19 Nisan 2024, Cuma
28.10.2022 04:40

Bir gecede kültürsüz mü kaldık?

Bilenler bilir: Dilin yaşayan bir varlık olduğu ve zorlamalarla değiştirilemeyeceği gerçeği üzerine pek çok yazı yazdım. Zorla kelime tutturulmak istenmesine de hep karşı çıktım, şöyle örnekler verdim: Kalp, yürek, gönül, yaklaşık anlamlarmış gibi gelir bize. Kalp yerine yürek denebilir zannederiz ama mümkün değildir bu. Dilin ruhu ve yapısı bozulur. İyi edebiyat, üç kelimeyi de yerli yerinde kullanmakla sağlanabilir. Gelin bu kelimelerin tersini düşünelim: Kalp yerine kalpsiz; yürek yerine yüreksiz, gönül yerine gönülsüz dersek bambaşka ve birbirine çok uzak anlamlar çıkar. Bu kelimeler, sırasıyla acımasız, korkak ve isteksiz diye apayrı yerlere gider. Demek ki bir dile yerleşmiş olan kelimeleri değiştirmek sanıldığı kadar kolay değil.

Dikkat ederseniz bu kelimeler, ağır Arapça Farsça değil, halkın konuştuğu dil. Kökeni ne olursa olsun benimsemişiz, şiirlerimize geçmiş, atasözlerimizi oluşturmuş. Kelime dışlamak edebiyatsız kalmak anlamına gelir. Ne var ki buradaki ince nokta o kelime ve kavramın halk tarafından benimsenmiş olması, küçük bir seçkin grup tarafından değil.

AKP’li bir siyasetçi bu tartışmayı tekrar gündeme getirdi ama edebiyatçı ve kültür insanı olmadığı için kulaktan dolma bilgilerle iddialarda bulunuyor. Bir gecede kültürsüz, dilsiz kaldık klişesini tekrarlıyor.

Şu beyti okuyun lütfen:

Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun eyledi felek
Yazan Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim. (Namık Kemal beyin Osmanlı tarihinde geçiyor. )

Bir de şuna bakın:

Ezel bahar olmayınca
Kırmızı gül açmaz imiş
Kırmızı gül açmayınca
Sefil bülbül ötmez imiş
Bu da İran tacidarı, Şah İsmail’e ait.

Sizce hangisi Türkçe, hangisini daha kolay anlıyorsunuz?

İçinde gül gibi Farsça kelimeler geçmesine rağmen Şah İsmail’in dörtlüğü bize daha yakın değil mi?

Oysa ideoloji ve kavmiyet noktasından bakınca, Yavuz Selim’e daha yakın olmamız gerekmiyor mu?
İşte kültürü dar siyaset pencerelerine sıkıştırmak böyle vahim sonuçlara yol açabiliyor.

Anadolu’da asırlar boyu yaşatılan Türk şiiri ve müziği Osmanlı sarayına girememiştir. Osmanlı müziğinde, öz çalgımız olan saz/bağlama/çöğür/cura yoktur. Türkçe şiir de yoktur. Ne Karacaoğlan, ne Dertli, ne Emrah, Ne Dadaloğlu, ne Pir Sultan Abdal.

Yanlış anlaşılmasın. O da önemli şairler, bestekarlar yetiştirmiş değerli bir kültür mirasımızdır, tarihimizin ve kimliğimizin bir parçasıdır ama ölü bir dildir artık.

Siz olaylara Osmanlı/Cumhuriyet siyasi ayrımından baktığınız için ufkunuz daralıyor. Bir kültürün ötekini reddetmesi gibi katı bir dönüşüm var sanıyorsunuz.

Oysa bakın 2. Abdülhamid ne diyor: ‘’Tebaam arasında en geri kalmış olanlar Müslümanlardır. Okuma yazma bilmezler. Çünkü bu yazı çok zordur. Dokuz yılda öğrenilir.’’
Osmanlı’nın son yıllarında, yazıyı sadeleştirme çabalarına şahit olmamız bundandır.

Dil, yazarların ve dilbilimcilerin işidir, siyasetin boyutunu aşar. Çünkü dil bir yazarın elinde, terzinin kumaşı gibidir.

