Sokrates ve arkadaşları, Atina’daki Akademos zeytinliğinde yürüye yürüye konuştular, soru sordular, yanıtlar aradılar, düşündüler, hep düşündüler. Hatta yanıt bile aramadan, sadece soru aramak için bile sohbet ettiler, karşılıklı sorularla birbirlerinin zihnindeki soruları çoğalttılar. Bu önemli! Cevaptan çok soruyu artırmak önemli. Akademos zeytinliğinde dolaşarak sohbet ettikleri için çeşitli dillerdeki akademi kelimesi doğdu.
Düşünmek zaten çok önemli bir konu. Bir de böyle sohbet biçiminde olunca, yöntem olarak karşılıklı sorularla düşününce, işin boyutu değişiyor. Sohbet aslında bir sanat. Bizde eskiden “sohbet koyultmak” denirdi. Konuştukça, ama sorular arayarak, düşünerek konuştukça konular derinleşiyor, bazen başka kollara, alanlara gidiyor, koyulaşıyor.
Aslında bu yaşa, bu düşünceye gelince artık bakıyorum da dünyadaki birçok şey, -her şey diyeceğim de çok kesin olur diye söyleyemiyorum ama söyleyeyim- her şey bir ruh durumu. Olguların, kavramların anlamı senin o anda bulunduğun ruh durumuna, o sıradaki algılamana göre değişiyor. Algı meselesi! Algı’nın kapıları nereye açılıyor, nasıl algılıyorsun? Buradan da Montaigne’in o meşhur sözüne geliyorum: “Bana doğru gelen hiçbir düşünce yoktur ki, aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin.” Bu müthiş bir kavrayış.
Bakış açısını değiştirdiğin anda algıların, gördüğün gerçekler değişiyor. Ayrıca, aynı açıdan, aynı yerden bakarken bile kesin doğrular, durağan formüller yok ortada. Uzakdoğu’da bir mağaranın önündeki suda taşlar vardır. Dışarıdan bakınca altı, mağaradan bakınca yedi taş sayarsın.
Tennessee Williams insanlar birbirlerini kendi egolarındaki çatlaklardan görürler, diye düşünür. Ona göre, bu çatlaklardan bakılarak yaşanan hayat bir yanlış anlaşılmalar bütünüdür.
Elia Kazan’ın sahneye koyduğu İhtiras Tramvayı oyununu izleyip de pek beğenmeyince, aralarında gelişen iletişimi anlatırken bu konuya değinmişti Kazan. Williams’ın baktığı açıdan görülüyor ki, mutlak bir şey yoktur. Zaten buralarda, bu topraklarda binlerce yıl önce üzerinde düşünülmeye başlanmış temel konuların hâlâ tartışılması biraz da bu nedenle değil mi?
Varlık nedir? Tanrı nedir? Evrenin tanımı vs. Böyle aşırı genel konularla fazla uğraşmamak lazım. Şu anda bir kişinin evrenin sırrını çözmesi, Himalayalar’daki bir karıncanın Wall Street Borsası’nın işleyişini anlaması kadar imkansızdır. Bu konular karşısında insan ve kafası o kadar küçük ki. Sonsuzluk içinde kaybolmamak için şairlere, filozoflara ve tasavvufa bakmak gerekiyor.
Ayrıca, düşünce belirtirken şunu da unutmamak gerekir: Ortega Gasset’in meşhur sözü var ya, “Ben kendimle çevremin toplamıyım” diye, çok önemli, belki bazen “ortalamasıyım” diye de anlamak gerek bunu. Toplum bir yere doğru çekiyor bizi. Bu hep böyle olmuştur. Yazar da, sanatçı da, düşünür de toplumun içindeki bir bileşen. Karşılıklı bir etkileşim yaşanır elbette ve en az yazar kadar, toplum da gidilen yönde belirleyici olur. Toplumun gerilemesi sanatı da etkiler.
