Türk edebiyatının ulu çınarı Yaşar Kemal’i 10 yıl önce 28 Şubat’ta 91 yaşında kaybettik. Onun ölümünün ardından içine düştüğüm dipsiz kuyuyu anlatmak gereksiz ama bu trajik ölümün üzerinden on yıl geçtikten sonra bile her sabah ona telefon etme isteğiyle uyanmam, kırk dört yıllık yakın dostluğun ve yaşadığımız unutulmaz günlerin yüreğime vurduğu bir mühür olmalı
Yaşar Kemal’in çevresinde esen, sanki kişiliğinin ve bedeninin ayrılmaz parçası olan, gittiği her yere, girdiği her mekâna, sanki onunla doğmuş gibi farkında olmadan taşıdığı bir rüzgâr vardı, ister yabancı ister bizden, ister köylü ister kentli, ister kadın ister erkek, herkesi etkisi altına alan bir rüzgârdı bu. Unutulmaz roman kahramanlarından Yel Veli gibi sürekli koşarak ölümden kaçmak istediği için oluşmuyordu bu rüzgâr. Koca gövdesiyle onu da yanındakileri de bazen lodos gibi sersemletiyor, bazen garbi yeli gibi ferahlatıyor, bazen şiddetlenip çevresinde ne varsa önüne katıp sürüklüyordu.
Onun hem kendi ülkesinde hem de dünyada çok sevildiğini bilmeyen yok. Bu sevgide, yapıtlarının gücü kadar rüzgârlı kişiliğinin de önemli yer tuttuğunu düşündüm hep. Çünkü bir yere girdiği zaman başlar ona dönerdi; sesi, konuşması, bedeni, davranışları dikkat çekerdi. (Onun için geçmiş zaman kipini kullanmak ne kadar zor.)
Hep Çukurovalı olarak algılanmasına rağmen, uzun ömrünün ancak küçük bir bölümü köyünde geçmişti. Onun asıl mekânı İstanbul’du. Yahya Kemal, Nadir Nadi, Cevat Fehmi Başkut, Mehmet Ali Aybar, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Sait Faik ve burada adını anmakla bitiremeyeceğim birçok şahsiyetin dostu, renkli bir İstanbul karakteriydi. Bu şehre Çukurova adındaki mikrokozmosun doğasını, kokusunu, insanını, kartallarını, ceylanlarını, turaç kuşlarını, ölmez otlarını, göçerlerini, masallarını, hayallerini taşımış, bunları modern romanla harman ettiği bir mitos atmosferinde tekrar yaratmıştı. Bu büyülü dünyayı, onun en sadık okurlarından biri olan Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand şöyle anlatmıştı: “Hayatım boyunca okyanus kıyısında yaşamak istemiştim ama olmadı. Şimdi, Yaşar Kemal’in romanlarını okuduğumda okyanusu hissediyorum.”
Onun ölümünün ardından içine düştüğüm dipsiz kuyuyu anlatmak gereksiz ama bu trajik ölümün üzerinden on yıl geçtikten sonra bile her sabah ona telefon etme isteğiyle uyanmam, kırk dört yıllık yakın dostluğun ve yaşadığımız unutulmaz günlerin yüreğime vurduğu bir mühür olmalı.

Ve türküler
Yaşar Kemal adı geçtiği, onu aramayı düşündüğüm ya da onunla ilgili bir şey hatırladığım zaman aklımda deli deli türkülerin dolaşması neden acaba? Ona telefon açarken “Üstü kan köpüklü meşe seliyim” derim içimden. Evine doğru giderken “Derde deva derler kartalın yağı” türküsünü mırıldanırım. Buluştuğumuzda bu kez onunla birlikte “Deryanın bekçisi ben oldum”u söyleriz. Böylesine tepeden tırnağa çiçek açmış, türküye durmuş bir başka insan gelip geçti mi bu dünyadan bilmem. Belki Karacaoğlan, belki Dadaloğlu, belki adını bile duymadığımız; dağların, koyakların, turaçların, kartalların, gazellerin türküsünü söyleyen bir başka ozan.
