Dünyanın ve Türkiye’nin ‘kibarlık’ diye bir değer ölçüsüne sahip olduğu zamanlarda birçok yazar, görüş bildiren yazısına ‘abd-i aciz’ (aciz kulunuz) ifadesiyle başlar, mektuplarını da böyle imzalardı. İngilizce yazanlar ise aşağı yukarı aynı manaya gelen ‘Your humble servant’ ifadesini kullanırlardı. Şimdi böbürlenme, büyüklenme, ‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ ifadelerinin havada uçuştuğu, ‘yontulmamış insan devri’nde sözlüklerden ‘nezaket, diğerkâmlık, alçakgönüllülük, efendilik’ gibi kavramlar silindiği için böyle olgun ifadelere pek rastlanmıyor. Ama ben izninizle bu yazıya ‘aciz kulunuz’ diye başlamak istiyorum. İçimden böyle geliyor ve işin gerçeği de bu. Elime bir köşe geçti diye binlerce okura akıl öğretecek, kendimi onlardan daha yukarıda konumlandıracak değilim. Sadece bana doğru gelen düşünceleri paylaşıyorum. Okur mesajlarında beni şaşırtan, öğreten, yanlışlarımı düzelten nice akil insan var. Gelelim yazıya!
Efendim aciz kulunuz 90’lardan beri, ‘Bu halk duygusal olarak bölünüyor. Türkiye üç kutba ayrılıyor. Duygusal bölünme gerçekleştikten sonra, ülke de bölünür!’ diye yırtınır, yazar çizer, anlatır durur. Bir bilim insanı olmadığı halde, sanatçı sezgileriyle toplumu, (balığın denizi sezdiği gibi) hisseder. Bu tezi ilk kez dile getirdiği 1993 yılında merkez partiler hâkimdir, sağ ve sol kutuplar vardır. Aciz kulunuz, bu kutupların hızla çözüldüğü, yerini siyasallaşmış dincilik, Kürt ve Türk milliyetçiliği kutuplarının almakta olduğu gözlemini yapar, ülkeyi bu tehlikeye karşı uyarmaya çalışır. Solun da ‘yurtseverlik’ ilkesi yerine, adına ‘milliyetçilik-ulusalcılık’ denilen ideolojiye saplanmasının yanlışlığını yazar. Hatta bir lider onu ‘yurdu seven, milleti sevmeyen aydınlar’ diye karalamaya çalışır. Aslında dünya terminolojisinde ‘ülkeyi ve ulusu sevmekle’, ‘kendi milletini diğerlerinden üstün gören’ tehlikeli milliyetçilik ideolojisinin ayrımını yapmak çok basittir ama burası Türkiye olduğu için hep bulanık suda balık avlanır. Kavramlar yüzer gezer, yerine göre değişik anlamlar yüklenir.
Bu konularda yüzlerce yazı yazar, televizyon konuşması yapar, üniversitelerde konferans verir. Ama düşünceleri hep sağır kayalara çarpar. Yankı vermeyen kayalardır bunlar. Ne hikmetse Harvard Üniversitesi’ndeki konferansına katılan Amerikalı hocalar onun ne dediğini şıp diye anlar ama eloğlu duysa da kardeşleri duymaz. Çünkü yüreklerin kulakları sağırlaşmıştır. İsimler, gündelik haberler ve siyasi dedikodular dışında düşünemeyen, konuşamayan insan toplulukları, ucuz polemikleri, uzun vadeli analizlere tercih ederler. O dönemde, gün gelip de ülke siyasetini bu üç temel gücün belirleyeceğini hayal bile edemezler. Nihayet 2010 referandumundan sonra gözleri biraz açılır: ‘Türkiye üç renge boyandı’ demeye başlarlar. Beyaz Türk, kıyılar, özerklik, iki dil, muhafazakârlaşma, sivil dikta falan gibi bir sürü garip deyimle durumu anlatmaya çalışırlar. Söylediklerinin özü ‘Üç kutuplu Türkiye’dir. Artık ülke duygusal olarak üçe bölünmüş, kardeş kardeşten nefret eder, şehirler mahalleler ayrışır hale gelmiştir. Kürt yurttaşlarımızın, yani ekmek derdindeki Güneydoğulu halkımızın asla bölünmek istemediği gerçeğine kulaklarını tıkayarak, ‘Beyaz Türk’ diye nitelendirdikleri kesimin de ayrılma hakkı olduğunu dile getirirler. Oysa bu ülkedeki kutuplaşma, halktan değil siyasilerden kaynaklanmaktadır. Yani aşağıdan yukarıya yükselen bir talep değil, yukarıdan aşağıya empoze edilen bir bölücü eylemdir bu. Üç kutbun siyasi temsilcileri yangına körükle gittiği için böyle olmuştur. Aynen iç savaş İspanya’sı, Yunanistan’ı, ikinci harp Almanya’sı gibi.