Toplum bileşik kaplar gerçeğine uygun biçimde her alanda belli bir noktaya kadar geriledi. Eski kuşakların hiç hata yapmadığı, de veya -ki bağlaçları yazılırken hâl eki olanlarla karıştırılması, iyi okullar bitirmiş bazı insanların hala ‘’yanlız’’ yazması, ‘’süpriz’’ demesi, kırk yıllık ‘’muhatap’’ı ‘’muhattap’’a çevirmesi gibi örnekler dayanılmaz geliyor bana. Böyle bir şey gördüğüm zaman birden okuduğum yazıdan soğuyorum, devam etme isteğim sönüyor. Artık her yazıya, bu kadar basit hatalarla karşılaşacağım korkusuyla başlıyorum.
Bu kadar tepki duymamam gerek, gözden kaçmış basit bir hatadan dolayı bir yazının değeri gözümden hemen düşmemeli, biliyorum, ama o kadar yaygın ki! Karşıma öyle çok çıkıyor ki! Oysa bunları konu etmiyor olmalıydık. Dil kullanımının birçok inceliği var. Düşünceyi berraklaştırmak, duyguyu derinleştirmek açısından, öyle değil de şöyle bir cümle kurmak, başka türlü bir anlatım gibi meseleler tartışılmalı. Böyle sözlük ya da ilkokul bilgisi düzeyinde hatalar, o kadar yaygın ki artık sinirlerim bozuluyor. Ana dilindeki en basit kuralları öğrenmeye zahmet etmeden görüş bildirmeye, kanaat bildirmeye hevesli ne çok insan var! Bir kısmı da akademisyen titri taşıyor ama Akademos zeytinliğinde dolaşanlarla hiç ilgisi yok.
Fikir geliştirmek, düşünmek, elbette çok önemli. Bazılarının buna hakkı yoktur diyemez kimse. Ama böyle bir şey yapmaya kalkışan herkes, öncelikle bu uğraşın hakkını vermeli. Birazcık zahmete katlanmalı. Anlatmaktan çok anlamaya uğraşmalı, öğrenmeye, okuyup dinlemeye öncelik vermeli.
Yücelme ve alçalma
İnsan soyunun bütün mücadelesi, kültür alanındaki bütün uğraşları, sonuçta anlama ve öğrenme çabasına dayanıyor. Bir yandan teknolojik gelişmelerle kendi yaşam koşullarını iyileştirmek, doğaya hakim olmak gibi konulardaki mücadelesinin yanı sıra, insanı hayvanlardan ayırma mücadelesi bu. Diğer hayvanlardan demek lazım, çünkü insan da bir mammal, bir memeli hayvan tabii. Ben dünyadaki kültür mücadelesini, şiirleri, felsefe kitaplarını, edebiyatı, resmi, bütün sanatları bunun içinde görüyorum. İnsanı hayvandan ayırma mücadelesi, aslında insan ruhunu yüceltme mücadelesine karşılık geliyor. Şiirler bunun için yazıldı, heykeller bunun için yapıldı, filozoflar bunu düşündü.
Ne yazık ki, biz o yücelme dönemlerinden birinde yaşamıyoruz. Tam tersine, şu anda para diktatörlüğü insanın ruhunu yücelten kültür ürünlerine düşmanlık yapıyor. Mal satmak için piramidin en altındaki, daha doğrusu bütün insanlardaki ortak hayvansal özelliklerine hitap ediyor.
İnsan da bir hayvan olduğuna göre, kuşkusuz biyolojik ihtiyaçları var. Sağ kalma güdüsü, doyma, barınma, üreme, güvenlik arama... Kapitalizm insan ruhunu yüceltmekle niye uğraşsın, en alttaki hazır taleplere eğilir. Milyarlarca insan et sever, karnını doyurmak ister; eti, soğanlı salçalı köfteyi, ekmeğin içine koyup veriyor. İlkel insan ne sever, seks sever, onun filmini yapıyor. Şiddet sever, şiddeti veriyor. Şekerli meyan kökü şerbeti içiriyor. Bunlar iyidir diyor, senin için başka önemli bir konu yok, başka meselelerle uğraşma diyor. Bunların yeterli olduğunu anlatıyor ve bunun övgüsünü de yapıyor.
