlandığı oyuncu, Arturo’nun güzel karısı Cecilia idi, onu her oyunda başrolde görmek isterdi ama bazı biyolojik nedenlerden ötürü bu pek de mümkün olamadığı için kumpanya, kılık değiştirmek, başka bir aktrisin yüzünü büyük peruklarla gizlemek, makyajla Cecilia’ya benzetmek, ışıkları kısmak gibi binbir zahmete girmek zorunda kalınırdı. Çünkü Cecilia sık sık hamile kalıyor, büyüyen göbeği, oynadığı genç kız rollerine pek uymadığı için çocuğu doğurana kadar sahneye çıkmıyordu. Yine de sonuçta bütün bu zahmetlere değiyor, İtalyan tiyatrocular yüksek ücret alarak lüks içinde yaşıyor ve kumpanya başkanı Arturo İstanbul’daki ilk otomobilin sahibi olmak gibi ayrıcalıklarla ödüllendiriliyordu. Anadolu’da İslam’ın koruyucusu olarak sağlığına dua edilen halife, bir Avrupa kültürü hayranıydı. Alaturka müziğin ruha kasvet verdiğini, alafranga müziğin ise insanı neşelendirdiğini söylerdi. “Adı alaturka ama bu müzik Acem’den, Yunan’dan gelmiştir. Türk’ün musikisi sadece davul zurnadır” derdi. Operaya bayılıyordu. Ne var ki çelişkilerle dolu bir Sultan olduğu için bazen de oyunun ortasında sıkılıverirdi. Stravolo, Sultan’ın sıkıldığını sezdiği anda oyunu kesip sahneye jonglör, sihirbaz, cambaz gibi çeşitli hüner sahiplerini çıkararak onu eğlendirmeyi bilirdi.