Bazı insanlara bir hayat yetmez. Yaşadıkları zaman dilimi içinde hayatı başka pencerelerden seyretme ihtiyacı, onları maceradan maceraya savurur. Böyleleri için en büyük tehlike “başarıya ulaşmak”tır. Çünkü başarı insanı zehirler, uyuşturur, hareketsiz kılar; yaratıcılığını, heyecan ve mizah duygusunu öldürür. Tanrı bizi böyle başarılardan korusun!
Düşünün ki gençliğinizde bir iş tutturdunuz. Bu iş size para kazandırdı, rahat bir hayata kavuştunuz; iyi bir evde oturuyor, güzel lokantalarda yemek yiyebiliyor ve tatil yapabiliyorsunuz. Yediniz, içtiniz, gezdiniz, tozdunuz. Peki sonra? Sonrası koca bir boşluk, bir sıkıntı, bir hiçlik duygusu. Bunu en iyi anlamış olanlardan birisi, oyun yazarı Tennessee Williams’tı. Bu harika adam “Glass Menagerie” adlı oyununun başarı kazanması üzerine büyük bir sinir krizi geçirdi.
Şöyle anlatıyordu: “Bu başarıdan önce yaşadığım, dayanıklılık gerektiren, dişle tırnakla didinmeyi şart koşan bir hayat tarzıydı ama iyi bir hayattı. Çünkü insan organizması böyle bir hayat için yaratılmıştır. Bu durum kaybolana kadar fark etmemiştim. Oturdum, kendime baktım ve birden depresyona girdim.” Williams, sinir krizi geçirdikten sonra daha başarılı bir eseri olan İhtiras Tramvayı’nı yazdı. Bu “Şeytan azapta gerek” durumunu Dostoyevski de çok yaşadı. Bir romanının başarı ve para kazanması üzerine kumarhanelere gider ve bütün parasını kaybederek yeni bir roman yazma zorunluluğu ile karşı karşıya kalırdı.
Pablo Picasso durmadan resim tarzını değiştirir ve kendisine ün-para sağlayan bir tarzın konforunu terk ederek yeni riskleri göze alırdı. Rahat bir hayatı olan muhasebeci Gauguin bu yüzden evini, karısını, çocuklarını terk edip sonu Tahiti’de frengiden ölümle bitecek bir maceraya atılmıştı.
Bu duygular elbette karnı doymuş insanlar için geçerli. Açlık ve geçim sıkıntısı, bunların hiçbirine yer bırakmaz.
Ayrıca belki biraz da sanatçılar bu delilikleri göze alıyorlar. Çünkü yaşadıkları hayata dışarıdan bakabiliyor ve kendilerini bir roman kahramanı olarak görüyorlar. O zaman da içinde bulundukları güvence ve başarı ortamı onlara son derece yavan, tatsız tuzsuz ve sıradan geliyor. Bu dünyadaki konukluk süreleri bitmeden, fırtınalı denizlerin tuzunu hissetmek ve diğer insanların “delilik” diye niteleyeceği maceralara atılmak istiyorlar.
Çünkü sonunda şöhretten de bıkılır, başarıdan da… Ünlü olmanız, artık kendinizi sınamayacağınız anlamına geliyor; yani ölüm gibi bir şey. Bu yüzden bir gökdelenin tepesinden aşağı atlamak isteği duyan bir adam gibi kendinizi durmadan yeni risklere fırlatmak istiyorsunuz. Sonunda Neruda gibi “yaşadığınızı itiraf etme” noktasına geliyorsunuz.
Brel’in adası
1980’li yıllarda Paris’te oturuyordum. Jacques Brel’in bir albümü çıkmıştı. Heyecanla plakçıya koşup aldım, defalarca dinledim. Beyaz bulutlu mavi bir gökyüzü resmi vardı kapakta. Bu albümün çıkışı büyük heyecan yaratmıştı. Çünkü Brel bir adaya kapanmış, inzivaya çekilmiş, müzik âleminden ve büyük şehirlerin patırtısından gürültüsünden uzak kalmayı yeğlemişti. Şarkılarını ve şiirlerini yıllardır duyamıyorduk. Ölümünden önce dinleyicileriyle vasiyetini paylaşmak istemiş olmalı ki; yeni şarkılar yazıp bu albümü çıkarmıştı. Sonra herhalde “Artık ölebilirim!” diye düşündü ve öldü. Son yıllarını geçirdiği adada ıssız ve rüzgârlı bir tepeye gömüldü.
O albümdeki şarkıları tekrar tekrar dinlerdim. Damarlarımda şimşek gibi gençlik enerjisi dolaşırken, büyük şair şarkıcının bu kırgınlığına, yorgunluğuna bir anlam veremezdim. Yalnız onu değil, bir dönem Yunan adasına kapanan, daha sonra Tibet’te Budist rahiplerin arasına karışan Leonard Cohen’i de anlayamazdım.
