10 Şubat 2025, Pazartesi Gazete Oksijen
24.01.2025 04:30

Modern ‘Molla Kasım’lar

Büyük Montaigne “Bana doğru gibi gelen hiçbir fikir yoktur ki aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin” demişti.

Çok doğru bir sözdür bu.

Tabii üstadın kuralına uyarak bu sözün de yanlış olabileceğini hesap etmek gerekiyor.

Descartes’ın “Düşünüyorum o halde varım” (Cogito ergo sum) sözü ilk bakışta insanı Berkeley’ci bir metafiziğe götürebilir, idea meselesini öne çıkartabilir ama burada filozofa yapılan büyük bir haksızlık var.

Çünkü sözün aslı “Dubito, ergo cogito, ergo sum’’ dur. Yani “Şüphe ediyorum, o halde düşünüyorum, o halde varım’’ iken baştaki şüphelenmeyi çıkararak anlamı tamamen değiştirmişler.

Oysa düşünmenin kaynağında şüphe var. Daha sonra deneme yanılma, bilimin ilerlemesi ile ortaya çıkan yeni verilerin düşünceye dahil edilmesi, bilim ve felsefedeki birikime sahip çıkma, itiraz etme, katkı yapma gibi binbir ayrıntıyla örülmüş karmaşık süreçler ortaya çıkar.

Adının önündeki titri kalkan yaparak hiç kimse modern ‘’Molla Kasım’’lık rolüne soyunamaz. Soyunsa da işin ehli olan kimselerin gözündeki çıplaklık durumundan kurtulamaz.

Her insanın doğruları; bakış açılarına, kavrama ve bilgi düzeyinin gelişmesine, önyargılardan kurtulmasına bağlı olarak değişir.

Tepkisel doğrular zamanla yerini analitik doğrulara bırakır.

Ama Montaigne üstadın beş yüz yıl önce söylediği gibi düşünen insan, her şeye kuşkuyla yaklaşmalıdır.

Düşünmenin temel ahlaki ilkesi sık sık “acaba” sorusunu sormaktır.

Çünkü her sübjektif doğrunun gerisinde gölgeli, kuşkulu bir alan mevcuttur.

Bu dünyada gördüğümüz her şey, ekran tartışmalarındaki kadar doğrudan ve kolay kavranılabilir durumda değildir.

Akıllı insanlar sürekli olarak kendi vicdanlarıyla ve yargılarıyla hesaplaşırlar.

Mediokr yani benim pek sevdiğim bir deyimle “orta zekâlı” olanlar ise hiçbir şeyi sorgulamazlar.

Onlar düşünür değil, düşünce ve ideoloji militanlarıdır.

Orta zekâlılara göre dünya basittir, hiçbir karmaşıklığı yoktur. Her şey siyah-beyaz netliğindedir.

Bir taraf yüzde yüz haklı, öteki taraf yüzde yüz haksızdır.

Bilgi okyanusu

Çünkü insanın bilgisi sınırlı ve görecedir. Bilgi dediğiniz zaman çok büyük bir okyanusa dalarsınız; eğer altına sığındığınız kayayı okyanus sanma hatasına düşerseniz her şeyi bildiğini sanan bir yengece benzersiniz. Çünkü bilgi sonsuzdur. Bu yüzden philia sophia denilmiştir; yani felsefe, yani bilgiyi sevmek, yani bilgeliğe ulaşma yollarını araştırmak. Önemli olan malumatfuruşluk değil, budur.

Einstein’ın söylediği ‘’İmgelem bilgiden önemlidir’’ sözünü şöyle anlayabiliriz: Bilgi sınırlı, imgelem sınırsızdır.

2500 yıl önceki tıp, fizik, kimya, jeoloji vs. bilgileri henüz emekleme halindeydi ama o dönemde yazılan tragedyaların öz ve kavramları hala geçerli. Bilim bazı konuları “Oidipus, Electra’’ gibi bu tragedyalarda geçen kişilerle adlandırıyor.

Kestirme ve toptancı yargılar bilim insanlarına yakışmaz. Hele hakaret, küçümseme hiç yakışmaz.

Dünyanın ilmi

Yaka silkilecek bu malumatfuruşluk, son dönem toplumsal dönüşümlerde iyice vahim bir bela haline gelse de önceki dönemlerde de bu duruma bolca rastlanıyordu. Tarihimiz bunu yansıtan çeşitli hikâyelerle dolu. Bunlardan biri, İbn Kemal’in hikâyesidir.

Şark’tan gelen bir İslam âlimi, Molla Kabız, Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den daha üstün olduğunu iddia ediyordu. Kuran’a ve İslami bilgilere dayandırarak ileri sürüyordu bunu. Bu bilgi Saray’a ulaşınca, kovuşturmaya karar verildi. Molla’nın karşısına iki kişi çıktı, iki kazasker. Ve çetin bir tartışmaya tutuştular.

Ne var ki, sahip oldukları İslam bilgileriyle Kabız’ı mat edemediler. Çünkü Molla Kabız, daha fazla Kuran alıntısı yapıyor, daha çok bilgi ortaya koyuyordu.

Yine de onun haksız ve zararlı olduğuna karar verip idamına hükmettiler. Padişah ise bu duruma kızdı. “Siz onu ilmen alt edemediyseniz, bu karar siyasidir” gerekçesiyle, onaylamadı.