Daha çok satmak, satışı garantiye almak için üreten bir sistem. Bu ekonomik sistemin doğal sonucu, dünyanın standartlaşması oluyor. Buradan bir uçağa binip on saat uçuyorsun, Asya’ya gidiyorsun örneğin, bakıyorsun aynı filmleri seyrediyor insanlar, aynı mağazalardan alışveriş yapıyor. Kültürel, yerel zenginlikler kayboluyor.
Eskiden insanlar dünyanın diğer bölgelerinden habersizdi. Büyük çoğunluk, doğduğu yerde ölürdü. Karşıdaki tepenin arkasını bilmezlerdi, dünyayı oraya kadar sanırlardı, öyle algılarlardı. Dadaloğlu, ‘’Ben dünyayı Osmanlı’nın sanırdım/ Meğer dünya dört sultanlık yer imiş’’ diyor. Osmanlı’nın dışında da bir dünya var diye şaşırırken, hayalinin geldiği yer de o kadar, dört sultanlık.
Yeni tanrı
Kitle iletişimi konusu da yeni tanrı olan paradan bağımsız değil. Bu vahşi düzenin birçok bilimsel gelişmeyi, büyük kolaylıklar sağlayabilecek onca üretimi iktidarların hizmetine sunması gibi, iletişim teknolojisi de geliştikçe kapitalizme hizmet eden bir güce dönüştü. İktidarların bir bileşeni haline geldi. İktidar dediğim, sadece siyasal yapılar değil, üretim sisteminin ileri gelenleri.
Kapitalizm ve kitle iletişimi eliyle, tarih boyunca yüceltilmeye çalışılmış, çeşitli rönesanslardan geçmiş insanın, tekrar hayvanlaşması süreci yaşanıyor. Biyolojik ihtiyaçlardan ibaret bir canlı gibi yaklaşılıyor.
Bunu yazarken biraz çekinmemin nedeni, bizde hayvan sözcüğünün küfür olarak, hakaret anlamında kullanılması. Batı’da hayvan hakaret değildir, “animal” diye, hayvan diye, kimse kimseye bir öfke dile getirmez. Evet, domuz derler bazen, böyle aşağılayıcı anlamda kullanılan örnekler de bulabiliriz, ama yaygın bir hakaret sözcüğü değildir hayvan. Herkes “animal”dır zaten. Bir de hayvanlar isim olarak kullanılır. Ayı var mesela, İsveç’te başbakan ismi. Björn Borg, tenisçi, adının anlamı ayı. Amerika’da bir partinin sembolü, eşek. Hindularda öküz kutsal.
Ben de aynı şekilde, yaşadığımız dönemde insanın tekrar hayvanlaşma sürecine döndüğünden söz ederken, “hayvan”ı hakaret sözcüğü olarak kullanmıyorum. Her şeyin satılık olduğu bu düzende insanın ilkelleştiğine dikkat çekmeye çalışıyorum. Bunda iletişim hızındaki artışın etkisi büyük. Kitle iletişimi zaten sorunlu bir alan, bir de bu yükselen hız! Gasset’ten söz etmiştim az önce, onun dediği gibi, hiçbir şey kitle kültüründeki yozlaşma kadar hızlı bulaşmıyor.
Bunun tek alternatifi düşünmek, düşünerek yaşamak. Hayvanlaşma sürecini, insan ancak diğer hayvanlardan ayırt edici özelliği ile aşabilir. Düşünebilen, daha doğrusu, metotlu düşünebilen tek hayvan olarak insan, ancak bu özelliğiyle kapitalizmin tahribatından korunabilir, kitle iletişiminin yozlaştırıcı etkisini ancak böyle aşabilir.