Öyle ya; mücadele edecektik, dünyayı daha yaşanır bir yer haline getirecektik, dünya güzeldi, insan soyu özünde iyiydi. Sonra yıllar teker teker benim de omzuma binmeye başladı. Baktım ki dünya güzel olmasına güzel de insanoğlu sandığım kadar iyi değil. Kıskançlık, kötülük, cehalet, bencillik sarmış dört yanımızı. “Herkes kendisine bir ada bulmalı!” demeye, insanların kötülüğünden kurtulacağım manevi Brel adaları aramaya başladım.
İnsan hırsının bozamadığı doğa parçalarının sükûnetini özledim. İp çekme oyununda, asıldığım ipi bırakarak, “Ben yokum artık!” diyebilmeyi düşledim. Ve bu süreç içinde beni en çok yaralayan şey; “insanlara eskisi kadar güvenmemek” oldu. Meğer insanlar benim sandığımdan çok daha kötüymüş. İyi insanlar da kendilerine sığınacak Brel adaları ararlarmış. Bir de şu sözün anlamını daha derinden kavradım. “Yıl uğursuzun!” Eskiden bu sözün ne anlama geldiğin bilmezdim, şimdi biliyorum. Ne yazık ki biliyorum.
Zalim kentler
Odamızdaki duvarın rengi bile bilincimiz üzerinde etki yapıyor. Kokular, renkler, sesler bilinçaltımızı etkiliyor. Koskoca kent de, genleri bozulmuş bir dinozor canavarlığıyla ruhlarımız üzerine abanmakta. Böyle bir kentte yaşayan insanların ruh sağlıkları yerinde olamaz. Velhasıl kaçak bina, demir filizi, dışkı kokusu, sülfür dumanı, ezilip asfalta yapışmış kanlı hayvan gövdeleri ve etrafımızda vızır vızır uçuşan kurşunlarla dolu bir hayat sürüyoruz. Ve bunun sonucu olarak da herkes birbirine düşüyor. Ne politikacı kurtulabiliyor bu hoyratlıktan, ne köşe yazarı, ne işçi, ne memur.
İnsan bedeni denilen mucizenin istekleri, sakınımları, kendisine yönelen tehlikeleri algılayış biçimi, bağışıklık sistemi ve ritmi çok önemli. Bu önemli bilgiler Doğu uygarlıklarında kuşaktan kuşağa aktarılmış ve önemli birikim oluşturmuş. Batı uygarlığı ise bu bilgileri küçümseme eğiliminde. 300 yıllık tıp bilgilerine dayanarak, binlerce yılın birikimini taşıyan insanlık deneyimine karşı çıkıyor. Elbette ki modern tıp inkâr edilemez, edilmemeli. Ama modern tıptan önce hastalarını tedavi etmek zorunda kalan insanların birikimi de çok önemli.
İnsanlar çoktan beri doğal gelişimlerini terk etti. Oysa biz de doğadaki diğer canlılar gibiyiz. Onlara benzer içgüdülerimiz, sezgilerimiz, doğal yeteneklerimiz var. Ama iyice yalıtılmış bir yaşamda bunları teker teker yitiriyor, garip yaratıklar haline geliyoruz.
Doğal yaşamda televizyon, otomobil, asansör, nükleer silah yok. Bu buluşlar bir yandan hayatımızı kolaylaştırıyor, bir yandan da bizi türümüze yabancılaştırıyor. İnsanoğlu dört ayak üstünde yürüyordu. Bir an geldi; ayağa kalktı. Homo erectus (Latince, dik insan) oldu. Acaba bugün milyonlarca kişinin bel ve omurga rahatsızlığı çekmesinde, homo erectus aşamasının henüz tamamlanmamış olmasının etkisi yok mu? Canlılar içinde en zor ve sancılı doğum yapanın, insan türünün dişisi olması da buna bağlanabilir mi?
Bütün bunlar sadece bedenle ilgili. Ya modern yaşamın ruhlarımız üzerindeki tahribatına ne buyrulur? İnsanoğlu kendi cinsini kitle halinde yok eden tek canlı türü! Bunu hiçbir hayvan yapmıyor. Kendi cinsinden olanı öldürmüyor. Kendi türüne işkence etmiyor. İşkence kavramı başlı başına bir insan icadı! Doğada işkence yok. Kısacası dünyanın en vahşi yaratıkları bile, insanların birbirlerine uyguladığı zulmü bilmiyor, tanımıyor. Din savaşları, kitle katliamları, işkenceler, atom silahları… Dünya sakinleri arasındaki en zalim tür olmak da bir “insanca yanlış” mı acaba?