02 Mayıs 2024, Perşembe Gazete Oksijen
10.11.2023 04:47

Hiçbir kuvvet Atatürk sevgisini, halkın kalbinden söküp atmaya yetmeyecek

Kim ne derse desin, hangi yıkıcı propaganda yapılırsa yapılsın, bu ülkede Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü seven milyonlarca insan var ve hiçbir kuvvet bu sevgiyi onların kalbinden söküp atmaya yetmeyecek. Tersine, Atatürk sevgisi gittikçe büyüyor, halka, gençliğe daha çok yayılıyor. 90’ların sonundan itibaren şöyle bir tahminde bulunmuştum; Atatürk mirasının dayandığı üç sütun vardır. Kurduğu parti, başkomutanı olduğu ordu ve onu sevenlerin yüreğindeki yeri. İleride belki partisini yıkabilir, ordusunu dönüştürebilirler ama halkın gönlündeki yerini asla sarsamazlar


Yaşı müsait olanlar hatırlar: 1981’de Kenan Evren “Atatürk Yüz Yaşında” kampanyası yaparken, bu sevgi ve coşku yoktu. Çünkü devletin resmi bir kutlaması söz konusuydu. Bir de bugüne bakın. Onun aziz anısına halkı sahip çıkıyor. Rahatlıkla söyleyebilirim ki ben Türkiye’de Atatürk sevgisinin bu kadar yükseldiği hiçbir dönem görmedim.

Sevmek ve anlamak

Bu 10 Kasım’da büyük devrimciyi sevgiyle, saygıyla anarken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Atatürk’ü sevmek ve anlamak aynı şey değil. Elbette onu hem seven, hem anlayan insanlar var ama bazen Atatürk’ün sevildiği kadar anlaşılmadığı düşüncesi oluşuyor bende. Bu iddia, bir gazete yazısına sığamayacağı için üzerinde düşünmek amacıyla sadece satır başları vereyim: Atatürk milliyetçiliği ile Enver Paşa milliyetçiliği arasındaki fark çok önemlidir. Enver Paşa ne kadar hamasi, hesapsız kitapsız ve savaş yanlısı ise Gazi o kadar gerçekçi, soğukkanlı ve barışçı bir hesap adamıdır. Atatürk’ü sevenler onun “Yurtta barış, dünyada barış” sözünü tekrar tekrar düşünmeli ve özellikle bugünün koşullarında “Yurtta barış”ın ne anlama geldiği üzerinde kafa yormalıdır.

Atatürk 27 Kasım 1930'da Trabzon gezisine çıktığı Ege Vapuru'nda Hakimiyet-i Milliye gazetesini okurken...

Barışa, kültüre değer veren, duygulu, incelmiş zevklere sahip, hümanist bir aydındır o. Hayvan kesilirken bakamaz, kesilen bir ağaca ya da ölen atına ağlar. Sık sık gözyaşı döken, kibarlığı asla elden bırakmayan, küfretmeyen, en ağır lafı “Şaşarım senin akl-ı perişanına” olan medeni bir insandır. Cumhuriyet’i korumak ve kollamak için sadece “yeni Cumhuriyet insanı”nı oluşturacak kültüre ve eğitime inanmıştır. Savaştığı ülkeleri bile incitecek bir söz çıkmamıştır ağzından. Nihai amacın barış olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmamıştır.

Dünya tarihinde “Eğer vatan savunması için şart değilse her savaş bir cinayettir” diyebilen tek komutandır.
Aristokrat bir aileden gelmemesine, yoksul ve yetim bir çocuk olmasına rağmen azmiyle yabancı dil öğrenmiş, zevklerini ve kültürünü en üst seviyeye çıkarmıştır. Montesquieu, Rousseau, Voltaire, Clausewitz, Comte gibi düşünürleri okumuş, notlar almış, makaleler yazmış ciddi bir entelektüeldir. Diktatör değildir. Sultan ve halife olma tekliflerini elinin tersiyle itmiştir. Samimi olarak bir demokrasi âşığıdır. Yoksa bütün gücü elinde tutarken bir muhalefet partisi yaratmak için girdiği onca zahmete ne gerek vardı? Onu kim zorlayabilirdi?

