02 Mayıs 2024, Perşembe Gazete Oksijen
09.02.2024 04:30

Edebiyat ve deprem

Edebiyat bir oyun mudur? Modaların etkisinde kalan birçok kişinin bu soruyu “evet” diyerek yanıtlayacağını biliyorum. Çünkü Batı’dan hep böyle sinyaller geliyor. Gılgameş’ten, Manas’tan, Homeros’tan bu yana akıp gelen ve içinde Dante’lerin, Cervantes’lerin, Shakespeare’lerin, Yunus Emre’lerin yıkandığı ulu nehrin yatağını değiştirmek istiyorlar. Onlara göre edebiyat, insan soyunu ve onun psikolojisini anlamak, daha doğrusu doğanın insandaki uzantısını sezdirebilmek için ortaya çıkmış bir söz sanatı değil; sadece bir oyun. Yazarlar ve eleştirmenler arasında bir şaka. Bu yüzden Batı edebiyatı yıllardır, Borges’te bol bol görülen, bir kişinin ikiye bölünmesi, Gotik şehirlerde ikizini görmesi gibi dillere pelesenk olmuş klişelerden bir türlü kurtulup Nâzım’ın deyimiyle “sokağa çıkamıyor.” Oysa bu yenilik değil. Dostoyevski yıllar önce Karamazof Kardeşler’de yapmıştı ama oyun olsun diye değil. İçindeki iki eğilimin karşı karşıya konuştuğu İvan karakterini anlayabilmemiz için. Ayrıca Thomas Mann da Doktor Faustus’ta Leverkühn karakterine böyle bir kişilik bölünmesi yakıştırır.

Bu sözlerim sakın yanlış anlaşılmasın: İlk gençlik yıllarımdan beri bir misyon yüklenmiş edebiyata, özellikle de Jdanov stili kültür politikalarına karşı çıkmışımdır. Zekice edebiyat oyunlarını, göndermeleri, referansları da severim elbette. Ama edebiyatı sadece oyuna indirgemek fikri bana dehşet veriyor. (Son olarak Umberto Eco’nun Prag Mezarlığı’nda yine bir kişinin iki kişi olması temasını okuyunca, bu modadan ne zaman kurtulacağız diye kara kara düşünmeye başladım. Üstelik güzel bir roman bu. Niye işlene işlene sakız olmuş bir klişeye gereksinim duyduğunu anlamak zor.) Yazar eğer içinde yaşadığı dünyadan, toplumdan, olaylardan etkilenmiyorsa, onları hissedemiyorsa, edebiyatı bir çeşit “söz rubikonu” gibi bir montaj sanatı olarak algılıyorsa, ortada büyük bir sorun var demektir. Çünkü bir terzi için kumaş neyse, bir edebiyatçı için de “gerçek” kavramı odur. Edebiyat geleneği içinde, yenilik yapanlar da dahil her yazar o büyük nehirde yıkanır. Yoksa en büyük biçimsel yeniliklere imza atmış olan William Faulkner’ın klasik edebiyata, hatta Eski Ahit’e bunca yakın oluşunun başka açıklaması olabilir mi?

Ne yazık ki sözlerimi fazla sürdüremeyeceğim çünkü sizlerle paylaşmak istediğim bazı örmekler var. Depremle sarsılmış olan Türkiye’ye daha önceki depremleri hatırlatan edebiyatçıların sözleri bunlar. Bir misyon üstlendikleri için değil, canları yandığı için yazmışlar bu satırları:

Deprem

  • Bin üç yüz ondu… Daha dün bu eski yıkıntıya sen 
    Konuk olmuştun, 
    Sanki sinirli ve ateşli
    hastalar gibi yer 
    Birden 
    İçin için ve uzun 
    Bir sarsıntıyla çırpındı, kırdı, yıktı… Kaygı 
    Ve korku soldurdu yüzleri;
    evler, aileler 
    Birer döküntü oldu; kalanlar
    hep ezik, yıkık; 
    Korkuyla boyun eğme
    en onurlu başlarda, 
    Minarelerin bile 
    Yerde başı. 
    Tevfik Fikret 1894 İstanbul depremi
  • Depremde yıkılmış
    bir köy… 
    Şu yanda bir çatının 
    Çürük direkleri dehşetle fırlamış, ötede
    Çamur yığıntısına benzeyen
    bir zemin katının
    Yıkık temelleri gözüküyor, uzakta bir ev 
    Yere doğru eğilmiş, hemen yıkılıp gidecek
    Önünde bir kadın… 
    Of artık istemem görmek! 
    Bu levha yüreğimin çarpması içinse yeter.
    Tevfik Fikret 1898 Balıkesir depremi