Bunun üstüne İbn Kemal devreye girdi. İbn Kemal, o dönem ilmi metot diye onaylanacak biçimde bazı ayet ve hadisleri ele alarak, onları yorumlayarak, özellikle Bakara suresini kullanarak Kabız’ın iddiasını çürüttü.

Bu durum, kaynaklarda, “Molla Kabız’ın dili tutuldu” diye geçiyor. İbn Kemal’e cevap veremediği söyleniyor. Yine de hatasından dönmeyip ısrar ettiği için, doğru diye “kanıtlanan” yorumu kabul etmediği için idam edildi.

Bizim konumuzla asıl bağlantılı kısım şu: İbn Kemal bu olaydan sonra kendisine aşırı biçimde güvenmeye başladı. İnsanları küçük görüyor, herkese cahil diyor, her şeyi kendisinin bildiğini ileri sürüyordu.

Bu tarihsel bilgi. Ama hikâyenin sonrası, halkın yakıştırdığı, yüzyıllardır yaşattığı bir devamı da var. Böyle efsanelerin, masalların altındaki daha derin gerçeğe doğru yürümeyi çok severim. Çünkü halk boşuna yaratmaz böyle şeyleri.

Bir gün İbn Kemal’i görmek isteyen hırpani bir derviş geliyor. Üstü başı yırtık, görenlerin küçümsediği bir adam. İbn Kemal’i illa göreceğim diye ısrar ediyor. Önce içeri bırakmıyorlar, sonra İbn Kemal sesleri duyuyor falan... Sonunda oturup konuşmaya başlıyorlar.

Derviş, boynunu büküp “Hocam” diyor “Size bir sorum var”. Allah’ın ilminin ne kadar olduğunu, o büyüklüğün nasıl tarif edilebileceğini soruyor.

İbn Kemal, “Ben sana nasıl anlatayım” diyor, karşısındakini cahil bir adam gördüğü için anlatmanın daha da zor olduğunu düşünüyor. Onun önüne bir kâğıt koyup, bunun bir tarafının sonsuza kadar uzandığını düşünmesini istiyor. Sonra diğer tarafının da sonsuza kadar uzandığını düşünmesini söylüyor. Diğer iki tarafını da öyle. “Bütün taraflara doğru, hayalin ne kadar yetiyorsa o kadar uzat, işte Allah’ın ilmi o kadardır” diye tamamlıyor sözünü.

Hiç itiraz etmeden, hatta açıklamayı değerli bulduğunu belli eden bir tutumla susuyor derviş. Sonra, “Peki,” diye devam ediyor, “Bunun içinde İbn Kemal’in ilmi ne kadardır?”

Kemal düşünüyor, düşünüyor, eline kalemi alıyor, ağır hareketlerle kâğıda minicik, belli belirsiz bir nokta koyuyor. Sonra başını kaldırıyor. Bakıyor ki, derviş yok karşısında. Ortadan kaybolmuş, gitmiş. Bunu bir işaret kabul ediyor İbn Kemal. Tutumunu köklü biçimde değiştirmeye karar veriyor.

Kültürümüz böyle kıssadan hisselerle, bu tip eleştirilerle doludur. Yunus Emre ve Molla Kasım ile ilgili de böyle bir hikâye var. O daha fazla biliniyor.

Yunus’tan yüzyıllar sonra, bir molla, onun metinlerini inceliyor, onları çok cahilce buluyor. Kendisinin büyük bir âlim olduğunu düşünüyor çünkü. O sayfaların bir kısmını yırtıp suya atıyor, bir kısmını yakıp havaya savuruyor. Bu arada, henüz yok etmediği sayfalardan birinde Yunus Emre’nin bir sözüne rastlıyor:

Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir.

Kasım, yüzyıllar öncesinden kendisinin varlığından söz edildiğini, orada adının geçtiğini görünce utanıyor. Ben her şeyi bilirim tavrından vazgeçiyor.

İşte, biz bu “Ben her şeyi bilirim, ben her şeyin üstündeyim!” tavrından çekmiş bir toplumuz. Ne yazık ki, son dönemde bu tavırlar iyice popülerleşti, hatta sempatik bulunmaya başlandı. 

Acaba

Dedim ya “acaba”sı olmayan insanlar için bu dünyada hiçbir gizem yoktur.

Ne doğum, ne ölüm, ne aşk, ne inanç, ne insan ruhunun karmaşıklığı, ne halk.

Onlar her şeyi bilirler.

Bilmeyenler ise Montaigne, Dostoyevski, Einstein, Nietzsche, İbn Rüşd gibi kafası karışık insanlardır. 

Bolu’daki büyük trajedi hepimizi mahvetti. Bu kadar canımızı kim öldürdü derseniz ‘Ahlaksızlık öldürdü’ derim. Bu ülkede yangına karşı ciddi önlemler alan oteller var. Aynı ülkede büyük ve ahşap bir otelde niye yok bunlar? Yönetmelik ortada. Kim ruhsat verdiyse, kim yangın yönetmeliğini uygulamadıysa hesap vermeli. Üç beş kuruş için bu kadar canımız gitti. Ahlaksızlık kavuruyor bu ülkeyi.

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli