02 Mayıs 2024, Perşembe Gazete Oksijen
24.11.2023 04:30

Mevali olduğumuzu biliyor muyuz?

Bence çoğumuz bilmiyor, kendisine mevali dendiğinin, öyle adlandırıldığının farkında değil. Araplar bizi mevali olarak tanımlar. Yani, Arap olmayan Müslümanlar. İslamiyet öncesi çağlarda ‘azat edilmiş köle’ anlamına gelen bu tanım, daha sonra Arap olmayan Müslüman halklar için kullanılmaya başlandı. Türk, Fars, Kürt, Çeçen, Hint, Asyalı bütün Müslüman halklar Arapların gözünde mevalidir, ikinci sınıf Müslümandır. Çünkü doğal olarak İslamiyet’le Araplık iç içe geçmiştir. Birbirinden ayrıştırılamaz. Nasıl ki Musevilik ve Yahudilik iç içeyse, Araplıkla İslam da öyledir.

Bağdat’ta binden fazla satranç okulu vardı ve en ünlülerinden biri Ebû Bekir Al Sûlî adlı bir Türk alime aitti. Al Suli bir satranç problemi ortaya koymuş ve bunun bin yıl çözülemeyeceğini iddia etmişti. Batı’da As Suli’s Diamond (Suli’nin Elması) adı verilen bu soru gerçekten de bin yıl cevapsız kaldı.

Arap kültürü

Arap kültürü dünya tarihinin en zengin, en büyük kültürlerinden ve dillerinden biri. Bir felsefe ve şiir dili. İslamiyet öncesinde İmr-ul Kays gibi büyük şairlerin şiirleri altın yaldızla yazılarak Kabe’ye asılır ve Muallakat-ı Seb’a (Asılı Yedi) adı verilen yedi şiir halktan büyük saygı görürdü.

Arap değiliz, Arapça bilmiyoruz, kültürünü, dilini, adetlerini tanımıyoruz, kutsal kitapı okuyamıyoruz; Arap kültürü ve inancına (Kuteybe’nin kılıcı altında inleyerek) sonradan eklemlenen mevali’leriz

Harun Reşit Bağdat’ı, bugünkü Paris, Londra, New York’tan daha önemli bir kültür merkeziydi. Beyt-ul Hikme (Bilgelik Evi) adlı bilim merkezinde yüzlerce alim çalışır, antik Yunan eserlerini tercüme eder, astronomi, tıp, matematik gibi bilimlerde çığır açarlardı. Dünyaya sıfır, algoritma, cebir gibi kavramları hediye edenler o merkezin bilim insanlarıydı. (Algoritma kelimesi bile bir Harezm Türkü olan Alharizmi’nin adından gelir.) Bugün bilinen milyonlarca yıldız adlarının yüzde sekseni Arapçadır. (Kitaplarım birçok dilde yayınlanıyor ama inanın Arapça ve Farsça neşredilmeleri beni daha çok memnun ediyor.)

Yine Harun Reşit Bağdat’ında binden fazla satranç okulu vardı ve rekabet halindeki bu okulların en ünlülerinden biri Ebû Bekir Al Sûlî adlı bir Türk alime aitti. Al Suli bir satranç problemi ortaya koymuş ve bunun bin yıl çözülemeyeceğini iddia etmişti. Batı’da As Suli’s Diamond (Suli’nin Elması) adı verilen bu soru gerçekten de bin yıl cevapsız kaldı. Şimdi Danimarkalılar bilgisayar yardımıyla çözdüklerini söylüyor.

Büyük Bağdat uygarlığı 1258 yılında Moğollar tarafından yok edildi. Dicle Nehri'nin günlerce kırmızı ve siyah aktığı söylenir. Kırmızı kan, siyah ise Beytul Hikme’de yok edilen el yazması kitapların mürekkebidir.
Bağdat gibi dünyayı aydınlatan bir başka Arap kültürü de Endülüs’te fışkırmış, Kurtuba (Cordoba) müftüsü İbn Rüşd gibi filozofların dünya kültürüne büyük katkısı olmuştur.

Sorun nerede?

Bu kadar övgüden sonra bana, demek ki İslam’dan dolayı Arap etkisi altına girmiş olmamız iyi bir şey diyebilirsiniz. O zaman bugünkü kimlik tartışmaları nereden çıkıyor, sorun nerede?

Bu sorunun cevabı çok basit: Çünkü Arap değiliz, Arapça bilmiyoruz, kültürünü, dilini, adetlerini tanımıyoruz, kutsal kitapı okuyamıyoruz; Arap kültürü ve inancına (Kuteybe’nin kılıcı altında inleyerek) sonradan eklemlenen mevali’leriz. Halifelik bizdeydi diyeceksiniz. Yavuz Selim o sıfatı aldığını söyledi ama Araplar bunu hiçbir zaman içine sindirmedi. Siyasi ve askeri olarak Araplara egemendik ama buldukları ilk fırsatta halife falan dinlemeden bu egemenlikten kurtuldular. Cihad ilanını takan olmadı.