Yaşar Abi’yle hayatımızın kırk dört yılı birlikte geçti, kötü günler gördük, iyi günler gördük; gurbet acısı, ölüm acısı, parasızlık, hapis, linç, zulüm gördük. Ruhsati gibi “Ben ölüm acısı gördüm geçirdim / Ayrılık ateşi, gurbet var iken”i yaşadık. Ne var ki umudumuzu hiç yitirmedik; Yaşar Abi’nin insan soyuna duyduğu güven; güzel günler geleceğine, insanın tükenmediğine, insan yüreğinin dibindeki cevherin er ya da geç parlayacağına inanması, bundan zerre kadar kuşku duymaması, en zor zamanda çevresindeki herkesi ayakta tuttu. Yanındakileri de harekete geçiren enerjisi, neşesi ve sapasağlam duruşuyla gölgesini bunalmış insanlara cömertçe sunan bir Toros ağacı gibi. Bunca yıl ve bunca dert içinde, en çok ne yaptınız denirse buna ceva- bım; türkü söyledik, edebiyat konuştuk, güldük olur. Gerçekten bunları yaptık. Türkü söylemek dediysem öyle alçak sesle mırıldanmak ya da evlerde salonlarda saz çalarak söylemek değil. Stockholm’ün karlı caddelerinde, Paris’in geniş meydanlarında, İstanbul’un her yerinde, lokantalarda, uçaklarda, trenlerde, arabalarda türkü söyledik.
Türküler dedim madem, devam edeyim. Basınköy’deki evinden çıkar, çamurlu vadiden aşağı iner, Menekşe İstasyonu’ndan tıklım tıkış banliyö trenine binerek Sirkeci’ye giderdik. Bazen de onca yolu yürürdük. Çünkü derdi ki, “Allah iki Adanalıya yürü ya kulum demiş. Sakıp Ağa’ya yukarı doğru, Yaşar Kemal’e de Florya’dan Sirkeci’ye doğru.” Sirkeci dediysem bir maksadı var elbette: Kültür Merkezi’ne gidiyorduk. Kültür Merkezi oradaki 3 numaralı vapur iskelesindeki kasetçilerdi. Anadolu’nun her yöresinden adı duyulmadık yerel türkücülerin kasetleri satılırdı orada; biz de bunları alıp dururduk. Sonra evde dinler dinler coşardık.
Cembeli dinlerdik, “İpin ucu sendedir” dinlerdik, dengbejler, âşıklar dinlerdik. Halay türkülerinde elini “Hey hey hey” diye sallardı; “Yaşa be!” diye coşardı.
Ona en son türküyü, hastanede yoğun bakım odasında söyledim.(Evet, yoğun bakım odasında!) “Yaşar Abi” dedim, “dinle bak, seni cana getirecek bir türkü bu.
‘’Hele Kozan’a Kozan’a / Kozan’a destan yazana / Kurban olayım olayım / Küsüp de dağda gezene.”
Yüzü güldü, kollarına takılı serumları, tansiyon ölçen aletleri, bir sürü tıbbi cihazı söküp atmak ister gibi heybetle yekindi; “Atın burada mı?” dedi bana. “Hadi götür beni, kıratın burda değil mi?!” (Beyaz arabamı kastediyordu.)
Ölümden, hastalıktan kurtulmak, sokağa çıkmak, insanlarla konuşmak, hayata karışmak, kıratın sırtına atlayıp Köroğlu gibi yalçın dağlara vurmak istiyordu kendini. “Burada Yaşar Abi” dedim,“Gideceğiz merak etme, şu hastalığı bir atlatalım.” Kızdı bana; “Bahane uyduruyorsun, adam değilmişsin”dedi.
Anladım ki o yatağa bağlı kalmak canını çok yakıyor; kendimi aynı yatağa bağlanmış gibi hissettim; aynı şekilde can evim yandı ama ne yapabilirdim ki? Elim kolum sahiden bağlıydı.
Son yıllarda evden çıkması güçleştiği zamanlarda o şakacı haliyle “Hadi” diyordu, “Bir yerlere gidelim. Şah da ölür, padişah da!” Onunla lokantalara, parklara, çok sevdiği Botanik Bahçesi’ne gidiyor, dostumuz Nihat Gökyiğit ve oradaki uzmanlarla uzun sohbetler ediyorduk.
