Zamanımızda “başarı denilen virüs” öylesine yayıldı ve herkesin içine yerleştirildi ki, insanları böyle bir yaşamın tersinin mümkün olduğuna bile inandırmak güçleşiyor. Sanki “başarılı olmak” gereği her zaman ve herkes için geçerliymiş gibi algılanıyor.Artık günümüzün romancıları, şairleri, düşünürleri, bilim insanları bile “başarı” peşinde koşuyorlar. Herkesi, Amerikalıların kafalarımıza soktuğu “kazanan” ve “kaybeden” kavramlarına göre yargılıyoruz. Peki Yunus Emre başarılı olmak için mi yazmıştı şiirlerini, Mevlana sema dönerken “başarı” peşinde miydi? Çarmıhta can veren İsa kazanan mıdır, kaybeden mi? Ne demişti Peygamber: “Her şeyi kaybeden, her şeyi kazanır.” *** Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, insanlığın binlerce yıl içinde geliştirdiği temel kavramları ters yüz edemezsiniz. Bazı toplumlar, belirli dönemlerde insani gelişimin dışına düşer ve bunu da kalıcı sanırlar ama sonunda evrensel kurallar galip gelir ve o toplumu bir düzeltmeye tabi tutar. Bir düşünelim: Güzel sanatlar nedir? Eskiden “bedii zevk” denilen yüksek estetik kaygılar niçin toplumlarda bu kadar önemli yer tutmuştur? Niye birçok gelişmiş ülke, genç kuşakların zevklerinin incelmesi için çalışmıştır? Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde tiyatro, resim, edebiyat, bale niçin bu kadar önemlidir? Bu ülkeler zengin oldukları için mi yüksek zevklere yönelmiştir, yoksa bu birikim mi onları zengin etmiştir? Bunlar önemli sorular ve cevapları belli. Dünya uzun vadede güzeli, doğruyu, iyiyi arar. Belki çok acı çekilir, çok kişi bu yolda kırılır ama eninde sonunda iyi, güzel ve doğru olan kazanır. *** Roman kahramanlarını, hep şişeden çıkmayı bekleyen cinler gibi düşünmüşümdür. Oradadırlar, sizi beklemektedirler, şişeyi okşadığınızda çıkıp geleceklerdir. Çağırmadığınız zaman ise yokturlar, şişe alelade bir şişe olarak durur. Kitaplar da öyle değil mi? Birbirine yapışık durumda bekleyen binlerce, yüz binlerce sayfa cansızdır, kupkurudur. Zamanla tozlanmaktan, küflü bir koku edinerek sararmaktan başka bir işe yaramaz. Önce havayla en çok temas eden kenar bölümleri sararır, sonra içlere doğru yayılır. Okumayanlar için kitaplar, ölü birer selüloz katmanından başka nedir ki? Ama bir kez elinize alıp okumaya görün. O cansız sayfalardan süzülen ruhlar, ete kemiğe bürünür, capcanlı görünürler size. Onlarla dertlenir, onlarla sevinir, onlarla kıskanırsınız. O andan itibaren kitabın küf kokusu da bir alışkanlık olur sizin için, her ülke kağıdının değişik kokusunu içinize çekersiniz. Sararmalar, eski ve çok sevilen bir dostun saçlarına düşen ak gibidir. Selüloz katmanlarının arasından fışkıran yakıcı hayatlar, sizi de birlikte sürükler. Lafcadio olursunuz, Raskolnikov, Bovary, Meryemce, Anna Karenina, Lacombe Lucien, Goriot, Jean Valjean, Buendia gibi duyumsarsınız kendinizi. Yaşamı imbikten süzerek size yeniden sevdiren bir büyüdür bu. Kitaplar sizi daha derin bir anlayışa götürür, hem kendinizi hem de dünyayı daha derinden kavramanızı sağlar. Bir ruh eğitimidir, bir duygular eğitimidir. Birçok olumlu kavram gibi edebiyat hakkında da olumsuz önyargılar yerleşmiş topluma. Bunlardan biri de “edebiyat yapmak” deyimi. Bu deyimle boş konuşmalar, hayal ürünü, hiçbir işe yaramayan düşünceler ve gerçeklere dayanmayan bir değersizlik ortamı kastediliyor. Oysa edebiyat dünyanın en ciddi işidir. Hiçbir gelişmiş toplumda edebiyat böyle bir deyimle kirletilmemiş, aksine hep toplumun en üst değerleri arasında yer almıştır. Bu saygıyı gösteren ve göstermeyen toplumlar arasındaki farkı görmek istiyorsanız, bir Avrupa ülkelerine bakın bir de Orta Doğu ülkelerine. Durum ortada değil mi! *** Bazı kişiler eskiyi muhafaza etmek isterler ama o eskinin de bir zamanın “yeni”si olduğunu ve daha önceki eserlere karşı bir yenilik mücadelesi vererek varolduğunu unuturlar. Ayasofya bin beş yüz yıllık bir eserdir ama basilika ve kubbe biçimlerini ilk kez birleştiren yani kendilerinden önceki bütün eserlere meydan okuyan iki yenilikçi mimar ve onları destekleyen cesur bir hükümdar sayesinde yapımı mümkün olabilmiştir. Mozart klâsikleşmiştir artık ama kendi dönemindeki “eski”ye karşı mücadele eden bir “yeni” olarak var olabilmiştir.Cervantes de böyledir, Çaykovski de, Frank Lloyd Wright ya da Le Corbusier de... Mustafa Kemal bir devrimcidir, hayatını Tanzimat Fermanı’nı tartışarak değil, geleceği inşa etmeye çalışarak geçirmiştir. Ama bu insanların hepsi geçmişten geleceğe uzanan bir köprü niteliğindedir. Kökleri çok derindedir. “Kökü mazide olan atiyiz” yani “Kökü geçmişte olan geleceğiz” dizesi bu büyük adamlarda doğrulanır gibidir. Her yenilik tepki görür, her peygamber, her büyük filozof, her büyük sanatçı önce reddedilir, sonra kabullenilir ve klâsik olur. Bu yüzden sanat da hayatın gerçeği gibi devrimcidir. *** Nasıl Descartes’tan “Düşünüyorum o halde varım” cümlesi insanlığa miras olarak kaldıysa İspanyol filozof Ortega y Gasset’ten de böyle bir cümle kalmıştır: “Ben, kendimin ve çevremin toplamıyım.” İlk bakışta “Ne demek bu?” diyenler olabilir. Ama biraz düşündükçe her şeyin yerli yerine oturacağına ve sözün derin anlamının ortaya çıkacağına eminim. Aslında bu ülkedeki birçok gelişmiş ve incelmiş insanın dramının temelinde bu cümle yatıyor. Çünkü siz kendinizi, beyninizi ve duygularınızı ne kadar geliştirmiş olursanız olun sonunda bu çevrenin bir parçasısınız. Bir yanınız arabesk, bir yanınız eurobesk. Bir yanınız vahşi bir sertlikle ve binbir cambazlıkla sürüp giden siyaset, öteki yanınız her gün ölüp ölüp dirilen, arap sabunuyla kaplı mermer zeminde rugan pabuçla dans etmeye çalışan ekonomi. Bir omzunuza yumuşak bir şefkat tünemiş, ötekine gözü kanlı bir şiddet. Kısacası ne yaparsanız yapın, kendinizi nasıl tanımlamaya çalışırsanız çalışın, sonuçta bu ülke ortamının bir parçasısınız. Eğitimine kafa yorduğunuz çocuğunuz da aynen böyle olacak. Çünkü insanoğlu tek başına var olamıyor.
08.10.2021 04:30
Hayata dair...
Etik ve ahlak arasındaki fark
15 Kasım 2024
Batı neden laikleri değil dincileri seçti?
01 Kasım 2024
Kültür tarlasına zehirli tohum
18 Ekim 2024
İnsan üzerine notlar...
27 Eylül 2024
Narin bedenlerde adaleti aramak...
Tüm Yazıları
13 Eylül 2024