10 Ekim 2024, Perşembe Gazete Oksijen
13.09.2024 04:47

Değinmeler

Toplum ahlaksızlığa, şiddete, değersizleşmeye itildikçe çürüdü, duyarsızlaştı, merhamet denilen duyguyu unuttu. Ve aslında aranan; o narin bedenlerle birlikte adalet. Art arda gelen trajik olaylar sosyal medyada feryad eden bir avuç insanı ilgilendiriyor. Gerisi vur patlasın çal oynasın… Biraz da ekonomi düzelse, hiçbir şey umurlarında değil


Narin’i aradılar günlerce, bir dere yatağında buldular, Gülistan Doku hala kayıp, Rabia Naz kim vurduya gitti, Nadire’nin hesabı sorulmadı, trende kaybolan genç hayatlar muallakta kaldı, Cemile hala buzdolabında, Şenyaşar ailesi dayanılmaz acılar içinde. Bu liste böyle uzar gider. İçi yanan, kavrulan aileler son bir gayretle adalet arıyorlar. Ama ‘yüreklerin kulakları sağır’.

Sadece yargıdan, devletten değil toplumdan da bahsediyorum. Toplum ahlaksızlığa, şiddete, değersizleşmeye itildikçe çürüdü, duyarsızlaştı, merhamet denilen duyguyu unuttu. Ve aslında aranan; o narin bedenlerle birlikte ADALET.

Bu trajik olaylar sosyal medyada feryad eden bir avuç insanı ilgilendiriyor. Gerisi keyfini bozmadan, vur patlasın çal oynasın düzenini sürdürme peşinde. Hele biraz da ekonomi düzelse, hiçbir şey umurlarında değil. Sahtekarlıktan hapse düşen kişiler herkesin bildiği nedenlerle tahliye edildikten sonra Instagram hesaplarına hücum ediyor…

Ağzını açan siyasetçinin ‘millet, millet’ diye göklere çıkardığı yapıyı kutsal ve dokunulmaz kılarsanız sonuç bu olur. Bir halkın içinde alim de vardır zalim de, namuslu da vardır namussuz da. Hepsini aynı kefeye koymak, en azından iyi insanlara haksızlıktır.

Ayrıca toplumlar statik değil dinamiktir. Zamana ve zemine göre değişirler. Zeitgeist sözü bunu anlatır.

Okumayı yeni söktüğüm ve her gün kapıya bırakılan Yeni Sabah gazetesindeki haberleri hecelemeye çalıştığım o heveskar çocukluk dönemiydi. Şimdi 78 olduğuma göre demek ki 70 yıldan fazla geçmiş aradan. Artık çoğu soluk bir hayale dönüşmüş olan babam, annem, dedem, babaannem ve kardeşlerimle kahvaltı sofrasındaydık. ‘Bırak gazeteyi’ ihtarlarını duymazdan gelerek bir haberin başlığını yüksek sesle okudum ve ‘Baba, ırza geçmek ne demek?’ diye soruverdim. Büyükler birbirine baktı, bir sessizlik oldu ve annem ‘Çok ayıp. Sus bakim. Kahvaltına devam et!’ diye payladı beni. Ama okuduklarım aklıma takılmıştı bir kere. O zaman ne bilgisayar var, ne Google, ne televizyon… Savcı evi olduğu için bir sabit telefon dışında hiçbir şey yok. Bir türlü ‘ırza geçme’nin ne demek olduğunu anlayamadım. Aklıma takıldı. O zamanlar hiçbir şey uluorta konuşulamazdı. Baba eve geldiğinde kalkılır ve terlikleri çevrilerek kapıda karşılanırdı. Küfür ise arkadaşlar arasında bile yoktu.

Ertesi gün en küçük amcam ‘ırza geçme’yi münasip bir dille üstü kapalı anlattı. ‘Bu lafları kullanma, çok ayıp’ dedi.

Bugünkü küfür kıyamet ortamında o edepli günleri çok özlüyorum doğrusu. Gençlerin konuşma ve yaşama alışkanlıklarını görünce, artık bu dünyaya uyum gösteremeyeceğimi anlıyorum. Uyum göstermek de istemiyorum zaten. Amerikan popüler kültüründen dalga dalga yayılan bu yeni hayatı reddediyorum.

Nedense yanlış bilginin yayılma gücü çok fazla. Hemen hemen her şey internetten öğrenildiği için de bu yanlışlar artıyor. Ayrıca bazı gruplar, tarihi ve bugünü çarpıtan video ve mesajlarla gençliği yönlendirmeye çalışmakta. Bunun önüne geçmenin tek yolu her mesajı bir karine ile, genel bilgi bağlamında değerlendirmek. Örneğin Nazım Hikmet’e, Cemal Süreya’ya, Can Yücel’e mal edilen o berbat ve vıcık vıcık duygusal manzumelerin bu has şairlere ait olamayacağını kavrayabilmek. İşte gereken bu.

Dil gidince her şey çöker.

Muhatap kelimesi bir süredir ‘muhattap’ oldu. Anlı şanlı insanlar, siyasiler ekrana çıkıp utanmadan ‘muhattap’ diyor.

Bir mezarda ‘….meftundur’ yazısını gördüm. Kan beynime sıçradı. Medfun yani defnedilmiş, ama kelime meftun diyor. Demek ki gömülen, mezara tutkunmuş.

Bir başka sorun; ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ sözü. Bu kullanımın aslı ‘Kol kırılır yen içinde’ idi, kalır denmezdi.