Zincirlikuyu’daki mezarına gittiğimde tuhaf duygulara kapılıyorum. Thilda’yı yıllar önce toprağa verdiğimiz yerde, “Yaşar Abi gerçekten burada mı?” diye düşünüyorum. Yan yana iki mezar var orada. Thilda ve Yaşar Kemal. Thilda’nın ölümü üzerine bu mezar yerini aldığında, Yaşar Kemal, yanlarındaki üçüncü yeri göstererek, “Burayı da sana alalım. Kıyamete kadar yan yana kalırız” dediğinde, dehşetle itiraz etmiş, “Yaşarken mezarımı görmeye katlanamam!” demiştim. Gülmüştü. Böyle zamanlarda hep yaptığı gibi dalga geçerek, “Tabii, hâkim oğlu naziktir, benim gibi köylü olsan aldırmazdın!” demişti. İşte şimdi köylülük konusuna geldik.
Hangi kökenden gelirse gelsin bu ülkede yaşayan herkes az ya da çok köylüdür. “Rus’u kazı, altından Tatar çıkar” sözünü hatırlayarak, “Türk’ü kazı, altından köylü çıkar” demek mümkün. Bugün kentli sayılanlarla köylü sayılanlar arasındaki ay- rım, kaç kuşak önce köyden çıktıklarıyla ilgilidir. Kiminin dedesi çıkmıştır köyden, kiminin babası, kimi de doğrudan doğruya köyden gelmiştir.
Osmanlı’da hanedan dışında bir aristokrasi oluşmasına izin verilmediği, biraz palazlanan ailelerin, şeyhülislamdan alınan, “Kanı ve malı helaldir” fetvasıyla, canlarını almakla yetinilmeyip servetlerine de el konulduğu için, dedesinin dedesi zengin doğmuş Türkiyeli zengin aileye pek rastlanmaz. Cumhuriyetle birlikte, ticareti elinde tutan ama Müslüman olmayan ailelerin tasfiye edilerek bir “milli burjuvazi” yaratılma amacı da bunda etkili olmuştur. Aristokrasi eksikliğini, Anadolu’nun kadim gelenekleri içinde kökleşmiş ve kendilerine göre soyluluk kuralları geliştirmiş birtakım aileler doldurmuştur. Bu aileler de Yaşar Kemal’in romanlarında çokça yer tutar.
Kendisine sığınan bir kişiyi düşmanına teslim etmemek için ölümü göze alan aşiret liderleri, kan davalı olduğu düşmanının bile soylu davranması gerektiğine inanan, evi kundaklandığı zaman “Benim düşmanım bu kadar onursuz muydu?” diye üzülen Çukurova beyleri, en karanlık, en zulüm ve kan dolu günlerde birdenbire parlayıveren bir yürek asaleti, Yaşar Kemal’in büyük eserini, köy romanı nitelemesinin çok ötesine taşır. Ondaki ana tema, Çukurova köylülerinin yaşadığı zor hayatı betimlemenin ötesinde; bu mikrokozmosta yarattığı, yaşattığı ve dramı değil trajik olanı ele aldığı, zaman zaman bir “katarsis”e ulaştırdığı, zamanı ve mekânı aşan boyutta bir yeryüzü gerçekliğidir.
Çukurova benim yalnız kendi doğduğum büyüdüğüm yer değil, bir çeşit romanımın vatanıdır. Örneğin İstanbul’da, Ankara’da, dünyanın herhangi bir yerinde rastladığım bir olayı, bir insani davranışı, bir roman kişisini yazarken Çukurova’ya, Çukurova’nın koşullarına, iklimine taşıyorum. Romanlarımda faydalandığım birçok kişiler, davranışlar, psikolojik durumlar, yaratışlar yalnız Çukurova’da öğrendiklerim değildir. Ben Çukurova’yı yeniden romanlarımda yaratıyorum. Yine tekrar edeyim, benim doğduğum büyüdüğüm güney, yalnız benim doğduğum büyüdüğüm yer değil; benim romanımın vatanıdır. Romanda yarattığım, işlediğim bence, yeni bir roman ülkesidir.
Orada bir roman ülkesi kurmama karşın günü gününe Çukurova’nın her şeyiyle, ekonomik, psikolojik, sosyolojik bütün durumlarıyla ilgileniyorum. En iyi bildiğim tarih, coğrafya Çukurova tarihi ve coğrafyasıdır.
