17 Aralık 2024, Salı Gazete Oksijen
15.11.2024 04:30

Etik ve ahlak üzerine

Stoacılara göre etik (bir cümleye indirgemek cüretini gösterirsek) doğaya uygun yaşama sanatıydı. Doğaya uymak ve erdemlilik birlikte gelişebilirdi. Eğer etik kavramını bu açıdan ele alırsak, bizim ahlak anlayışımızdan çok farklı noktalara gideriz. Mesela kan dökmek ahlak kavramıyla bağdaşmaz ama hayatta kalma güdülerine göre davranan -davranmak zorunda olan- bir aslanın masum bir ceylanı parçalaması ya da bir annenin, kızına saldıran mütecavizi durdurmak için kafasına bir demir sopa indirmesi ahlaksızlık olarak nitelenemez. Çünkü doğa böyle emretmektedir.

‘’Cennet ayaklarının altındadır’’ ama Eskimo geleneklerine göre, yaşlı ananızı uzak bir yere götürüp ölmesi için buza yatırmanız gerekir. Tersi ahlaksızlıktır.

İnsan, hayatta kalmak ve neslin devamını sağlamak zorunda kalan bir canlı türü olduğuna göre hayata tutunma amacıyla yaptığı eylemlerden hangisi ahlakidir, hangisi değil? Buna kim karar verebilir ve insanı eylemlerinden dolayı kim yargılayabilir? Ahlak kavramının; içinde yaşanılan topluma, çağa, geleneklere ve kültüre göre değişen bir yapısı olduğunu biliyoruz.

Acaba, bu derece izafi olan ahlak, insanı hayvandan ayırmak için icat edilmiş bir kavram mı? Aynen din gibi. Din insana özgüdür, hiçbir hayvanın dini yoktur.

Bazen geniş anlamıyla etik ve ahlak birbiriyle çelişir. Bunu anlatabilmek için hemen basit bir örnek vereyim. Yıllar önce yalçın dağların zirvesine bir uçak düşmüş ve yolcuların bir kısmı ölmüştü. Karlar içinde mahsur ve aç kalan yolcular ölmemek için ölü ve donmuş insanları yemişlerdi.

Belki bu davranış gayriahlaki ama etik olarak görülebilir. Çünkü bir hayatta kalma mücadelesidir ve doğaya uygundur. Daha doğrusu doğa böyle emretmektedir.

Amerikalı bir avukat, karısının ilişki kurduğu adamı öldüren bir tutukluyu ilginç bir biçimde savunmuştu. Onu öldürmese intihar etmek zorunda kalacaktı, dolayısıyla bu bir nefsi müdafaaydı.

Doğa bir haksızlık yapıyor, insanlar etik olarak binlerce yıl boyunca buna uyuyor ama modern ahlak anlayışı haklı olarak eşitsizliği ortadan kaldırmaya çalışıyor

Freud insan soyundaki ilk tabunun, cinsel tabu olduğunu yazar. Ahlak kavramı bugün bile büyük ölçüde cinsellikle birlikte düşünüldüğüne göre, demek ki bu görüşün tutarlı bir yanı var. Bu noktada etik ve ahlak üst üste geliyor, uyum gösteriyor olabilir. Çünkü kadınları namusa, iffete, bekâret kemerine, daha doğrusu yüzyıllar içinde boy gösteren çeşitli ahlaki kurallara uymaya mecbur etmenin, belki de nesli temiz tutmak çabasıyla bir ilgisi vardır.

Acaba bir anne adayının, hamileliği boyunca onlarca erkeğin spermini alması doğru mudur? Çocuğun babası nasıl bilinecektir? Bu soruları göz önüne aldığımızda bütün tek tanrılı dinlerin baskı altına aldığı kadına konan yasaklar ve cinsel ahlak, doğadan kaynaklanıyor diyebilir miyiz?

Bernard Lewis İslam’da kadınları peçeler, çarşaflar ve kafesler arkasına saklama âdetini, dinlerin basit bir yasasına bağlıyor: Bildiğimiz gibi Yahudilik anneden geçer, İslam ise babadan. Bir Yahudi annenin doğurduğu çocuk zaten doğum anında Tanrı karşısında dini belli bir insan olarak var olmaktadır. Bebeğin dininden şüphe edilemez.

Ama İslam babadan geçtiğine göre, babanın kim olduğundan yani Tanrı’ya karşı bir sahtekârlık yapılıp yapılmadığından emin olunmalıdır. Başka dinden bir babanın çocuğunu İslam ümmetinden biri olarak tanıtmak Allah’a karşı işlenmiş büyük bir günahtır. Bu günahtan uzak durmanın en kestirme yolu ise kadını baskı altına almak ve mümkün olduğu kadar başka erkeklere kapatmak, onlarla gizlice görüşmesini imkânsız kılmaktır.

Cinslere göre aldatma kavramı

Dünyada, erkeğin aldatması kavramı oldukça yeni. Eskiden romanlarda, tiyatro oyunlarında, hatta Hollywood filmlerinde “aldatan kadın” teması vardı. Günümüzde bunun yerini “aldatan erkek” aldı. Birçok hikâye bunun üzerine kuruluyor. Peki, erkekler yüzyıllar boyu aldatmıyor muydu, başka kadınlarla ilişki kurmuyor muydu da bu olay birdenbire gündeme geldi?

Bence konu insanlarla değil, değişen ahlak anlayışıyla ilgili. Geçmiş bin yıllarda ve bütün kültürlerde “aldatmak” sadece kadının yaptığı eylemi anlatmak için kullanılıyordu; erkeklerin başka kadınlarla ilişki kurması, (Fransa’da kurumlaştığı gibi) metreslerinin hatta (Doğu’da) haremlerinin, cariyelerinin olması doğal karşılanıyordu. O ahlak anlayışına göre, bu bir aldatma değildi.