Kara haber

  • Erzincan’da bir kuş var 
    Kanadında gümüş yok 
    Gitti yarim 
    gelmedi gayrı bunda bir iş yok. 
    Oy dağlar dağlar, dağlar,
    dağlar… 
    Aldı ellerine kanlı başını 
    Karın ortasında Erzincan ağlar… 
    O ağlamasın da kimler ağlasın 
    Kar yağar lapa lapa tipidir gelir geçer… 
    Yan yana sırt üstü yatan ölüler 
    akşam uyur tandıramaz 
    ateşini yandıramaz 
    Gün ağarır şafak söker 
    kimsecikler gitmez suya 
    ezilmiş başlarıyla ölüler 
    vardılar uyanılmaz uykuya 
    Ses edip geceye beyaz taşından 
    kışlanın saati çaldı ikiyi. 
    Ne çabuk lahzada bitti yaşamak 
    Kimisi altı aylık, kimisi sakalı ak, kimi on üç, on dört yaşında; 
    kimi yola gidecek kimisi mektup bekler 
    yan yana sırt üstü yatan ölüler… 
    Yayıkta yağ vardı, dövülemedi, 
    akpeynir torbaya koyulamadı, 
    hasret gitti ölüler dünyaya doyulamadı… 
    Uyanıp kaçamadılar, 
    kuş olup uçamadılar açıldı kuyular kimse inemez 
    Erzincan Beygiri rahvandır amma ölüler ata binemez yan yana sırt üstü yatan ölüler…


Nâzım Hikmet 1939 Erzincan depremi

  • Yıkılmış evleri bir bir dolaşıyorum. Kocaman, bir insan kalınlığında, topraktan fırlamış kalaslar… Damların üstündeki toprak, tam bir metre kalınlığında. Ve bu topraklar donmuş. Öylesine donmuş ki… İki adam çalıştı çalıştı da kazma ile bu toprağı parçalayamadı. Evlerin tümünün harcı topraktan duvarlar un gibi dağılıvermiş… Sokak aralarında şişmiş, çoğu yüzülmüş, bazısı da yüzülmemiş hayvan leşleri… Köylere girer girmez gözlere ilk çarpan şey kar üstüne yayılmış kırmızı kan oluyor. Ak kar ve kırmızı kan… Kurnuç köyünde bir tek küçük köpek gördüm. Rahatça kar üstüne yatmış ve önündeki manda leşine dişlerini geçirmiş, öylecene duruyor, yemiyor, kımıldamıyor bile… İnsanların gözleri toprakta. O kadar insanla konuştum da hiçbiri dönüp başka yana, bana bakmadı. Hepsinin başları toprakta ve sapsarı kesilmişler. Dinliyorlar, bekliyorlar yeni sarsıntıları… İnsanlar az konuşuyor. Yani ağızlarını bıçak açmıyor. Donup kalmışlar. Her şey aklıma gelirdi de insanoğlunun bu kadar sakin, bu kadar taş kesilmiş gibisini göreceğim aklıma gelmezdi. Gözleri bile bir şey söylemiyor. Kederi, felaketi bile söylemiyor, gözlerde kuruntu yok… Gözlerde buz donukluğu… Yalnız bir adamla konuşurken, (bu adam beş çocuğunu kaybetmişti) ve çocuklarının ölümünden bahsederken, bir ara gözlerinin usuldan yaşardığını gördüm. Dünyada bana bundan sonra ‘korkunç olan nedir?’ diye sorarlarsa ‘insanoğlunun bir felaket sonunda susup taş kesilmesidir’ derim. Elle tutulur gibi maddeleşmiş bir korkunçluk…
    Yaşar Kemal 1952 Pasinler depremi