Padişah II. Abdülhamid’in Selanik sürgünündeki yıllarını anlatan Kaplanın Sırtında adlı romanın Brendan Freely tarafından yapılan çevirisi yakında New York’ta yayınlanacak. Bu vesileyle Amerikalı yayıncım benden bir önsöz istedi ve ben bu önsözü yazarken, kendimizi dünyaya anlatmanın ne kadar zor ve nüanslara hakim olmayı gerektiren bir çaba olduğunu bir kez daha anladım. Çünkü yakın tarihimiz bizi şekillendirmeye devam ediyor ve bu tarih ülke içinde bile birbirine taban tabana zıt anlatımları ortaya çıkarıyor. Güncel siyasete referans olarak üretilen hurafeler her türlü medya aracılığıyla çoğaltılıp duruyor. Böyle bir karmaşayı, Türkiye’yi Arap/İslam dünyası içinde algılayan ve hiçbir ayrıntı bilmeyen Amerikalılara anlatmak zor elbette. Yine de bir temel bilgi olsun diye önsözü hazırladım ve gördüm ki bu bilgiler sadece yabancılar için değil, bizim için de gerekli.
Bu yüzden önsözü Oksijen gazetemizde yayınlamayı uygun buldum.
Arz olunur efendim.
Padişah Abdülhamid ve Avrupa’nın hasta adamı
Asya ile Avrupa’yı ayıran İstanbul Boğazı’nın iki yakası, kızarmış balık kokusunun anasonlu rakı rayihasına karıştığı lokantalarla doludur. 2006 yılında bir akşam Boğaz’ın Avrupa yakasındaki bir lokantada, kıyıyı sıyırır gibi geçen Rus gemilerini izleyerek, Henry Kissinger ile Osmanlılar ve Abdülhamid üzerine konuştuk. Dünyada büyük acılara yol açmış, eli kanlı bir politikacı olan Kissinger ile görüşmekten memnun değildim tabi, hatta bu davet gelince reddetmeyi düşündüm ama sonunda bir şeyler öğrenme merakı galip geldi.
Kissinger Türkiye’ye Atlantic Records başkanı Ahmet Ertegün’ün davetiyle gelmişti. Ray Charles, Aretha Franklin gibi pek çok müzisyeni keşfetmiş ve siyahi müziği popüler hale getirmiş olan efsanevi plak yapımcısı Ertegün Amerikan-Türk ilişkilerinde önemli rol oynayan birisiydi. Babası Münir Hayri Ertegün Washington’da Türkiye büyükelçisiydi. Ertegün, 1946 yılında vefat ettiği zaman, önce Arlington’da büyük bir tören yapılmış sonra da cenazesi Missouri zırhlısı ile İstanbul’a gönderilmişti. Amerika’nın Türkiye’yi etkisi altına almaya başladığı yıldı bu. Sovyetler Birliği’nin komşusu olan Türkiye, Missouri jestinden sonra Amerika ve 1951’den sonra da NATO için bir ileri karakol niteliğine bürünmüş, nükleer silahlara sahip üsler açılmıştı. 1950’li yıllarda ilkokul öğrencileri olan bizlere Marshall yardımı adı altında Amerikan süt tozu, peynir ve balık yağı dağıtılıyor, bir Türk şarkıcının söylediği ‘’America I love you’’ adlı bir şarkı sürekli olarak çalınıyordu. “Amerika, dünya durdukça Türkler beraberdir seninle hürriyet savaşında’’ sözleri adeta beynimize kazınmak isteniyordu.
Kissinger önce, Osmanlı saraylarının yansıdığı yakamozlu sulardan geçen Rus gemilerine bakarak “SSCB zamanında ciddi bir nükleer tehdit yoktu” dedi. “Çünkü Washington’da da Moskova’da da düğmenin başında ciddi insanlar vardı. Şimdi, ne yapacağı belli olmayan mollaların elindeki nükleerle tehdit daha büyük.’’
Sonra birdenbire “Biliyor musunuz, ben her sabah Osmanlı haritasına hayranlıkla bakıyorum bugünlerde” deyiverdi. Bu şaşırtıcı açıklamanın sebebini sorduğumda ise “Sizi övmek için söylemiyorum” dedi. “Uzun zamandır Osmanlı’nın yüzyıllar boyunca Ortadoğu’yu nasıl idare ettiğini, nasıl büyük çatışmalar çıkmadan bir Pax Ottomanica oluşturduğunu inceliyorum. Sonunda işin sırrını buldum” Bu sözler bizi iyice meraklandırdı elbette.
Kissinger devam etti: “Bütün Ortadoğu halklarını, Sünniler-Şiiler-Kürtler olarak üçe bölmüşler. Böyle yaptığınız sürece Ortadoğu’nun iç gerilimleri bir denge oluşturuyor.”
O sırada hızlıca düşündüm. Haklıydı. Mesela Osmanlı Irak’ı üçe eyalete ayrılmıştı; Şii Basra, Sünni Bağdat ve Kürt Musul.
Kissinger Osmanlı yönetiminin Abdülhamid’in Balkanlarda uyguladığı gibi Ortadoğu’da da halkları birbirinden ayrı tutma kurnaz siyasetini iyi incelemişti.
O akşam yemekten ayrılırken Ülker’e “Galiba bu yemekte Ortadoğu’nun geleceğini öğrenmiş olduk” dedim. “Bütün ülkeler Sünni, Şii, Kürt olarak bölünecek.”
Ve roman
İnsanı anlatmayı dert edinen her yazar gibi ben de bu romana, üç kıtaya yayılan geniş bir imparatorluğun mutlak egemeni ve İslam aleminin halifesi olarak otuz üç yıl hüküm süren ve ihtilal sonucu bir gecede devrilip, ailesi ile birlikte eşyası bile bulunmayan boş bir evde parkelerin üstüne savrulan yaşlı, hastalık hastası, hayatının her anını ölüm korkusuyla geçiren bir monarkın tuhaf hikayesini anlatmak için başladım. Romancı olarak ilgimi çeken durum buydu. Fakat bu karakter ve döneminin ilginç oluşumları, Ortega y Gasset’in “Ben kendim ve koşullarımdan ibaretim” sözünde açıkladığı gibi, romanı tarihi gerçeklerle sarmalamamı gerektirdi çünkü ‘sonbaharını yaşayan bir patriarkın’ anlatılması, ancak böyle mümkün olabilirdi. Böylece tarihi roman olmayan ama karakteri tarihsel bir dekor içine yerleştiren güncel bir roman ortaya çıktı kanısındayım.
Roman Türkiye’de yayınlandığında ortaya çıkan büyük tartışma, saldırılar ve övgüler bu kanımda haklı olduğumu kanıtladı: Padişah Abdülhamid; laik, dinci ve Kürt kutuplarına ayrılmış, Doğu ve Batı arasında kalmış olmanın kimlik sorunlarını her geçen gün daha da ağır yaşayan Türkiye’de son derece güncel bir tartışma konusu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İslami çevreler onu ‘Ulu Hakan’ olarak selamlıyor ve laik Kemal Atatürk mirasına karşı Abdülhamid imgesini diri tutmaya çalışıyor. Bu yüzden devlet televizyonuna, gerçekleri çarpıtma pahasına eski padişahı göklere çıkaran TV serileri yaptırılıyor, Karadeniz’e indirilen petrol sondaj gemisine Abdülhamid adı veriliyor ve genç kuşakların zihnine ‘Atatürk isyancıdır, laiklik ahlaksızlıktır’ tezleri işlenerek, geçmişin hayaleti üstünden bir Yeni Osmanlı dirilişi yaşanması umut ediliyor.
Buna karşılık ülkenin yarısını oluşturan laikler ise padişahı ‘Kızıl Sultan’ olarak niteliyor ve onu tarih sayfalarına bir hain olarak gömmeye çalışıyor. Böyle hayatî bir siyasal figür üstüne yazılan roman hemen güncelleşiyor, siyasallaşıyor ve değişik uçların tepkisini toplamakta gecikmiyor. Çünkü ne Erdoğan yanlıları bu kitapta ‘Ulu Hakan’ mitosunu bulabiliyor, ne de laik çevreler ona bekledikleri hakaretleri görebiliyor. Roman sadece Osmanlı ve Türkiye’nin kimlik mücadelelerinin ortasına düşmekle kalmıyor aynı zamanda Ortadoğu siyaset gelişmelerinin de kaynağına ilişkin tartışmalara yol açıyor. Çünkü, son zamanlarda iyice alevlenen İsrail-Filistin çatışmasının kaynağını da Abdülhamid döneminde bulabiliyoruz. Tarih tezleri ve suçlamalar volkan gibi fışkırıyor.
Baron de Rothschild ve Siyonizm Kongresi Başkanı Theodore Herzl’in padişahı ziyaretleri ve talepleriyle iyice ortaya çıkan bir İsrail devleti kurulması ideali, Abdülhamid’in ince siyasetiyle ne bunu tam olarak reddeden ne de tam olarak kabul eden bir belirsizliğe bürünüyor. Abdülhamid onlara kutsal Kudüs’ü veremeyeceğini kesin olarak belirtiyor ve bir devlet kurmama şartıyla Kuzey Irak’a yerleşmelerini öneriyor. Buna rağmen verdiği bireysel izinlerle 1890 yılına gelindiğinde Hayfa ile Gazze arasındaki toprakların yarısı Yahudilerin mülkiyetine geçiyor.
Abdülhamid’i bir ihtilalle deviren Rumelili subayların mason olduğu ve İsrail’in kurulmasına engel olarak gördükleri Sultan’ı devirmelerinin temel motifinin de bu olduğu öne sürülüyor. Bu ihtilalci subayların Alman ve İngiliz mason localarına bağlı oldukları tarihsel bir gerçeklik ama bunu kapitülasyonlar sonucu Abdülhamid’in muazzam hafiye örgütü tarafından izlenemeyen mason haberleşme ağlarından yararlanmak üzere yaptıkları iddiası var.
O dönemde dünyadaki bütün önemli güçlerin gözü İstanbul’a ve Abdülhamid’e dikilmiş durumda. Dünya petrolünün yüzde elli beşinin sahibi de o, Ortadoğu’nun, Filistin topraklarının da. Mısır, Mekke ve Kudüs de onun ülkesinde, Belgrad, Selanik gibi Balkan şehirleri de. Atalarının fetihleri sayesinde bu kadar büyük zenginliklere kavuşmuş olan imparatorluk ise artık çeşitli sebeplerle can çekişir halde. Abdülhamid durumu kurtarabilmek için Almanlarla ittifak yapıyor ama bu da pek işe yaramıyor. Britanya, Fransa, Rusya, İtalya, imparatorluğun tabutuna son çivileri takmakla meşgul.
Abdülhamid’in devrilmesinden sonra olaylar hızlanıyor: Britanya hükümeti, Osmanlı egemenliğindeki Arapları isyana hazırlıyor. Balkanlar’da Bulgar, Yunan, Sırp, Karadağ bağımsızlık savaşları başarıya ulaşıyor. Yahudiler Filistin’de toprak satın almaya başlıyor, İtalyanlar Libya’ya çıkıyor, Rus Çarlık ordusu Osmanlı’yı yeniyor ve sonunda en dramatik kararla Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın müttefiki olarak, sonunu getirecek olan 1. Dünya Savaşı’na giriyor. Son dönemlerinde ‘Avrupa’nın Hasta Adamı’ olarak anılan altı yüz yıllık devlet, Gelibolu gibi bazı mevzi kazanımlara rağmen topraklarının ve nüfusunun çok büyük bir kısmını kaybederek son nefesini veriyor. Onun kalıntıları üstüne General Mustafa Kemal’in kurduğu ve geçen Ekim ayında 100. yılı kutlanan Türkiye Cumhuriyeti ise ikinci yüzyılına Yeni Osmanlıcılık, şeriat düzeni, laiklik ve federasyon tartışmaları arasında giriyor. Ve Abdülhamid’in hayaleti bu tartışmaların odak noktasını oluşturuyor.
Fransız yazar George Duhamel’in ‘Doğulu ülkelerin en batılısı, batılı ülkelerin en doğulusu’ olarak nitelediği Türkiye Cumhuriyeti, 113 yıl önce devrilmiş olan padişah Abdülhamid’i tartışarak kendisine bir kimlik belirlemeye çalışıyor.