Türkçe bilmeyen sadrazam

Bir ara 2. Abdülhamid kendisini çevreleyen devlet adamlarından, hükümetlerden o kadar yaka silkmişti ki Tunuslu Hayreddin Paşa adlı bir zatı sadrazam yapmıştı. Aslında Kafkasyalı olan ama Tunus’ta büyümüş bu zat çok iyiydi ama ufak bir kusuru vardı. Türkçe bilmiyordu. Sultan Hamid “Nasıl olsa nazırlar, ulema ve saat mensupları Arapça biliyordur diye düşümdüm ama sonra gördüm ki hiçbiri doğru dürüst bilmiyormuş’’ diyecekti. Zaten kendisi de güç bela biraz konuşabiliyordu Arapçayı.

Yine onun döneminde Japon İmparatoru, Sultan’dan bir dilekte bulunmuş ve Japonlara İslamiyet'i anlatacak bir heyet göndermesini rica etmişti. Abdülhamit de bu isteği severek kabul etti ama bu iş gerçekleşemedi. Çünkü kendi ifadesine göre İslamiyet’i hakkıyla anlatabilecek, Arapçaya hakim alimler bulamadı. Hafızlar var diyeceksiniz ama o iş ezber esasına dayanır… Hafız sureleri, ayetleri hıfzeder, ezberler ve tekrarlar ama o dili bilmez.

Yazı sorunu

Bir gecede yazısız kaldık diyenlere şaşırdığımı da eklemek isterim. Diyorlar ki, bakın çevremizde ne kadar ülke varsa hepsi kendi alfabesini kullanıyor. Doğrudur ama ufak bir fark var. O ülkeler sahiden kendi alfabesiyle yazıp çiziyor, Arap yazısı bizim değildi ki. Sonradan kendi dilimizi uydurmaya çalıştığımız ve Türk diline kesinlikle uygun olmadığı için yarım yamalak oturttuğumuz sessiz harf esasına dayandığı için bilmediğin kelime ve ismi yazamadığın ancak tahmin yürütebileceğin bir yazıydı bu. Bu yazının uzmanları bile bugün, eski bir metin üzerinde çalışırken “Şurasını okuyamadım, şu olabilir, bu olabilir” diye yorum yapmak zorunda kalıyorlar. Araplar bizden harf almamış ama biz kendimize uydurarak almışız.

Her devrim sarsıntılar yaratır, adı üstünde devrim bu, ama zamanla her şey yerli yerine oturur. Latin alfabesine geçiş de yurt çapında bir seferberlik sonucu gerçekleşebildi

Bir iki örnek vereyim: Bizde harfler eksik olduğu için aslında muxalefet olması gereken kelimeyi muhalefet olarak yazıyoruz. Oysa muhalefet, yardım eden, onun yolundan giden gibi kavramlarla ilgili bir söz. Halef, halife gibi sözler bile burdan geliyor. (Ben Arapça bilmem. Bu bilgileri de kitaplarımı Arapçaya tercüme eden ve bu dile hakim olan alimlerden alıyorum ve maalesef böyle çok örnek var.) Bu açıdan bakarsanız Latin alfabesi Türkçenin yazıya geçirilmesine daha uygun ve bunu öğrenmek daha kolay.

Babasına öğretmenlik yapan çocuk

Her devrim sarsıntılar yaratır, adı üstünde devrim bu, ama zamanla her şey yerli yerine oturur. Latin alfabesine geçiş de yurt çapında bir seferberlik sonucu gerçekleşebildi. Bu konuda bizim ailenin de hoş bir hikayesi var. Harput’ta hakim olan dedem Zülfikar Bey ve babaannem Emine Hanım (ve diğer yetişkinler), her akşam okula gidip sıralara oturarak yeni yazı öğreniyorlar. Ders veren öğrencilerden birisi de babam. Bir ilkokul çocuğu olarak ebeveyninin hocası oluyor.

Buna rağmen dedem. babam ve o kuşak eski yazıyla not alırlardı. Mesela Aziz Nesin de öyle yazardı. Steno gibi daha çabuk yazabildiklerini söylerlerdi. Sanırım Osmanlı subayları olan Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü ve diğer paşalar için de durum böyleydi ama iyi ki bu devrim yapıldı ve okur-yazar oranımız, o dönem için hayal edilemeyecek yerlere geldi. Bu kimlik meselesi başımızı ağrıtmaya devam edecek gibi görünüyor.