Hayatında bir tek kuruş haram paraya tenezzül etmemiştir. Yolsuzlukların ayyuka çıktığı çöküş yıllarında da, yeni bir devlet kurduğu dönemde de paraya-pula metelik vermemiştir. Arnold Toynbee, onun bu özelliğini İngiliz hükümetine yazdığı raporda, biraz da hayretle belirtmiştir. Namuslu, ilkeli, yüksek ahlak ve merhamet sahibi bir insandır. İslam konusunda hiçbir zaman din sömürücülüğü yapmamıştır.

Anlaşıldı ki bu yazı sonlanmayacak çünkü onun özelliklerini saymakla bitiremiyorum. Onu kaybettiğimiz günün yıldönümünde benim aciz fikirlerime değer veren gençlere bir tek şey söylemek istiyorum: Hangi partiye, hangi görüşe, hangi bölgeye ait olursanız olun; unutmayın ki bu ülkede başı dik yaşamakta oluşumuzu, tarihin en büyük insanlarından birisi olan Gazi Mustafa Kemal’e borçluyuz. O sizi sevdiği için siz de onu seviyorsunuz. Ama onu sevmenin yanı sıra daha çok anlamaya, Atatürk istismarcılarına kanmamaya ve onun fikirlerine doğrudan doğruya ulaşmaya çalışın.

Atatürk’ten sonra

Atatürk 1933-34’ten sonra siyasette eski konumuna sahip değildi. Yine çok etkili bir karizmatik liderdi ama gerek sağlık nedenleri, gerekse özel koşulları nedeniyle daha çok köşke kapanmıştı. (Bu konuda Çankaya kayıtlarına bakanlar onun en erken öğleden sonra 15.30’da kalkmış olduğunu görürler.) O yıllardan sonra CHP hükümetleri ve Türk basını yükselmekte olan Alman Nazizmi etkileri altına girmişti. O tarihlerden bugüne kadar birçok kişi, grup, parti ve özellikle darbeler döneminde ordu kendine özgü bir ‘Kemalizm’ anlayışıyla ortaya çıktı. 1960, 71, 80 ve 28 Şubat’ın maskesi Kemalizm’di. Bunun her zaman, bir kişiye karşı yapılacak büyük bir haksızlık olduğunu düşündüm. Teğmenliğinden itibaren askerin siyasete karışmasının hem siyasete hem de orduya zarar vereceğini iddia etmiş, bu yüzden İttihat Terakki’den dışlanmış, üzerine tetikçiler gönderilmiş ve ömrü boyunca bu görüşü muhafaza etmiş olan Mustafa Kemal’i, ölümünden yıllarca sonra darbelere, işkencelere, faili meçhul cinayetlere maske yapmak kabul edilemezdi. Atatürk kitabı yazmış olan Profesör Kreiser özel sohbetimizde Recep Peker’in Mussolini’ye özenmiş olduğunu belirtiyordu. Doğruydu bu.

Herkes Atatürk’ün, o dönemdeki diktatörlerden çok farklı, hatta Erich Auerbach’ın mektuplarında belirttiği gibi ‘zeki, nüktedan ve esprili bir lider’ olduğunu belirtiyor ama iş Kemalizm’e gelince akan sular duruyordu. Her önemli güç kaynağı gibi, Atatürk efsanesi de ölümünden sonra çeşitli biçimlerde siyasal olarak kullanıldı ve çeşitli Kemalizmler türedi. Vefatından önce, ‘Size hiçbir dogma bırakmıyorum’ diyerek bilimin izlenmesini vasiyet eden liderin hatırasına yapılan büyük bir haksızlıktı bu.

Batı ve Atatürk

Batılı çevreler özellikle 1970’lerden sonra siyasal ve entelektüel alanda neredeyse ‘Atatürk düşmanlığı’ olarak tanımlayabileceğimiz bir tavır içine girdiler. CIA yetkililerinden Harvard profesörlerine kadar pek çok etkili kişi, Türkiye’den Atatürk’ün laik mirasının silinmesi için büyük bir mücadele verdiler, vermekteler.
Size ilginç bir örnek vereyim: İsveçli Greta Thunberg adlı öğrencinin dünya çapında bir çevre hareketi var ve bizim bazı çevreci gençlerimiz de bu hareketin Türkiye ayağını yürütüyor.

Ne var ki geçen kasımda İsveç’teki örgüt sert bir mektupla gençlerimizi protesto etti ve ilişkiyi kesmek istedi. Sebep olarak da 10 Kasım’da Atatürk’ü anmış olmalarını gösterdiler. Nasıl olurmuş da ‘o diktatörün, jenosit yapan adamın’ resmini kullanırlarmış.Ne kadar büyük bir sersemlik değil mi? Yıllardır Batı’da katıldığım toplantılarda böyle bir görüş olduğunu bilirim. Anladım ki Atatürk denilince biz, laik-çağdaş-kadın haklarına saygılı- medeni bir Türkiye’yi anlıyoruz. Batılılar ise onu bir katil, soykırımcı olarak gösterme peşinde.