Binbir Gece Masalları’nı gözümüzün önüne getirelim. Bütün hikâyeler aldatma üzerine kuruludur. Karısının kendisini aldattığını öğrenen Sultan, her gece bir bakire alır, zifafa girer, gün ağarırken de aldatma ihtimalini kesin olarak ortadan kaldırmak için kızın kafasını kestirir. Bu kızlardan birisi olan Şehrazat, Sultan’da merak uyandıran ve devamı hep ertesi geceye kalan olağanüstü hikâyeler anlatarak sağ kalmayı başarır.

Bu açıdan bir kurgu kahramanı olmasına rağmen, dünyanın en büyük hikâye anlatıcısı Şehrazat’tır. Ama Şehrazat kadın olmasına rağmen hikâyelerindeki ihanetler hep kadın aldatmalarıdır; erkeklerin her gece başka bir kadınla ilişkiye girmesi aldatma sayılmaz.

Binbir Gece Masalları’nı yaratan ahlak anlayışına göre kadının aldatması ölümcül bir suçtur ama erkeğin aldatması, üzerinde durulacak bir şey değildir. Bir anlamda Decameron da böyledir. İşte yine etikle ahlakın aynı şey olmadığı meselesi karşımıza çıkıyor.

Neslin üremesiyle görevli erkek ve belirli bir erkekten tohum alıp onu dokuz ay karnında taşıyan ve sonra bütün canlıların aksine; doğduğu zaman yürüyemeyen ve hayatta kalmak için annesine muhtaç olan insan yavrusunu büyütmek için gereken uzun yıllar… Doğa bir haksızlık yapıyor, insanlar etik olarak binlerce yıl boyunca buna uyuyor ama modern ahlak anlayışı haklı olarak eşitsizliği ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Edebiyatta cinsellik hem Doğu’da hem Batı’da çok önemli bir yer tutmuş ve büyük destanlar bile “erotik edebiyat” tanımı içinde yer alacak bir özelliğe bürünmüş. O kadar ki Eski Ahit’teki Süleyman’ın Mezmurları bile, kadın bedenine yapılan güzellemelerle dolu.

Zaten eski metinleri okuduğunuz zaman, cinselliğin günümüzdeki kadar tabulaştırılmadığını görüyorsunuz. Bunu anlamak için Göbeklitepe, Çatalhöyük heykelleri kadar, Mevlânâ ve Karagöz-Hacivat erotik metinlerine göz atmak bile yeter. Cevdet Kudret Solok’un derleyip yayınladığı Karagöz-Hacivat kitabının müstehcenlik suçlamasıyla toplatılması buna bir örnektir.

Daha önceye gidersek eski Yunan’da genç delikanlıların yaşlı erkeklerle arkadaş olmasını sağlayan toplantılara “sempozyum” denildiğini görürüz. Eflatun bu konuda kitap bile yazmıştır. Lezbiyenlik ise bildiğiniz gibi adını Safo’nun yaşadığı Lesbos adasından yani Midilli’den alır. Modern çağlarda püriten ahlak anlayışı ağır bastığı için, romanlarında cinselliğe yer veren D.H. Lawrence, Henry Miller gibi yazarlar lanetlenmiştir.

Etik ile ahlak arasındaki farkın ortaya çıkardığı çelişkilerden biridir bu.

Konser meselesi

Adama sormuşlar: “Kübalılar Rom içer devrim yapar, Fransızlar şarap içer devrim yapar, Ruslar votka içer devrim yapar, Türkiye rakı içer ama devrim yapamaz. Bunun sebebi nedir?’’
Adam ‘’Çünkü sulandırıyorsunuz’’ der.

Bu ülke maalesef, fıkradaki gibi her şeyi sulandırır. Son günlerde havada uçuşan yüksek konser bedelleri yüzünden bazı belediyeler güç durumda kaldı. Kimileri de işi ‘’Bütün Türkiye’de konserler yasaklansın’’ diye yazma noktasına kadar götürdü.

Bu işin makul bir ölçüsü yok mu? Elbette var. Halk konserlerine çıkan şarkıcılar ve müzisyenler belli bir ücret alabilir ama bu miktar insaf ölçülerini aşmamalıdır.

Bazıları da ücret almadan çıkmayı tercih edebilir. Mesela Murat Karayalçın döneminde Ankara Hipodromu’nda üst üste yaptığım beş konserden (97 dahil) ve Çankaya’nın düzenlediği Anıttepe konserlerinden  hiçbir ücret almamıştım. Elbette insanlar emek karşılığı bir ücret alabilir, hatta almalı da ama dayanışma konseri diye bir şey var. DİSK, Yazarlar Birliği, Aziz Nesin gibi yazarları anma geceleri, lösemili çocuklar, aşıklar vs. ilk aklıma gelenler. Yurtiçi ve yurtdışında depremzedelere yardım konserlerinden ben değil yabancı sanatçılar bile bir kuruş almadı. En az elli konserimi böyle yaptım. Biletli konser gelirlerimi bile pandemi döneminde Aşık Veysel Derneği gibi sivil toplum kuruluşlarına ve işsiz müzisyenlere bağışladım. Bunlarla da övünmedim, iç huzurum bunu gerektiriyordu. 

Şimdi hiç konser vermiyor olmama ve bunu açıklamama rağmen ısrarla benim adımı bu işlere karıştıranları hayretle izliyorum. İdeolojik körlükler insanları nereye sürükledi.

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli