Bu çağın insanlarını, daha öncekilerden ayıran birçok özellik sayılabilir. Mesela eski kölelerin ayaklarındaki prangaları görebilmeleri ama yeni kölelerin özgür olduklarına inandırılmaları, gıda endüstrisinin hastalandırma ve ilaç şirketlerinin iyileştirmeme gücü, eğlence sektörünün insan beyni ve ruhunu paçavraya çeviren düzeysizliği, zenginlerin kibrini onaylayan, hatta onlara hayran olan aşırı yoksullar, eğitimi kazanç kapısı haline getirdikleri için çöken akademi ve celladına aşık olmuş, dinle avutulan kitleler…
Bu kadar değişik konuların ayrı ayrı incelenmesi gerekiyor ama ben bugün size hepimizi bir huninin altına sokan, “sükunet, huzur, sessizlik, doğayı dinlemek, tefekkür” gibi insanı zenginleştiren kavramları hayatımızdan çıkaran bir ortamdan sözedeceğim.
Bu kavramlar gitti de yerine ne geldi? Sabahtan akşama kadar bağıran televizyon ekranları, radyo yayınları, dükkanlardaki arabesk ve pop müzik, haykıran siyasetçiler, kız erkek, çoluk çocuk demeden gündelik dile eklenen, normalleşen ‘sinkaflı’ küfürler… Bunlara maruz kalmak ruhumuzu yıpratıyor, kendimizi kirlenmiş hissetmemizden başka bir sonuç doğurmuyor.
Televizyonda gösterilen film, dizi ya da diğer programların arasına sesi yükseltilerek girilen reklamlar kafamıza vura vura ‘al, al, daha çok al, hemen al, ihtiyacın olmasa da al’ komutlarıyla dolu.
Ayrıca o dizi ve filmlerde de aniden karşınıza kadına şiddet ve saldırgan erkeklik çıkıyor.
Yabancı filmlerin hepsinde insan bedeninin her türlü işlevi gösterilip duruyor. Her film mutlaka kusma, tuvalet sahneleri, aşırı şiddet ve ağza alınmaz küfürlerle dolu.
Üstelik genç çevirmenler, kelimelerin her dildeki ağırlığının farklı olduğunu bilmedikleri için, sokakta ve sosyal medyada kullandıkları küfürleri olduğu gibi alt yazılara aktarıyorlar.
Oysa kelimeler kültürlere göre oluşur. Mesela İspanyolcadaki toro (boğa), mücadele-kan-ihtiras-hayat-ölüm duygularını çağrıştırırken İngilizcedeki bull, çayırlarda otlayan bir hayvandan fazlası değildir.
Amerikalıların her filme bol bol serpiştirdikleri f word (f ile başlayan küfür kelimesi), doğrudan doğruya çevrildiğinde, bazen cinayetlere sebep olduğu bilinen ağır bir küfre dönüşür. Burada sadece dil değil kültürü tercüme etmek önemlidir. Bizim kültürümüzde bir çocuk, annesine babasına böyle kelimeler kullanmaz. Diğerleri gibi bu küfürlere de maruz kalıyoruz, kaçamıyoruz. Mimari facialar da gözümüzün önünde bilincimizi yaralıyor; çirkinlik, bedbinlik, nihilizm duyguları uyandırıyor. Türkiye’yı saran ‘Boşveeeer, ne olacak’ nihilizminin günden güne artmasına yardım ediyor.
***
Eski İstanbul’u ziyaret eden gezginler çıplak insan sesiyle güzel okunan ve uzaktan uzağa yankılanan ezanların uhrevi bir duygu yarattığını belirterek, müezzinlerden övgüyle söz ederlerdi. Kani Karaca gibi büyük üstadların saba, hüzzam, uşşak, segah makamlarında okudukları ezanlar ruha huzur verirdi. Şimdi dev hoparlörlerden korkunç desibellerde yayınlanan ve insanı yerinden zıplatacak, bebekleri beşiğinden fırlatacak mekanik bir sese ‘maruz kalma’ durumu yaşanıyor. Kısacası kötü müzik, kötü söz, kötü okunan ezan, kötü konuşma, çirkin tabela, çirkin ışık her an üzerimize saldırıyor.
Buna bir de kendi aklını çok beğenen hamhalatların, nereden çıktığı belli olmayan bir özgüvenle bilgiç bilgiç konuşmalarını ekleyin. Bazen ister istemez buna da maruz kalıp, cevap verseniz mi vermeseniz mi diye ikirciklendiğiniz durumlarla karşılaşıyor ve sinirinizin bozulduğu ile kalıyorsunuz. Çünkü herkes öğrenmeye kapalı. Öğrenmek istemeyen kişiye de tek kelime öğretmek mümkün değil. Madem ki herkesin fikri var; birisi dünyanın düz olduğunu iddia edebilir, dolandırıcılığı göklere çıkarabilir, kötüyü övüp iyiyi yerin dibine batırabilir. Size de susmak düşer.