Bu yüzden şimdi edebiyatımızın dev bir isminin, Yaşar Kemal’in tanıklığına baş vuracağım. (Bu büyük yazarın yazılı edebiyatımıza yüzlerce kelime kattığını ve ‘Yaşar Kemal Sözlüğü’ adında bir kitap yayınlanmış olduğunu da belirtmiş olayım.)

Bu sözler ona ait:

‘’Mustafa Kemal, kendine dönüşü bir yöntem olarak almış. Mustafa Kemal gelmeseydi, Yunus Emre’yi çok zor keşfederdik. Karacaoğlan’ı, Köroğlu’su güme giderdi. İstanbul’la sınırlı taklit kültür, halkı etkileyememişti. Oysa şimdi durum değişti. Artık tüketici kültürü söz konusu. Radyoyu, televizyonu halka satmak zorunda. Ellerinde büyük güç var. Sinemanın, televizyonun gücü, dehşet bir güç. Buna karşı ulusal kültürleri savunmak kolay olmuyor. Türkiye’yi yönetenlerin çoğu da, kimi bilerek, kimi bilmeyerek onların yanında.’’

Batı kültürünü özümsemek başka, batı kültürünün maymunu olmak başka. Biz, iki yüz yıldır batıya öykünüyoruz. Bunun için de yaratamıyoruz. Mustafa Kemal çağında kendimize, kültürümüze bir dönüş başladı. Biz o çağda büyük bir kültür tortusuna sahip olduğumuzu anladık. Kendi halk değerlerimize kavuştuk.1

‘’Millet olarak ne zaman bağımsız olmuşsak, dikkat edelim, o zaman yaratıcı olmuşuzdur. Bir Nâzım Hikmet’i yaratan, Mustafa Kemal çağının bağımsızlığı, kendine dönüşüdür. Ve hâlâ yaratıcı gücümüz azıcık da olsa sürüp gidiyorsa Mustafa Kemal çağının bağımsızlık düşüncesinden dolayıdır.2’’

‘’Mustafa Kemal Paşa, aşağılanmış bir insanlığın bağışlamaz öfkesidir. Bugünlerde ulusumuzu demokrasiye, insan haklarına layık görmeyenleri de bağışlamayacaktır. Ulusal onuru kırılmış bir ulusun, kendini korumak için yapamayacağı şek yoktur.’’1

‘’Ben diyorum ki, korkulmasın, dünyanın hiçbir yerinde, durum ne kadar umutsuz olursa olsun, ilericiler öyle uzun zaman gericilere yenik kalmazlar. Mustafa Kemal ortaya çıktığı zaman, durum umutsuzun umutsuzuydu, yenildi mi? İnsan, umutlu olsun diye bundan sağlam, bundan güzel örnek mi olur?

Gericiler ne kadar birleşirlerse birleşsinler, karşılarındaki ilericiler daha güçlenecektir.

Bugünkü, bu gelip geçici duruma bakıp umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok..’’.2

Yazdıklarımın bugünün kutuplaşmış Türkiyesi’ne, özellikle de gençlere çelişkili geleceği kafa karışıklığı yaratacağını biliyorum. Ne yazık ki aradan geçen yıllar içinde bilinçli olarak yaratılan kutuplaşma, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yetişen kuşaklardaki anlayışı sezmemizi engelliyor. Öyle ya; Yaşar Kemal Kürt değil mi, düşüncelerinden dolayı hapse mahkûm edilmedi mi, solcu değil mi, TİP’in kurucuları arasında yer almadı mı, ömrü boyunca cuntalara, darbelere, faşizme karşı savaşmadı mı? O halde nasıl olur da Mustafa Kemalci olur!

Bu noktada tekrar Alman tarihçi Hans-Jörg Gadamer’e ve onun hermeneutics metoduna sığınmak zorunda hissediyorum kendimi. Geçmişteki her olayı, ilk kaynağa giderek, o dönemin koşulları içine yerleştirerek, yani bir çeşit yorumlayarak anlama metoduna. Keşke bu konular gündelik siyasetin malzemesi olmaktan çıkarılıp daha derin tartışılabilse. 

1 Ustadır Arı, YKY, 2004, 1. Baskı, “Yöneticilere İkinci Mektup: Ulusal Onur Sorunu Üzerine - 29.8.1989” sf. 121.
2 Zulmün Artsın, YKY, 2009, 3. Baskı, “Umutsuzluğa Düşmenin Gereği Yok -18.2.1962”, sf. 22.