Çukurova’da köy köy dolaşarak, hem de yaya, folklor derlemeleri yaptım. Hem de beş yıl. Ağıtlar, tekerlemeler, türkülü hikâyeler, bilmeceler derledim. İlk kitabım 1943 yılında yayınladığım, Çukurova’dan derlenmiş Ağıtlar adlı kitaptır. Köylülük durumu benim için, doğa karşısında bin yıllardan bu yana davranışını belirlemiş insanlıktır. Köklü psikolojik, sosyolojik durumlardır. ¹ ‘’
Dram değil trajedi
Onun eserindeki ayırt edici özelliğin; insan acılarını anlatırken dram değil, trajedi yaratması olduğunu düşünürüm. Bu boyut onu birçok yazarımızdan ayırır. Çünkü dramın ulaşacağı nokta, insanların çektiği acılara üzülmemize, yüreğimizin onlarla birlikte kanamasına, yani acındırmaya evrilir. Trajedi ise aynı olayları anlatırken, acındırma öğesine hiç başvurmaz, trajik olana ulaşır; bizi olayların zamanından ve mekânından koparıp insan soyunun yeryüzündeki serüvenini düşünmeye ve hissetmeye zorlayan bir arındırmadır. İnsan dram öğelerinin iyi işlendiği bir Yeşilçam filminde ağlayabilir ama en korkunç acılara yer veren trajedilerde (ve Homeros’u da düşündüğümüzde epopelerde), Euripides’te, Homeros’ta, Sofokles’te, hatta Shakespeare’de, Marlowe’da ağlayamaz, ancak ürperir; bazen dehşetle ürperir, kökten sarsılarak ürperir.
Yaşar Kemal bunu roman teorisinde bilinçle kullanan bir yazardır. Rastlantısal olarak bu noktaya varmış değildir. Şöyle der:
‘’Epopede kişisel psikoloji yoktur diyenlerle aynı düşüncede değilim. O parça benim için, bildiğim kadarıyla, edebiyatın insan psikolojisini en derinliğine inerek veren bir parçasıdır. Bugünün modern romanı, on dokuzuncu yüzyılın büyük romanında bile böylesine sağlam, gerçek bir psikolojiyi zor buluruz.1 ‘’
Sözlerimin daha iyi anlaşılması için bir örnek vereyim: Diyelim ki, konumuz oğlu öldürülmüş bir babanın acısı olsun. Bu acıyı binbir değişik yolla verebiliriz; onunla birlikte ağlayabiliriz, baba yüreğinin nasıl yanıp tutuştuğunu etkili sözcüklerle betim- leyebiliriz, oğlu doğduğu zaman onun minik ayaklarını öpüşü gibi birçok duygulandırıcı sahne yaratabiliriz. Bu dramatizasyondur. Ama Homeros böyle yapmaz; bu yolların hiçbirine başvurmaz; ya ne yapar? Yaşar Kemal’in sık sık verdiği bir örnek, Kral Priamos’un, oğlunun ölüsünü almak için Akhilleus’a giderkenki durumudur.
Truva surları önünde oğlu Hektor’un, Akhilleus tarafından öldürülüşünü ve at arabasına bağlanan cesedinin sürüklenerek düşman karargâhına götürülüşünü izlemek zorunda kalan Kral Priamos’un acısını, belki de bulunabilecek en etkili biçimde anlatır Homeros. Bu acıyı, hiçbir sözcüğün dile getiremeyeceği, “kelimelerin kifayetsiz kaldığı” bir eylemle aktarır. Gururlu Kral Priamos, o gece kılık değiştirerek düşman karargâhına sızar, Akhilleus’un çadırını bulur ve oğlunun katilinin önünde diz çökerek, ayaklarına kapanarak, hatta evladını öldürmüş olan kanlı ellerini öperek ona Hektor’un cesedini vermesi için yalvarır. Kralın gururunu ve intikam duygularını ezip geçen bir andır bu; öyle ki oğlunun katilinin önünde kendini bu derece aşağılamanın, küçük düşürmenin şaşırtıcılığı, çektiği büyük acıyı bizim de dehşetle kavramamıza yarar.
Bir yeryüzü temasıdır bu.
Ve Yaşar Kemal bir yeryüzü romancısıdır. Evrenseldir.
1 Ağacın Çürüğü, YKY, 2011,4. Baskı,“Edebiyat ve Teknoloji Üstüne-Kasım 1977”, sf.207.