07 Ocak 2025, Salı Gazete Oksijen
06.12.2024 04:30

Eski yeni-yeni Türkiye

Eskiden adı; demlenmek, iki kadeh parlatmak, içmek olan ve hayatımıza karışmış dengeli sosyalleşme eylemini ‘’alkol almak’’ diyerek suçlu hale getirdiler. Ben içkiye düşkün birisi değilim ama yeri gelince bir iki kadeh şarap içerim elbette.

Geçenlerde arkadaşlarla konuşurken, nasıl olduysa konu şaraba geldi. Hayır, hayır! Hemen aklınıza geleceği gibi, gazete köşelerinde sık sık boy gösteren Petruslara metruslara değil, gençliğimizin şarabına. Yani 35 kuruşluk Çubuk markasına.

Sahi, bir de Dimitrakopulo vardı. Sonra 2.5 liralık yassı, arka cebe girebilen konyak aklımıza geldi. Daha doğrusu konyak değil de üstünde yazdığı gibi Kanyak.

Derken bayramda misafirlere ikram edilen Tekel likörleri… Nane likörü mü alırdınız, kahve likörü mü?

Akşamları rakı içilirdi; Piknik gibi Ankara lokantalarında ise bira. Daha sonra Ankara viskisi çıktı ve millet ağız birliği ederek bunun tadını tahtakurusuna benzetti. Hiç kimse tahtakurusu çiğnememiş ya da koklamamış olduğuna göre kim bilir nereden çıkmıştı bu laf.

Bu içkileri makul miktarlarda içenlerin çoğu cuma namazına giden Müslüman insanlardı. Ramazan’da oruç tutarlar ve bir ay boyunca ağızlarına içki koymazlardı. O günün Türkiye’sinde kimse kimsenin dinini, inancını sorgulamazdı zaten.

Bunları konuşurken konu, pek de uzun olmayan bir zaman dilimi öncesindeki yaşamımızın ayrıntılarına geldi. Konuştukça ne kadar çok değişmiş olduğumuzu fark ettik.

Orta sınıfın ezici çoğunlukta olduğu Türkiye’de her kentli ailenin hayatı birbirine benzerdi. Oturulan dairelerde yer mozaik, yataklar telli, yaylı somyaydı. Sokak satıcısından haftada bir alınan kavun karpuz bu somyaların altında dururdu. Bir de tahtakurusu derdi vardı başımızda. Hepimizi gece boyunca hatır hutur kaşındıran bu böceklere karşı verdiğimiz mücadele, duvarlardaki kurumuş kan izlerinden anlaşılırdı.

Arada bir sucu gelir, cam damacanadan evdeki küpe su boşaltırken havayı dengelemek için kıvrık bir plastik hortum kullanırdı. Televizyon yoktu, radyo ise sıkıcıydı. Saat 1 ajansından sonra “Beraber ve solo şarkılar“, “İzzettin Ökte’den tambur soloları“, “Yurttan Sesler Korosu“, “Sabite Tur Gülerman’dan hüzzam makamında şarkılar“ dinlenirdi.

Kandil gecelerinin değişmez ritüeli ise herkesin huşu içinde radyonun başına dizildiği, kadınların başını örterek dinlediği mevlit yayınıydı.

Yemek saatlerinde aile mutlaka sofra başında olurdu. Tabaklarımız ve su bardaklarımız küçüktü. Bugünkü gibi Amerikan porsiyonları girmemişti hayatımıza.

Yemek masaları, misafir gelince çekip uzatılacak biçimde yapılmıştı ama o mekanizmalar kazık kesilir, bu işi becermeye çalışan biz çocukların ellerini kan oturtarak ezerdi.

Futbol sahalarında çim yoktu. Sahalar aydınlatılmadığı için gece maçı da yapılmaz, güneşin altında zırıl zırıl terleyerek futbol oynanırdı.

Her çamaşırda yorganlar sökülür, çivitli sularla elde yıkanıp, kurutulup, ütülendikten sonra tekrar kaplanırdı. Uzun bir işti bu. Kılıfın yorgana düğmelerle tutturulması icadı çıktığı zaman, kadınlar çok sevinmişti.

Hepimizin ayakkabısında çiviler çıkar, topuklarımızı delerdi. Ne hikmetse hepsi de kışın su alırdı. Ailenin ayakkabıları toplu halde tamirciye götürülürdü. Zenginler tam pençe, “hâli vakti yerinde olmayanlar“ ise yarım pençe yaptırırdı. Kullanacağı bütün çivileri ağzına doldurmuş olan tamirci, topuklara bir de demir nalça takardı.

Sümerbank’tan çubuklu pazen alınır, evin küçük büyük bütün erkeklerine bir örnek pijama dikilirdi. Kalan pazenden de perde, divan örtüsü falan yapılırdı.

Bu ayrıntılar uzayıp gider, kitaplar doldurur, en iyisi burada keselim. Ama kesmeden önce de şunu söylememe izin verin: O dönemde Türkiye daha yoksuldu ama insanlar daha görgülüydü, tüketim çılgınlığı henüz toplumu ele geçirmemişti ve herkes daha mutluydu. O günlerde evlerden yükselen kahkahaları bugün duymak zor artık.

Orta sınıfın ezici çoğunlukta olduğu eski Türkiye’de her kentli ailenin hayatı birbirine benzerdi. Oturulan dairelerde yer mozaik, yataklar telli, yaylı somyaydı

Değersizleşme ve değersizleştirme dönemi

Bu ülkeyi yarım yüzyılı aşkın bir süredir izlerim, iyi ve kötü günlerini bilirim hatta denizdeki balık gibi toplumun yönelimlerini sezerim desem yalan olmaz. Buna dayanarak rahatça söyleyebilirim ki; Türkiye’de hırsların bu kadar arttığı, nihilizmin bu kadar yükseldiği ve toplumu bir arada tutan “yazılı olmayan kurallar”ın bu kadar yıprandığı başka bir dönem görmedim.

Gazeteleri okurken hayretler içinde kalıyorum, ekrana bakarken şaşkınlıktan dilim tutuluyor, siyasilerin konuşmaları kanımı donduruyor. Bu ne hırs, bu ne ego şişkinliği, bu ne delirme!

Kimsenin kimseye saygısı kalmamış. Eskiden insanlarda doğal olarak bulunan; “Şöyle yazarsam ayıp olur, böyle söylersem hoş karşılanmaz!“ gibi kendini kontrol mekanizmaları yok olmuş. Çoğu kişi “Amaaan! Ekmeğimi o mu veriyor, bana ne yapabilir ki!” nihilizmine kaptırmış kendini. Hiçbir değer ölçüsü yok. Ne gerçek saygısı, ne insan sevgisi; ne efendilik, kibarlık özeni, ne seviye kaygısı. Sokakta birbirlerini paralayan zavallı kuduz hayvanlar gibi yaşamak hoşlarına gidiyor.

Tam bir “değersizleşme” süreci. Kendileri gönüllü olarak değersizleşiyorlar, sonra da hâlâ insani değerlerini koruma kaygısında olan üç beş kişiye saldırıp “Sen de bizim gibi değersizlik çukuruna düş!” demek istiyorlar.

Toplumsal yapının bu derece bozulduğunu, “Sayın muhbir vatandaş”ların türediği askeri dönemlerde bile görmedim. Pompei’nin son günlerini yaşar gibiyiz.

Ve bence asıl sorumlu bu ülkenin okumuş-yazmış ama insani değerlerden nasibini almamış kesimi.

O dönemde Türkiye daha yoksuldu ama insanlar daha görgülüydü, tüketim çılgınlığı henüz toplumu ele geçirmemişti ve herkes daha mutluydu

Nesimi ne diyordu:

Ey Nesimi, can Nesimi / Bil ki hak aynındadır / Cümle mahlukun vebali/ Ulema boynundadır.

Siyasetiyle, ticaretiyle, medyasıyla, sporuyla bu hâle gelmiş bir toplum, tarihte birçok örneğine rastlandığı gibi, mutlaka bir felaketle karşılaşır. Kendilerini düzenin azgınlığına kaptırmış ve insanlık seviyesinden birkaç basamak geri düşmüş olanlar, büyük bir ihtimalle bu yazıyı okumayacaklar. Okusalar bile anlamayacaklar. Ama hayat bağışlamıyor. Bu cinnet hâli sürdürülebilir bir durum olmadığı için, mutlaka bir düzeltme yapıyor. 

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli