Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem:
İngilizce ‘’Bay Başkan’’ denir, Fransızca’da da öyle.
Ama bizde ‘’Sayın Başkan’’ hitabı pek hoş karşılanmaz. ‘’Sayın Belediye Başkanı’‘ değil ‘’Sayın Başkanım’’ diyeceksiniz.
Hatta siyaset aleminde alışıldığı gibi herkese ‘’Başkanımmm’’ diye hitap edeceksiniz.
Cumhurbaşkanına ‘’Mr. President’’ denmez bizde, ’’CumhurbaşkanıM’’ diyeceksiniz (Yani My President, My General, My Mayor.)
Bu kadarla da kalmaz durum.
‘’Mr. Governor’’ olmaz ‘’Sayın ValiM’’ diye onu ne kadar benimsediğinizi göstereceksiniz.
Bu duruma o kadar alışılmış ki ‘’Sayın Bakanım’’, ‘’Sayın Vekilim’’, ‘’Sayın Müdürüm’’, ‘’Sayın Genel Başkanım’’, ‘’Sayın Amirim’’, “Sayın Komiserim’’, ‘’Sayın Başkan Yardımcım’’, ‘’Sayın Meclis Üyem’’, ‘’Sayın Genel Sekreterim”… Sayın sayabildiğiniz kadar.
Mesela ‘’Sayın General’’ diyemezsiniz, ille de ‘’Sayın Paşam’’ demeniz gerekiyor. Albayım, Yarbayım, Binbaşım, Yüzbaşım, Teğmenim, Çavuşum, Onbaşım ve hepsine birden komutanım.
Muhalifler bile hükümetten söz ederken ‘’Hükümetimiz’’ der, yerin dibine batırırken bile bir bakandan ‘’Bakanımız’’ diye bahsedilir.
Hele bir de hocam konusu var ki hiç sormayın. Elbette hocalık makamını hak eden insanlar var ve bu hitap tarzı hoş olabilir ama artık önüne gelene ‘’hocam’’ denildiği için gerçek hocalığın da bir kıymeti kalmıyor. Herkes hoca. Akıl hastanesine kapatılması gerekirken ekrana çıkarılan sapıklar da hoca, din, tıp, ekonomi, hukuk gibi vs. her alandaki gencecik insanlar da.
Yanlış anlaşılmasın; benim de hocam diye hitap ettiğim kişiler var ve bu hitap onlara yakışıyor.
Ne var ki bu kadar çok benimmmm vurgusu o makamları da zayıflatır. Çünkü artık neredeyse bağra basılmayan makam ve insan yok.
Peki bu niye böyle? Niçin dünya milletlerinin aksine bu makamları bağrımıza bastığımızı göstermek istiyoruz?
Hem de bir başka gözlemime göre, çoğu kişinin birbirinden nefret ettiği ve arkasından her türlü hakareti sıraladığı, sövdüğü bir ülkede.
Bu durumu ancak ‘’riya’’ ile açıklamak mümkün ve açıklaması da dilimize yerleşmiş olan ‘’Gelen ağam, giden paşam’’ sözünde saklı.
Anadolu, dünyanın en çok çiğnenmiş, halkları da en çok ezilmiş bölgesidir. Tarih boyunca buradan geçmemiş, burayı zapt edip zulüm yapmamış medeniyet yok gibi.
Bir köyün ahalisi, bir gün bakıyor demir zırhlar içinde birtakım atlılar gelmiş. ‘’Buyur Bey sen kimsin?’’ diye sorunca ‘’Haçlılar’’ cevabını alıyor ve başlıyor ona güzellemeler yapmaya. ‘’Aman boyuna posuna, keklik sekişli atına, yer götürmez askerine kurban olayım. Buyur paşam, emret…’’
Başka bir gün onlar gidiyor birtakım palalı, sarıklı adamlar geliyor: ‘’Bize Osmanlı derler…’’
Mekanizma hemen çalışmaya başlıyor: ‘’Aman paşam hoşgeldin, safalar getirdin. Neydi o Haçlı denen gavur dölleri öyle. Buyur emret paşam. Sarığına sakalına kurban olduğum.’’
Başka bir gün çekik gözlü adamlar dalıyor köye: ‘’Bize Timurlu derler. Yakar yıkarız burayı.’’
‘’Aman aman ceylan gözlü kumandanım, emirim. Buyur baş köşeye, bizi Osmanlı denenlerin zulmünden kurtardınız ya Allah sizden razı olsun.’’
Bu iş böyle uzar gider. Çünkü Anadolu denilen köprüden gelip geçen herkesin zulmettiği halk, tarihteki en büyük ‘’Survivor’’dır.
Müthiş bir dil becerisiyle ‘’Gelen ağam, giden paşam’’ demenin binbir zengin söyleyişini bulmuştur.
Peki madem böyle, Kurtuluş Savaşı nasıl verildi diyeceksiniz ama hepimiz gerçeği biliyoruz. Eğer harbi örgütleyen komutanlar olmasaydı, ordunun neredeyse yarısının firar ettiği bir halkla ne yapılabilirdi? İstiklal Mahkemeleri asker kaçakları için kuruldu, Tekalif-i Milliye Kanunu ile halkın malına mülküne el kondu. Elbette yurtsever bir kesim de vardı.
Yine dönelim hitap şekillerine.
Kendisinden üstte olup da bir menfaat beklediği insanları mutlaka yüceltir bizim halk. Mesela patron değil, patronum der. (My Boss). İlle de benim konacak.
Ne var ki bir menfaat beklemediği insanlara böyle yüceltici sözlerle seslenmez.
Büyük bir yazara “Sayın yazarım’’, büyük bir aktöre ‘’Sayın aktörüm’’ … Giderek sayın ressamım, sayın senaristim, sayın bestecim vs. demez. Çünkü onlardan para, makam, not, sınıf geçme, dayak yememe, terfi beklentisi yoktur, ayrıca korkutucu da değildir o insanlar. Kimse çekinmez onlardan, bu yüzden de yüceltmeye gerek yoktur. Korkutmaya değil, sevgiye taliptirler.
Belki de bu sebeple Türkiye’de doğru dürüst bir ‘think tank’ oluşamaz. Kimilerine sesini çıkaramayacaksan, bazılarını da “Sen kimsin ki’’ diye sürekli aşağılayacaksan, kabilelere bölünmüş bir ortamda nasıl fikir tartışması yapılabilir?
Devlet kutsal, ordu kutsal, parti kutsal, din-mezhep-tarikat kutsal, ideoloji kutsal, bazı kavramlar ve adetler kutsal. Peki bu durumda kim özgürce konuşabilir, hatta kim özgürce düşünebilir? Kafalarımıza prangalar takılmış. Bu prangalarla özgürce düşünmek, her konuyu tabuları yıkarak ele almak mümkün mü?
Elbette değil.
İnsanın ve toplumun gelişebilmesi için her türlü safrayı atıp yükselmeye, özgür düşünceye, kısacası aydınlanmaya ihtiyacı vardır.
Bu da ön kabulleri, şartlanmaları, kör inançları, bağnazlıkları, kabile asabiyetini yıkıp, boyunduruklardan kurtulmak demek.
İlk adım bu.