26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
03.03.2023 04:30

Acıdan kaskatı kesilmek

Büyük acılar melodram değil trajedidir. Trajedinin anlatım biçimi ise farklıdır. Duygulandırmaya değil sarsmaya yöneliktir. Trajik olan, insanın felaketle başa çıkma mücadelesindeki kırılma anıdır.
Homeros Truva kadar büyük bir savaştaki acıları dramatize etmeden, ağlatmaya, duygulandırmaya çalışmadan anlatır ve bu yüzden okur, Hektor’un ölümünde ve babasının acısında ağlamaz, ürperir. 
Korkunç savaşlardan dönen eski askerler suskundur.  Gözleri hüzünlü bakar ama ağlamaz, ömür boyu savaş anısı anlatmaz, anlatamaz. İnsan bilincinin kavrayamayacağı sahneleri dile dökmek mümkün değildir.  Öte yandan büyük yazarlar, şairler, insana ait olan bir yıkımı anlatmak gereğini hisseder, sessiz kalamaz.   Sık sık depremle sarsılan Türkiye’ye daha önceki depremleri hatırlatan edebiyatçılarımızdan sözler derledim.  Bir misyon üstlendikleri için değil, canları yandığı için yazmışlar bu satırları.

Deprem

Bin üç yüz ondu... Daha dün bu eski yıkıntıya sen
Konuk olmuştun
Sanki sinirli ve ateşli hastalar gibi yer
Birden
İçin için ve uzun
Bir sarsıntıyla çırpındı, kırdı, yıktı... Kaygı
Ve korku soldurdu yüzleri; evler, aileler
Birer döküntü oldu; kalanlar hep ezik, yıkık;
Korkuyla boyun eğme en onurlu başlarda,
Minarelerin bile
Yerde başı.

Tevfik Fikret, 1894 İstanbul depremi (Sadeleştirilmiştir)

Verin zavallılara

Depremde yıkılmış bir köy... Şu yanda bir çatının
Çürük direkleri dehşetle fırlamış, ötede
Çamur yığıntısına benzeyen bir zemin katının
Yıkık temelleri gözüküyor, uzakta bir ev
Yere doğru eğilmiş, hemen yıkılıp gidecek
Önünde bir kadın... Of artık istemem görmek!
Bu levha yüreğimin çarpması içinse yeter.

Tevfik Fikret, 1898 Balıkesir depremi (Sadeleştirilmiştir)

Kara haber

Erzincan’da bir kuş var
kanadında gümüş yok.
Gitti yârim gelmedi
gayrı bunda bir iş yok.
Oy, dağlar, dağlar, dağlar...
Aldı ellerine kanlı başını
karın ortasında Erzincan ağlar...
O ağlamasın da kimler ağlasın...
Kar yağar lapa lapa
tipidir gelir geçer...
Yan yana sırtüstü yatan ölüler
akşam olur tandıramaz
ateşini yandıramaz...
Gün ağarır, şafak söker
kimsecikler gitmez suya.
Ezilmiş başlarıyla ölüler
vardılar uyanılmaz uykuya.
Ses edip geceye beyaz taşından
kışlanın saati çaldı ikiyi.
Ne çabuk, lahzada bitti yaşamak.
Kimisi altı aylık,
kiminin sakalı ak,
kimi on üç, on dört yaşında;
kimi yola gidecek,
kimisi mektup bekler
yan yana sırtüstü yatan ölüler...
Yayıkta yağ vardı dövülemedi,
ak peynir torbaya koyulamadı,
hasret gitti ölüler
dünyaya doyulamadı...
Uyanıp kaçamadılar,
kuş olup uçamadılar,
açıldı kuyular kimse inemez.
Erzincan beygiri rahvandır amma ölüler ata binemez
yan yana sırtüstü yatan ölüler…

Nâzım Hikmet, 1939 Erzincan depremi (Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları, 2007)

Hasankale yerle bir

Kurnuç, Serçe Boğazı, Sins, Kalyolaz köyleri dümdüz, yerle bir... Yıkılmış evleri bir bir dolaşıyorum. Kocaman, bir insan kalınlığında, topraktan fırlamış kalaslar... Damların üstündeki toprak, tam bir metre kalınlığında. Ve bu topraklar donmuş. Öylesine donmuş ki... İki adam çalıştı çalıştı da kazma ile bu toprağı parçalayamadı. Evlerin tümünün harcı topraktan, duvarlar un gibi dağılıvermiş...

Sokak aralarında şişmiş, çoğu yüzülmüş, bazısı da yüzülmemiş hayvan leşleri... Köylere girer girmez gözlere ilk çarpan şey kar üstüne yayılmış kırmızı kan oluyor. Ak kar ve kırmızı kan... Kurnuç köyünde bir tek küçük köpek gördüm. Rahatça kar üstüne yatmış ve önündeki manda leşine dişlerini geçirmiş, öylecene duruyor, yemiyor, kımıldamıyor bile...

İnsanların gözleri toprakta. O kadar insanla konuştum da hiçbiri dönüp başka yana, bana bakmadı. Hepsinin başları toprakta ve sapsarı kesilmişler. Dinliyorlar, bekliyorlar yeni sarsıntıları... İnsanlar az konuşuyor. Yani ağızlarını bıçak açmıyor. Donup kalmışlar. Her şey aklıma gelirdi de insanoğlunun bu kadar sakin, bu kadar taş kesilmiş gibisini göreceğim aklıma gelmezdi. Gözleri bile bir şey söylemiyor. Kederi, felaketi bile söylemiyor, gözlerde kuruntu yok... Gözlerde buz donukluğu... Yalnız bir adamla konuşurken, (bu adam beş çocuğunu kaybetmişti) ve çocuklarının ölümünden bahsederken, bir ara gözlerinin usuldan yaşardığını gördüm. Dünyada bana bundan sonra “Korkunç olan nedir?” diye sorarlarsa “İnsanoğlunun bir felaket sonunda susup taş kesilmesidir” derim. Elle tutulur gibi maddeleşmiş bir korkunçluk...
Yaşar Kemal, 1952, Erzurum Pasinler depremi. (Röportaj Yazarlığında 60 Yıl, Yapı Kredi Yayınları, 2011)