Aciz kulunuz, yukarıda başlayıp halka doğru yayılan kutuplaşma olgusunun, yine yukarıda çözüleceği inancını taşımaktadır. Bu yüzden bir dönem CHP’de siyaset yapmış, parti liderliğine ve parti meclisine bu tehlikeleri anlatarak, Türkiye’yi kurmuş olan partinin demokratikleşme, reformlar ve AB müzakereleri yoluyla ülkedeki kardeşliği tekrar sağlaması yönünde telkinlerde bulunmuştur. Ama düşünceleri orada da kabul görmemiştir. Einstein’ın dediği gibi ‘Hiçbir sorun, onu yaratan kafa yapısıyla çözülemez.’ Bu yüzden kafalarımızı değiştirmeye, aklı egemen kılmaya gerek var. Kutuplaşmayı önlemenin tek yolu Beethoven’ın bestelediği, Schiller’in ünlü dizesinden başka bir şey değildir:
‘Hepimiz kardeş olacağız!’
Kimseyi ‘ötekileştirmeden’, aşağı görmeden, saldırmadan, karşılıklı saygı ve sevgi içinde yaşayarak birbirimizi yeniden keşfedeceğiz. Kimse kimseyi yok edemeyeceğine göre, farklılıklarımız hep var olacak. Bunları zenginlik olarak algılayacağız. Bana göre ulus birliği nedir biliyor musunuz: Kuzey Kutbu’nda günlerce insan görmeden yürüyen çaresiz bir Anadolulunun, karşıdan gelen bir insan gördüğü ve onun bir türkü söylediğini duyduğu zaman, ‘Bu adam Türk müdür, Kürt müdür, Sünni midir, Alevi midir, dinci midir, laik midir, tarikatçı mıdır, Kemalist midir?’ diye düşünmeden gözünden yaşlar akarak onu kucaklamasıdır.
Kabile bağlılığı
Ama bu topraklardaki sorun sadece modern kutuplaşmalardan kaynaklanmıyor. Biz genellikle iki kökten geliyoruz. Bir tanesi, Orta Asya Türk kökleri, ikincisi de bu bölgedeki yerleşik halkları da kapsayan İslami kökler. Bu ikisi de İbni Haldun’un deyimiyle, kabile asabiyyetine dayanıyor. Asabiyyet kavramı İbni Haldun’da aynı soydan insanlar arasındaki “bağlılık”, “yardımlaşma”, “dayanışma” duygusu anlamında kullanılıyor. Kabile bağlılığına dayanıyor bizim köklerimiz.
İslam’ın başlangıcına bakalım. Hacer ül Esved’in, Karataş’ın bulunduğu, Hz. İbrahim’in yaptığına inanılan Kâbe’nin içinde Lat, Uzza, Menat adlı üç tanrıça var. Bunlar uzak tanrı “Allah”ın kızları. Önünde oklarla fal bakılan Kâbe kutsal ilan edilmiş. Çok önceden beri öyle. Oranın kime yasak, kime serbest olacağı ve gelirlerini kimin alacağıyla ilgili bir iktidar çekişmesi yaşanıyor. Haşimilerle Ümeyye kabilesinin kavgası, buradan başlamıştır. Haşimiler başlangıçta Ümeyyeleri yenerek İslam’ı oturttular, ama Ümeyyeler Peygamber’den kısa bir süre sonra gelip iktidarı ele geçirdiler. Peygamber’in torunlarını bile kestiler.
Çok ilginç bir el değiştirmedir bu. Hz. Muhammed’in en büyük düşmanı Ebu Süfyan ile onun, Peygamber’in amcasını öldürtüp ciğerini yiyen karısı Hind’in oğlu Muaviye, İslam halifesi olmuştur, onun oğlu Yezid de Peygamber’in torunu Hüseyin’in başını kesmiştir. Yani İslam, daha başlangıçta ehl-i beytin, Peygamber ailesinin en büyük düşmanlarının eline geçmiş. İslam’ın ana damarı da kurbanlar üzerinden değil, katiller üzerinden yürümüş. Burada büyük bir acayiplik yok mu?