Aslında düşmanlıkları Mustafa Kemal adlı kişiye değil, onun temsil ettiği değerlerin, Lozan’da bile zorla kabul ettikleri bir ülkede temsil edilmesine. 1912’de bizi Avrupa’dan Anadolu’ya süren güç, bu dönemde de Orta Doğu’ya doğru itiyor.

Bu dönem, Cumhuriyet tarihinde bir parantez olarak kalacaktır ama bedeli ağır ödenen bir parantez bu.
Belki de Cumhuriyet, böyle bir dönemden geçmek zorundaydı. Çünkü, padişahı ve halifeyi bile din dışı (mürted) olarak suçlayan Kadızadeliler hareketinin devamı sayılabilecek yüzlerce irtica odağı, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında Cumhuriyet’e karşı propagandaya başlamıştı. Evlerde, tarikat ayinlerinde, camilerde, Kuran kurslarında yürütülen bu kara propaganda, Gazi’nin ‘Deccal’ olduğunu, İslam’ı yasakladığını, İstiklal Mahkemeleri’nin yüz binlerce insan öldürdüğünü, kadınların çarşafını yırtarak onların iffetine tecavüz ettiğini, camileri ahıra ve samanlığa çevirdiğini, ümmetin dinini yaşayamadığını yani bir sürü yalanı, iftirayı aşılıyordu durmadan.

Bugün siyaset yapanların bir kısmı, küçük yaşlardan itibaren bu zehirli iklimde yetiştiler. Atatürk’ten ve laik rejimden öç almaya yemin ederek büyüdüler. Gerek Cumhuriyet’in (özellikle 30’lu yıllarda yoğunlaşan) yanlışları, insan hakları ihlalleri, tek parti zulmü; gerek özgür kafalı yurttaş yetiştirmedeki başarısızlığı, kırsal kesimdeki hızlı nüfus artışı, gerek eğitim eksikliği, gerek büyük kentlere göç yüzünden bu “öç hareketi” büyüdü.

Gazi’nin son yıllarında, onun hastalığından da yararlanılarak “devrim” yörüngesinden çıkarılmıştı zaten. Daha sonra, ordunun yüzüne Atatürk maskesi takarak yaptığı darbeler, işkenceler, anti-demokratik müdahaleler ise Cumhuriyet’i yaralamıştı. Darbeci kadroların dilinde Atatürk vardı ama zihinlerinde yoktu. Dahi liderin düşüncesini anlayacak kapasitede değillerdi. Bu tabloya bir de kendisine sol diyen partilerin bölünmesi, aymazlığı ve merkez sağın yolsuzluklara gömülerek çöküşü eklendi. Dünya konjonktürü de uygun olduğu için “öç hareketi”, “Şimdi sıra bizde” diyerek iktidara geldi. Böylelikle bu düşünceler gizli köşelerden gün ışığına çıktı. Ama Marquez’in belirttiği gibi “Tarihi çığrından çıkaran şey, aşırılaşmadır.”

En büyük zarar laik harekete

Hiç şüpheniz olmasın, bu bir parantezdir; yani kapanacaktır. Ama bu parantezin en büyük zararı, laik hareketi “Cumhuriyeti demokratikleştirme” amacından saptırması oldu. Çünkü laik refleks, Cumhuriyet’in tehlikeye düştüğü paniğiyle “milliyetçiliğe” sarıldı. Oysa Türkiye’nin daha fazla milliyetçiliğe değil daha fazla demokratikleşmeye, insan hakları konusunda gelişmeye, AB ile ilişkilerini artırmaya, hukuk devleti yolunda adımlar atmaya, Kürt sorununu çözmeye gereksinimi vardı. Hâlâ var. İşte bu dönemin verdiği en büyük zarar, gerçekten demokrat olan kadroları milliyetçiliğe ve sağa kaydırması oldu. Ama yakın gelecekte sanırım taşlar yine yerine oturacak. Atatürk’ün arzu ettiği gibi; laik kadroların Cumhuriyeti demokratikleştirme çabası kaldığı yerden devam edecek. Çünkü nehirler tersine akmaz.