Emre, o ruh sarsıntısı içinde nereye gittiğine bakmadan, gelen ilk otobüse bindi, gecenin ilerlemiş saatinde ancak birkaç kişinin bulunduğu otobüsün en arka sırasına oturdu; insanların yüzüne mor gölgeler düşüren hayalet ışıklar altında iki durak gitti; ikinci durakta mide bulantısını bastırmaya çalışarak otobüsten dışarıya attı kendini; yol kıyısındaki çamurlu arsaya, karanlık bir boşluğa kustu, içi dışına çıkana kadar; sonra soğuk terle birlikte bir titreme aldı Emre’yi.
Gecenin tenha karanlığında, yılgın ve kimsesiz sokak köpekleri gibi, büyük binaların arasındaki o karanlık arsada dört ayak üstünde bulantı kasılmalarının geçmesini bekledi. Dizleri ve elleri çamura batmıştı.
Kendi alanlarında bulunan bu tuhaf köpeğimsi yaratık, mahalle kabadayısı gece köpeklerinin ilgisini çekmiş olmalı ki üç iri çomar başına toplandı. Emre’ye dikkatle bakıyor, ne yapacaklarına karar vermeye çalışır gibi onun her davranışını izliyorlardı. Emre korktu; hem de çok korktu, soluğu kesildi. İstanbul’un namlı sokak köpekleri arada bir insanları, bebekleri paralar, bunlar da gazetelerde kısa haberler halinde yayınlanırdı. Köpek dişleriyle didiklenerek parçalanmanın dehşetini hiç kimseye hissettiremeyen soğuk haberlerdi bunlar; bir göz atılır geçilirdi. Emre kendisinin de böyle bir haber olacağını düşündü; bir yandan da korkusunu belli etmemesi gerektiğini biliyordu; köpeklerin korkunun kokusunu aldıkları gibi bir şeyler okuduğunu anımsıyordu.
Hayvanlar çok iriydi; dört ayaküstünde duran Emre’nin yüzüne o kadar yakınlardı ki ıslak tüylerinin keçeleşmiş ekşiliğini, kemik kıran korkunç dişli ağızlarından gelen ağır kokuları bile duyabiliyordu, içinden, ayağa kalkıp koşmak geliyordu ama bunu yapamazdı; yapmadı. Kendini zorlayarak, dört ayak üstünde, kaderine razı olan tuhaf bir köpek gibi durmaya devam etti.
Hayırsız ada
Köpekler onu kokladılar, çevresinde dolaştılar. Çok istemesine rağmen, arkasına geçen köpeklere bakmadı; ensesindeki tüyler diken diken oldu; yoldan birilerinin geçmesi için dua etti; gecenin o saatinde hiçbir yaya yoktu otoyol kıyısında. Karanlıkta yıldırım gibi geçen arabalar da onu göremez, görse bile durmazlardı.
“Durumum umutsuz” diye düşündü; büyükannesiyle kendi ölümünün arasında bir hafta olacağı gibi tuhaf bir düşünce belirdi kafasında. (Yazıya geçtiğinde, insanların aklına gelen düşünceler tek tek gelmiş gibi bir hava olur, oysa herkesin bildiği gibi düşünceler tren kompartımanları gibi gelmez, birden, karmakarışık, bölük pörçük hücum ederler.)
Emre’nin üç korkunç köpek arasında ecel terleri dökerken aklına, bu köpeklerin aslında atalarının öcünü almakta oldukları geldi. Çünkü 1910 yılında Enver, Talat, Cemal Paşalar, daha sonra çeşitli yurttaş toplulukları üzerinde uygulayacakları toplu kıyımın provasını İstanbul köpekleri üstünde yapmışlardı. Sıcağın dayanılmaz hale geldiği ağustos ayında İstanbul’dan 80 bin sokak köpeği toplanmış, mavnalara atılarak Hayırsız Ada denen kayalığa götürülüp bırakılmıştı. Adada ot yok, su yok, ağaç yok, gölge yok; kısacası hiçbir şey yoktu. Köpekler orada çıldırmıştı. O sırada vapurla o bölgeden geçen bir Fransız gazeteci şunları anlatmıştı:
Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku...
Zavallı hayvanlar
Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu... Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor... Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi. Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler... Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti. Zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir römorkörün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız adanın aç sakinlerine İstanbul’dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara’nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk...
Bu köpekler, o deliren köpeklerin torunları olmalıydı; şimdi de bu yüzyıllık öcü Emre’den çıkarmalarını engelleyecek hiçbir şey yoktu.
***
Emre daha sonra bu anı çok düşündü. (Bu cümleyle Emre Karaca’nın başına gelen köpek badiresinden kurtulduğunu anlatmış oldum sanırım. Köpekler kendisine donmuş bir zaman gibi gelen, o çok uzun birkaç dakikanın sonunda fırlayıp gittiler. Daha sonra konuştuğu bir arkadaşı, köpeklerin büyük olasılıkla dişi olduğunu, kendisine bu yüzden dokunmadıklarını söyleyecekti. Erkek olsalarmış, egemenlik bölgelerine giren başka bir erkeği gözünün yaşına bakmadan paramparça ederlermiş. Böylece Emre, hayatını, canlıların temel erkek-dişi ayrımı sayesinde kurtarmış olduğunun bilincine vardı.)
Evet, Emre daha sonra bu anı çok düşündü. O gece birbirinden apayrı üç ruh durumuna savrulmuştu; birbirini izleyen, hatta baskılayan duygulardı bunlar ve belki de insanın hayattaki konumlanışı açısından açıklayıcı işlevleri vardı. Gece, HH’ye duyduğu nefretle, zedelenmiş entelektüel onurunu tamir etme kaygısıyla başlamıştı. Ona iki saati aşkın bir süre egemen olan ruh durumu buydu. Ne var ki, lokantadan çıkarken Zehra’yı başka bir erkekle görmesi, saniyeden bile kısa bir sürede yüreğine dalıp çıkan kılıç gibi onu altüst etmiş, HH’yi önemsizleştirmişti; daha doğrusu silip atmıştı. Demek ki sevda acısı, entelektüel onurdan daha önemliydi; onu anında silebiliyordu. Bir yazarın, “Aşk egoyu yener” sözünün doğru olduğunu düşündü. Üçüncü aşamada ise, hiçbir şekilde geçmez sandığı sevda acısı, üç köpeğin tehdit edici bakışları altında yerini hayatta kalma güdüsüne bırakmıştı. Kendini aşırı bir korkuyla ele veren bir yaşama güdüsüydü bu, temeldi, belki de en temel duyguydu ve söylemesi zor olsa bile -belki de anlık olarak- aşktan daha güçlüydü. Ne var ki korku geçici, sevda acısı ise kalıcıydı. Gövdesinin parçalanması tehlikesini atlatan Emre’nin, yüreğinin parçalanmasına odaklanması bu yüzden olmuştu işte.
Konstantiniyye Oteli / Z. Livaneli / İnkılap Yayınları