Aynı şekilde, Orta Asya’da da kabile asabiyyeti var. Orada da bir kişi ancak bir kabile üyesi olarak varlığını sürdürebilirdi. Kabileler birbirlerinin koyunlarını kaçırır, karılarını kaçırır, orada da kabileler arası dostluk ve düşmanlıklarla sürerdi hayat. Kabileye sadakat özelliği sonraki dönemler boyunca da hep devam etti. Bizim bugün de siyasetimiz, toplumsal hayatımız, çok belirgin biçimde kabile asabiyyetine; kendi kabilene, kendi aşiretine bağlılık esasına göre gelişiyor. Onun için demokrasi kökleşemiyor burada. Doğru-yanlış, iyi-kötü gibi konular hep konuşuluyormuş gibi görünse de gerçekte insanların tercihi kendi kabilesine (partisine, tarikatına, futbol kulübüne, örgütüne vs.) sonuna kadar itaat etmekten ibaret kalıyor.
Bu yüzden içsel bir ahlak ve değer geliştiremiyoruz. Bütün ahlakımız dış dünyaya göre kurulmuş. Kabilemiz için iyi olan bizim için de iyi… Bireyselleşme yok. Kabilenin yasakları, kabilenin onayı, kabilenin ihtiyaçları belirliyor her şeyi. Bireysel bir ahlakın olmaması öyle çok şeyi etkiliyor ki… Kabileye bağlı kalmak zorunluluğu, daha karmaşık süreçlerle de birleşiyor elbette. Bu da öfkeyi getiriyor, şiddeti getiriyor, ölümü yüceltmeyi, öldürmeyi aklamayı getiriyor. İnsanların kendilerini sembollerle ifade etmesi, bıyıkların biçimini bile kimlik haline getirmek, sorgulamadan verili değerleri savunmak… Böyle yaşamanın en önemli açıklaması, kabile asabiyyeti!
Bağımsız kafalar
Dünyanın her köşesinde ve her döneminde bağımsız kafalara kuşkuyla bakılmış hatta bu kafalardan bazıları kesilmiştir. Çünkü bağımsız kafanın sorduğu sorular hem iktidar, hem muhalefet için tehlike işaretleri barındırmaktadır. Hatta buna toplumu da ekleyebilirsiniz. Thomas More gibi birçok kişinin kafası, bu bağımsız tavırdan ötürü kesilmiştir. Bugün kafa kesilmiyor ama yine de böyle insanların kellelerini alma isteği çeşitli biçimlerde belirginleşiyor.
İnsan soyu sürü halinde yaşamayı sever. Her sürünün bir kösemeni vardır ve sürü onun peşine takılarak rahat eder. Nasıl olsa onlar yerine düşünecek, karar verecek bir lider bulmuşlardır. O lider onları felakete de götürse giderler peşinden. Çünkü kafayı kiraya vermek çok rahatlatıcı bir iştir. Bir partiye, bir cemaate, bir tarikata, bir ideolojiye kapılanırsınız, onların istediği gibi düşünür, istediği gibi davranırsınız ve böylece herkes yerinizi belirlemiş olur. Çizilmiş sınırların dışına çıkılmadığı zaman hayat kolaydır.
Ama kafanızı kimseye kiraya vermeme ve bağımsız düşünme gibi bir alışkanlığınız varsa vay halinize. Hiç kimseye yaranamazsınız, iki cami arasında bi namaz kalırsınız. Bir gün belirttiğiniz görüş bir kampın işine yarar “Bravo” derler, ertesi gün söyledikleriniz ise onları kızdırır. “Ne diyor bu adam? Hangi kamptansın açıkla” diye bastırırlar. Siz de “Hiçbir kamptan değilim. Bizi ayıran değil birleştiren noktaları bulmaya çalışıyorum” demeye çalışırsınız. Ama kutuplaşmanın şehvetli öfkesi ve borazanları arasında böyle kılı kırk yaran sesler duyulmaz. Tarih boyunca bağımsız kafanın kaderi yalnızlıktır. Dün de böyleydi, bugün de böyledir bu iş.