Başka marifetlerinin yanısıra Türkçe’ye yaptığı iyilikler ile de tanınan Tansu Çiller bu sözü yanlış kullandı ve nedense herkes benimsedi. Ne neyin içinde kalıyor; kol mu yen mi belli değil. Oysa sözün aslı ne kadar güzel.

De’leri, ki’leri doğru kullanmıyorsunuz dedikçe hepsini ayırmaya başladılar. Yazılar, mesajlar anlamsızlaştı.

İnanın yazıları korka korka okuyorum artık. Bilgili insanlar bile bu yanlışı yapıyor.

Daha çok örnek var. Bu işten yakamızı nasıl sıyıracağız bilmiyorum.

İngilizce okul kitaplarında 70.000 kelime var, bizde 10.000. Bunun da en fazla onda biriyle konuşuyor gençler.

Bir de fazla miktarda ‘yani’ kullanılmaya başlandı, ‘yani’siz cümle yok gibi.

Bu da cümle kurmadaki yetersizlikten kaynaklanıyor.

İnanın bana eskiden, en eğitimsiz sanılan insanlar bile doğru düzgün cümle kurardı. Şimdi cümle yok. İlkel seslerle soslanmış kopuk kopuk kelimeler var. Bu eksikliği, her ifadenin sonuna ekledikleri a ve k ile kapatmaya çalışıyorlar. Kızların da kullandığı bu küfür, yerleşik bir form halini aldı.

Türkçe, Asya ve Ön Asya’daki kavimleri, toplulukları birleştiren bir bağdır. Diğer diller gibi kültürü kuşaktan kuşağa aktarabilmenin en önemli ögesidir. Dilini yitiren bir uygarlık ayakta kalamaz. Şu anda Türkçe can çekişiyor.

Batı’da tarih ve dilbilim her zaman siyasetin baskısı altında. Kurnaz insanlar doğrusu.

Yıllarca Ural-Altay Dil Grubu’na bağlı olarak bildiğimiz, Fince ve Macarca’yla akraba olduğu söylenen Türkçe’yi bu gruptan çıkarıp Japonca-Korece dil grubuna koymuşlar.

Daha önce de biliyorsunuz, adı Roma İmparatorluğu olan medeniyeti, Müslümanlar fethetti dememek için Bizans’a çevirdiler. Oysa Byzas daha eski bir koloniydi, Konstantin’in devam ettirdiği devletin adı ise Roma İmparatorluğu’ydu. Doğu Roma bile demediler, Bizans dediler.

Şimdi Türkçe’nin ait olduğu dil grubunu değiştirip, Doğu’ya itiyorlar. Ne gariptir ki bu da Türkiye’nin Avrupa’dan dışlanıp Orta Doğu ülkesi yapılma stratejisi döneminde oluyor.

Osmanlı’yı Balkanlardan atmaları, yalnız Batı’nın gücüyle değil, Osmanlı’daki iç kargaşa, liyakat eksikliği, nepotizm, yolsuzluk, fakirleşme ve iç rekabet hırsıyla açıklanır. Doğrusu da budur.

Bir animasyon filmi gibi bakarsanız bizi önce Avrupa’dan attılar, gelip Trakya ve Anadolu’da tutunduk.

Şimdi daha da Doğu’ya itmek istiyorlar.

Ve biz o dönemdeki gibi birbirimizi yemekle meşgulüz.

Meclis kürsüsünde konuşma yapan milletvekiline saldırıyorlar, stadyumdaki kulüp başkanını yere yuvarlıyorlar, trafikte silahlar konuşuyor, magandalar her yerde.

Cinayetlerin üstü örtülüyor, devlet kurumları verileri çarpıtıyor, herkeste kuşku, korku ve yarınından emin olmama hali.

Buna rağmen yoksul olduğu her halinden belli bir vatandaş çıkmış: “Bu millet yükseltmeyi de bilir, indirmeyi de, ayağınızı denk alın. Bak son seçimde AKP’yi nasıl indirdik” diye övünüyor.

Yahu kardeşim acı çeken, daha da yoksullaşan, gelecek kış ısınma derdine düşecek olan sensin. Siyaset birilerini yükseltme, birilerini indirme oyunu değil. Kendi kaderini böyle çizdin, hiç olmazsa biraz düşün.

Ekrana din alimi olduğu sanılan bir adam çıkmış. Hz Muhammed, filozof Eflatun’a (Platon) İslam’ı tebliğ eden bir grubu gönderdi ama o bunu kabul etmedi diyor. Karşısındaki gazeteci de aval aval dinliyor. Derin hoca ya bu adam. Sakalından belli.

Diyemiyor ki ’’Sen ne diyorsun yahu, Platon Muhammed’den bin yıl önce yaşadı. Ne tebliği, ne reddi.’’

Kapkara bir zift kuyusuna batmış gibiyiz. Debelendikçe daha da çok batıyoruz. Cehalet her geçen gün yükseliyor, üstelik övülüyor da.

Ekranlar profesör doktor, rektör, dekan gibi şatafatlı unvanlardan geçilmiyor.

Bunlardan birisi ekranda felsefeden konuşurken Dekartes diyordu durmadan. Dekart demeyi bile öğrenememiş ne yazık ki.

Sakallı Celal yüz yıl önce ‘’Meşrutiyet’i denedik olmadı, Cumhuriyet’i denedik olmadı; biraz da ciddiyeti denesek’’ diyordu.

‘Bizler Doğu’ya giden bir geminin güvertesinde Batı’ya koşan insanlarız’ saptaması da ona aittir.
Ne zeki adammış. Nur içinde yatsın.