Bu yüzden en iyisi bunlara maruz kalmamak, saklanmak, çekilmek. Ne diyor Shakespeare Can Yücel’in Türkçesiyle:
Vazgeçtim bu dünyadan
tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri,
avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş
inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında
insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa,
derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili
bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip
çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken
eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e,
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.
***
Kötü Türkçeye maruz kalma
Asırlardır yönetim şekillerinin, yöneticilerin, rejimlerin değiştiği yıkılıp yıkılıp yeniden kurulan devletlere ve onca değişik etnik grubun varlığına rağmen bu ülkeyi bir arada tutan unsur nedir?
Türklük mü?
Hayır. Bütün vatandaşların kökeni Türk değil. (Anayasal yurttaşlıktan değil, kendini tarif etme bilincinden söz ediyorum.)
İslam mı?
Hayır. Semavi dinlerin hepsi mevcuttu burada, hatta tek tanrı inancından önceki dinler de.
Bayrak mı?
Hayır, bayrak da birçok kez değişti.
Peki Selçuklu yıkıldıktan sonra yerini alan onca Türk beyliğinin, Osmanlı ve Cumhuriyetin temelindeki çimento neyle açıklanabilir? Bir tek şeyle: Dil, yani Türkçe.
Sarayların başka dilleri benimsemiş olmasına rağmen üstün edebi örneklerle varlığını sürdüren ve yüzyıllardır bir akarsu gibi akan Türkçe. Anadolu ozanlarının bal peteklerinden süzülüp gelen Türkçe.
Dağlara, akarsulara, denizlere, koyaklara, ormanlara adını veren Türkçe.
40’a yakın etnik grubun kendi ana dillerine rağmen, ortak dil olarak birbirlerini anladıkları Türkçe.
Şunu da ekleyeyim: Anadolu’da konuşulan dillerin hepsine duyduğum derin saygı ve sevgi malum. O dillere yönelen tehlikelere karşı mücadele ettik, ediyoruz. Ama burada sadece Türkçe çimentosundan bahsediyorum.
Eğer Anadolu halkları asırlarca Türkçeyi korumasaydı, şimdiye kadar çoktan dağılmış olurduk.
Ana dilini korumak, sevmek, saymak, sürdürmek ve geliştirmek herkes için kutsal bir görevdir. Kürtçe, Rumca, Çerkezce, Ermenice, İbranice, Ladino, Boşnakça, Lazca gibi ana diller bu meyandadır.
Ama tarihsel koşullar sonucunda bütün bu halklar ortak bir dille anlaşmış, yaratmış, yazmış.
Peki bu derece önemli olan Türkçe’ye bugün yapılan muameleyi içiniz alıyor mu?
Dil sadece anlaşma vasıtası değildir ki; korunması, özen gösterilmesi gereken bir çiçektir, hoyratlığa gelmez.
Gelin birkaç örnek üzerinde konuşalım:
HERKEZ değil HERKES
YANLIZ değil YALNIZ
AKLI SELİM KİŞİ değil
AKL-I SELİM SAHİBİ KİŞİ
BİRHABER değil Bİ HABER
BEYNAMAZ değil BİNAMAZ
MUHATTAP değil MUHATAP
EĞER Kİ değil EĞER
Bu yanlış kullanımlar veba gibi yayılıyor. Bir de şu meşhur de ve da’ların ayrı ya da bitişik yazılması meselesi var. Akademisyenlerin çoğu bile yanlış yapıyor bu konuda. Eskiden böyle bir sorun yoktu, inanın yoktu. Aydınların diline de bir şeyler oldu: Yegane, kıyas kabul etmeyen, benzemeyen, nev-i şahsına münhasır anlamlarını ‘biricik’ kelimesi ile karşılıyorlar. Oysa ‘biricik’in olumlu bir anlamı var, her yerde kullanılmaz. Geçenlerde bir panelde rastladığım Boğaziçi öğrencisinin dilinde ‘Hitler biriciktir’ deme hatasına varan bu kullanım (oysa Yahudi olan bu arkadaşın niyeti Hitler’i övmek değil tam tersine ‘Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir cani’ demekmiş. Unique sözünü modaya uyarak böyle çevirmiş) hiç istemediğiniz yanlış anlatımlara sürükler.
Bir de ‘zaman ötesi, her zaman geçerli’ yerine ‘zamansız’ diyorlar ve böylece övmek istedikleri bir eseri batırıyorlar, onu birdenbire ortaya fırlamış zamansız bir çıkış olarak mahkum ediyorlar.
Böyle çok örnek var, saymakla bitmez. Ama yüzlerce yılın baskısına dayanan, ozanların dilinde billur gibi parlayan Türkçe yavaş yavaş yok oluyor.
Ne kadar yazık!